Türk Beşleri’nin ardından gelen ikinci kuşak bestecilerimizden Ferit Tüzün, Midas’ın Kulakları, Esintiler, Türk Kapriçyosu gibi birbirinden renkli eserler yazdıktan sonra, olgunluk çağına adım atarken, 1977’de, 48 yaşında hayata veda etmişti. 40 yaşında yapılan bu röportajda içten bir ifadeyle ilk senfonisinde saçmaladığını, uzun eser yazmak istemediğini anlatıyor.
Ne zaman, nerede doğdunuz, çocukluğunuz nasıl geçti?
– 24 Nisan 1929‟da İstanbul’da doğmuşum; Eyüp’te. Ben daha altı aylıkken babam Kınalıada İlkokulu’na başöğretmen tayin edilmiş, ailecek adaya geçmişiz. Babamı çok erken kaybettik; altı yaşımdaydım. İlkokulu babamın okulunda bitirdim, ortaokulu Heybeliada’da bitirdim. Ondan sonra kendi isteğimle Ankara’ya geldim ve Atatürk Lisesi’ne devam ettim.
O zamana kadar müzikle hiç meşgul olmamış mıydınız?
– Ciddi olarak hayır. Ama ablam müzikçiydi. Belki ismini söyleyince hatırlarsınız: Bedriye Tüzün.
Elbette hatırladım; Çok eskiden Radyo Salon Orkestrası’yla konserler verirdi; sopranoydu galiba.
– Evet sopranoydu. İstanbul Konservatuarı’ndan mezun ilk soprano. İşte altı yaşlarındayken evde ablamın söylediği şarkıları dinlerdim hep. Bir de piyanomuz vardı, onu tıngırdatırdım: İstiklal Marşı, Onuncu Yıl Marşı filan.
Yemeğe gittiğim Ankara Radyosu’nda yeteneğimi Erkin keşfetti
Peki, ciddi olarak ne zaman ilgilenmeye başladınız müzikle?
– Aslına bakarsanız birden bire, damdan düşer gibi; Ankara’da Atatürk Lisesi’ne devam ederken Radyo Evi’ne girip çıkmaya başladım. Ablam orada hem Salon Orkestrası’yla konserler veriyordu, hem de diskotek memuruydu. Yemekleri filan radyoda yerdim, bir gün kantinde Ulvi Cemal Erkin benimle ilgilendi, kulağım var mı yok mu diye baktılar, beğenmiş olacaklar ki hemen konservatuara alıverdiler.
Hangi bölümüne?
– Piyano. Öğretmenim de Ulvi Cemal Erkin’di. Konservatuarı bitirinceye kadar onunla çalıştım; yalnız, bu arada gizli gizli kompozisyonlar yapmaya başladım. Gizli gizli çünkü Ulvi Bey başka şeylerle meşgul olan öğrencilerine çok kızardı. Ama bir gün yakaladı beni, “Çal bakayım” dedi, gitti. Necil Bey’i aldı geldi; onu görünce elim ayağım büsbütün kesildi. Ama sonuç korktuğum gibi olmadı. Necil Bey beş – altı ay bana özel ders verdi, armoni öğretti, sonra sınava girdim, kazandım ve okulun kompozisyon bölümüne de devam etmeye başladım. 1949’da Piyano Yüksek Bölümü’nden, 1951’de Kompozisyon Bölümü’nden mezun oldum. Okulu birincilikle bitirdiğim için bir saat armağan ettiler, ilk saatim bu oldu, hala da onu kullanırım.
Okulu bitirdikten sonra, bir buçuk yıl kadar kompozisyon bölümünde asistanlık yaptım; bir yanda da bale bölümünde piyano çalardım. O sıralarda Milli Eğitim Bakanlığı çeşitli dallarda bir Avrupa sınavı açtı. Dallardan biri de orkestra şefliğiydi. Licco Amar’ın tavsiyesiyle, hatırlatmasıyla bu sınava girdim; zaten benden başka aday da yoktu, kazandım. Almanya’ya gittim. Yıl 1954, Münih Müzik Akademisi’nde Fritz Lehmann ile çalışmaya başladım. Biliyorsunuz Lehmann hem genel müzik direktörüydü, hem de ünlü bir şef. Ölümü de kendisine yakışır gibi oldu. Sahnede. Bach’ın Matthaus Passion’unu yönetiyordu. Ara oldu. Aradan sonra baktık, başka bir şef çıktı sahneye, o idare etmeye başladı eseri; meğer sahneden ayrılır ayrılmaz düşüp ölüvermiş Lehmann…
İlk senfonimde fena saçmaladığımı şimdi anlıyorum
Vah Vah; Lehmann öldüğü vakit Matthaus Passion’a devam etmek fırsatını kaçırmışsınız, başka bir şefe kaptırmışsınız bu fırsatı. Bütün şefler, şeflikte gözü olan bütün müzikçiler bu çeşit fırsatları kollar, biliyorsunuz.
– Evet, bu fırsatı kaçırdık diyelim ama hiç olmazsa Lehmann ile çalışmak fırsatını kaçırmadığıma memnunum. Akademide Lehman ile ve Münih Filarmoni Orkestrası’nın şefi Adolf Mennerich ile çalıştım. Bu arada Carl Orff’a, Amadeus Hartmann’a kompozisyonlarımı götürüyordum, onlardan da bir şeyler kapmaya gayret ediyordum. Dört yıl sonra, Münih Yüksek Müzik Akademisi Orkestra Şefliği Bölümü’nü bitirdim. Hemen yurda dönmem gerekiyordu; ama Almanya’daki profesörlerle Milli Eğitim Bakanlığı arasında yazışmalar, çizilmeler oldu, bir yıl daha orada kalmam için izin çıktı. Bu süre zarfında Prinzregenten Theater’da asistanlık yaptım ve 1959 Eylülü’nde yurda döndüm. Burada operaya orkestra şef yardımcılığına tayin ettiler, hala aynı görevdeyim.
Kaç orkestra eseriniz var?
– Beş tane. Birincisi 1950 yılında daha öğrenciyken yazdığım Ninni. Benim için ilk deneme olduğundan değerlidir bu eser. Cemal Reşit Rey çaldırmıştı. Sonra okulun mezuniyet sınavı için, üç bölümlü uzun bir senfoni yazdım. O kadar saçmalıklar yapmışım ki o senfonide… Bu gün baktığım vakit şaşırıyorum.
En nefret ettiğim şey eserlerin gereğinden fazla uzaması
Çalınsın ister miydiniz bu senfoni?
– Doğrusu hayır. Ama çalınsa da fena tınlamaz. Yanlışlıklar filan, orkestra hataları filan yok; fakat yapılması gereken şeyleri yapmamışım; tabii bugünkü anlayışıma göre. Demin de dediğim gibi, 1951 yılında mezuniyet sınavına bu senfoniyle girdim, onun yanında piyano parçaları, bir piyanolu trio filan da vardı.
Senfoni kaç dakika sürüyor?
– Çok uzun. Çektikçe çekmişim. Bugün en nefret ettiğim şeylerden biri bu hâlbuki. Atasözünden hoşlanıyorum artık. Mesela katiyen roman sevmem; hep anekdotlara, hikâyelere karşı zaafım var.
Üçüncü orkestra eseriniz nedir?
– Yapı ve Kredi Bankası’nın açtığı bir yarışmaya katılmak üzere bestelediğim folklorik bir eser; Anadolu Süiti. Süitin ilk üç bölümünü Ankara’da kompozisyon asistanlığım sırasında yazdım, sonra Almanya’ya gittim, iki parçada orada yazdım ve bankaya yolladım süiti.
Hatırladığıma göre, yarışmaya yollanan eserleri Honegger incelemişti ve sizin süitiniz ikinciliği kazanmıştı.
– Evet, birinciliği Bülent Tarcan’ın süiti, ikinciliği benim süit kazandı. Yıl 1954, Almanya’da orkestra şefi Eichorn, benim besteci olduğumu öğrenince, bir eserimi dinlemek istedi; ben de piyanonun başına geçtim bu süiti çaldım. Herhalde beğenmiş olacak ki Eichorn beni hemen Prizzregenten Theathre’ın bale şefi Allen Carter’e götürdü, eseri ona da dinlettik. Carter derhal eseri sahneye koymaya karar verdi. Sonunda Allen Carter, çocuk felcine yakalandığı için bu plan gerçekleşemedi ama başka türlü gelişmelere yol açtı. Bale müziğini Münih Filarmoni Orkestrası Şefi Mennerich de dinlemiş, bana geldi ve süiti kendi orkestrasına çaldırmak istediğini söyledi. “İmkânsız” dedim, “Operaya daha önce bağlandım; Ama sizin için başka bir orkestra parçası yazayım” ve 1956 yılının sonlarında bu maksatla Türk Kapriçyosu’nu besteledim. Mennerich’in yönetimindeki Münih Filarmoni Orkestrası, bu eseri 1957’nin ocak ayında çaldı. Kapriçyo Almanya’da son derece büyük ilgi gördü ve her konserde iki defa çalındı. Zaten bu eserden sonra Münih Filarmoni Orkestrası bana derhal bir kompozisyon siparişi daha verdi. Beşinci orkestra eserim olan “Humoresque” i bu vesile ile yazdım.
Humoresque dediğiniz “Nasreddin Hoca” değil mi?
– Evet, “Nasreddin Hoca” adlı Humoresque. Ama Nasreddin Hoca adını ben takmadım; notaları basan yayınevi taktı. Humoresque genel bir ad dediler ve istediler ki adından bunun bir Türk eseri olduğu anlaşılabilsin. Almanya‟da Humoresque‟de ilgiyle karşılandı.
(Faruk Güvenç, Tiyatro Dergisi, 1969)