Oğuz Durukan / Önce eski müziği bilmek gerekir

0

1970’lerin ikinci yarısından itibaren Türk cazının önemli gruplarında yer alan basçı Oğuz Durukan, 2009 Temmuzu’nda 63 yaşında hayata veda etmişti. Pek çok albümde bası duyuldu ama kendi adına albümü yayımlanmadı. Çelebi kişilikli Durukan, iki kısa röportajda müzik serüvenini ve Türk Cazı’nın sorunları konusundaki görüşlerini anlatıyor.

 

Sayın Durukan, önce şunu öğrenmek istiyorum. Kontrbasla ilişkiniz nasıl başladı? Caza yönelmeniz nasıl oldu, kimlerden etkilendiniz? Bugün kontrbas çalmak isteyen genç bir cazcı için olanaklar nedir Türkiye’de?
– Kontrbası bilinçli olarak seçmedim aslında. Piyano çalmak istiyordum. Konservatuvara girmek istediğimde yaşımın büyük olması nedeniyle, beni kontrbasa alacaklarını söylediler. Böyle başladı. Ama sonra aleti çok sevdim. Okuldan ayrıldıktan sonra profesyonel olarak çalışıyordum, o sıralarda caz pek revaçta değildi. Pop müziği öne çıkmıştı. Daha çok Avrupalı topluluk ve şarkıcılar geliyordu. Elektronik aletler yaygınlaşıyordu. Bir yere kadar gitti bu. Cazın geçirdiği krizden sonra cazcılar da pop müziğe yönelmişlerdi. Onların yaptığı müzik, tabii daha kalite ve gençlere cazı sevdiren öğeler taşıyordu. Bizden büyük olan müzisyenlerle çalışmaya başladığımızda, onlardan caz üstüne oldukça şey öğrendik. Bu bilgilerle kendi çabamızı birleştirip, gelişmeye çalıştık. Dışarı-dan olanak oldukça metotlar getiriyorduk.
Etkilenmelere gelince, özellikle bas olarak soruyorsanız, pek çoğundan etkilendim diyebilirim. Hepsinin farklı bir tarzı var ve hepsinden öğrenecek pek çok şey var. Ama dinlemekten hiç bıkmayacağım, en başta gelenleri saymak gerekirse, Ray Brown, Scoott LaFaro, Paul Chambers, Charlie Mingus diyebilirim. Yenilerden Miroslav Vitous, N.H. Orsted Pedersen, Eddie Gomezk, Steve Swallow… Bunları dinleyerek eksikliklerini görüyor insan. Ama müziği öğreten asıl saz piyanodur. Bu nedenle de piyanistler beni daha çok etkilemiştir diyebilirim. 20’li yıllardan bugüne olanak varsa, bütün piyanistleri dinlemek gerektiği inancındayım. Bugünkü bütün piyanistler de oralardan gelmiştir. Yalnızca yenileri dinlemek onlardan etkilenmek, derinini bilmediğin için bir yerde tıkanmayı baştan kabul etmek demektir.
Gençlere gelince… Bugün ne acıdır ki. 50 milyonluk bir ülkede, topu topu beş-altı caz kontrbası çalan müzisyen var. Genç bir cazcının görerek dinlemesi çok önemli bence. Bugün bizim zamanımıza göre daha çok müzisyen geliyor dışarıdan belki, ama bu da çok yetersiz. Bizlerse ancak bir yere kadar öğretici olabiliriz. Bu nedenle de. Kontrbasla caz çalmak isteyen biri için, olanağı varsa dışarı gitmekten başka çare yok. Çünkü burada her şeyi keşfetmek, üstelik çoktan keşfedilmiş şeyleri veniden keşfetmek gerekiyor. Bu da neden yeni müzikçilerin yetişmediğini açıklıyor sanıyorum.

Kolaycılık göze çarpıyor

Sayın Durukan, izlediğim kadarıyla kurduğunuz topluluklarda hep genç müzisyenlere yer verdiniz. Bize genç müzikçilerin genç cazcıların durumu hakkında neler söyleyebilirsiniz? John Coltrane, piyanist Thelonious Monk’un müzikle ilgili bir sorunu olan bütün müzisyenlere yardım ettiğini bir usta olarak kendisinin de gelişmesinde çok etkili olduğunu söylüyordu. Cazda böyle bir usta-çırak ilişkisi var. Bizde nereye kadar geçerli bu? Gençler ustaların kendileriyle ilgilenmediğini söylüyor.
– Gençlerle birlikte çalmak nasıl bir şey, önce onu anlatayım. Bir topluluk en az haftanın üç-dört gününü, hatta mümkünse, daha çok çalışma yapmayı gerektirir. Ama gençler bütün zamanlarını bu çalışmaya ayıramı-yorlar, ayırmak istemiyorlar. Hatırlıyorum, biz eskiden haftanın her günü 09.00-17.00 arası yemeği bile unutarak çalışırdık. Yalnızca suçlamak için söylemiyorum, ama sanıyorum gençler görebildiğim tanıyabildiğim kadarıyla kendilerini tümüyle müziğe vermiyor. Vermek istemiyorlar. Örneğin, çalışma saatleri dışında müzik tartışmaları olmuyor. Günlük yaşamları müzikle dolu geçmiyor. Tabi içinde bulun-dukları koşulları, olanakları, toplumsal problemleri, gözardı etmiyorum. Ama yine de bir kolaycılık hemen göze çarpıyor. Kısa yoldan sonuca ulaşma isteği görülüyor. Bir gösteriş merakı da var bunun yanında.Usta-çırak ilişkisi elbette çok önemli. Bugün dünyada büyük müzisyen olanlara bakarsanız, hepsinin birlikte bulunduğu bir usta mutlaka vardır. Ama gençlerin bir şeyler öğrenebilmek için uğraşmaları gerekiyor. Kimse bir yeteneği bulmak için uğraşmıyor bugün. Siz kalkıp kendinizi kanıtlamak, o ustaların kapısını çalmak, kısacası sağa sola saldırmak zorundasınız. Ama Türkiye’de bunun zor olduğunu da kabul etmek gerekiyor. Bir kere müzisyenlerin ekonomik koşulları buna elverişli değil. Bu arada gençlerde rastladığım bir başka sorun da şu: Genellikle eski müziği bilmeden bir yerden hemen başlamak istiyorlar. Ben eski müziği çalsınlar, demiyorum ama onu bilmek gerekli. Hatta yalnız cazı değil, klasik müziği de bilmek, dinlemek o imkânları duymak gerekli. Yoksa yapılan bir yere kadar gider orada tıkanır. Altyapısı sağlam olmadığı için, tıkanır. Bir yere gitmez, bilinçsizdir, çünkü. Taklitten başka bir şey çıkmaz ortaya. Şimdi birtakım dershaneler açılıyor, bir caz okulu yok ama. O dersanelerde caz çalgıları öğretiliyor, müzik öğretiliyor. Bunlar bizim zamanımızda yoktu. Sonra bugün Türkiye’de birçok notayı, birçok metodu, birçok plağı bulma bir öğreticiye gerek kalmadan bir şeyler öğrenebileceğiniz kitapları dışarıdan getirtme imkânı var.
Bütün bu zorluklar ve olanaklar bir yana, hepsinden önce gelen şey, bizde araştırmacılık yok. Her alanda böyle bu. Herkes hazır olanı almak istiyor. Kimse öğrenmek isteyeni gelip bulmaz, öğrenmek isteyen öğrenmenin yollarını bulur, imkanları biraz da kendisi yaratır. Bence müziği, gerçekten seven, müziksiz bir yaşamı düşünmeyen birini, hiçbir zorluk durduramaz. Gerisi bahanedir. Bunun dışında müzik sistemli bir çalışma ister. Ve müzikten bir şey beklenmez. Şunu söylemek istiyorum, şu kadar çalışmayla, şu aşamaya gelirim, gibi bir denklem kuramazsınız müzikte. Müzisyen elinden geleni yapar, çalışır ve gerisini zamana bırakır. Yetenek ve çalışmaların onu götüreceği yere gider. Bıraktığı yerde de bir başkası devralır… Bu bir hayran yarışı gibidir, bitmeyen bir yarış, senin bıraktığın yerden, yaptığını bir başkası, başka yönlere götürür.
(Kürşat Başar / Mart 1987 / Gösteri Dergisi)

Özgün olmayan müziği aynen çalmak hatadır

Sayın Oğuz Durukan siz yaklaşık 15 yıldır müzik dünyasında etkin olarak bulunuyorsunuz. Türkiye’de hafif müzik hareketlerinin başladığı yıllarda da genç topluluklarda yer almıştınız. Bize o günleri anlatır mısınız?
– Sanırım 1961-62 yıllarıydı. Henüz lise öğrencisiydim. Yani 15-16 yaşlarında. O sıralarda piyano çalıyordum ve semtteki arkadaşlardan da müziğe meraklı olanlarla birlikte zaman zaman uygun bir yer bulup kendimize göre bir şeyler çalıyorduk, önceleri iddiasız çalışmalardı bunlar, zamanla ciddiye almaya başladık. Sonra ciddi bir topluluk oluşturduk ve önce Tarabya’da sonra da Nişantaşı’nda bir kulüpte çalışmaya başladık.
O zaman ailelerin tepkisi neydi?
– Önceleri böyle uğraşlarımız olmasına seviniyorlardı. Ama iş ciddileşince bir rahatsızlık başladı.
Nasıl olanaklarla çalışıyordunuz?
– Yer olarak evde kimsenin olmadığı zamanlar buluşuyorduk. Genellikle piyano bulunan bir evdi bu. Aletlerimizi alıp oraya gidiyorduk. O sıralar elektrikli gi-tarlarımız filan yoktu. Zaten eldeki aletler de oldukça eski, basit şeylerdi. Ama bunun yanı sıra yeni bir canlanma vardı gençler arasında. Belki de şimdikinden daha fazla olanak vardı bu nedenle. Örneğin, sanırım 62-63 yıllarıydı. Site Sineması’mn üstünde Çatı Kulüp vardı, İlham Gencer burada çalanların dışında gençleri de lanse ederdi. Biz de orada gidip çalardık. Ayrıca o zamanlar filmden önce Site Sineması’nda yarım saat kadar bir müzik çalınırdı. O zaman da genç gruplar sahneye çıkardı.
Türkiye’de kimler vardı meşhur olarak?
– Örnek olarak aklıma gelenler arasında İsmet Sıral Orkestrası, Süheyl Denizci, Rüçhan Çamay, Ertan Anapa, Tülay German, Erol Büyükburç, Gökçen Kaynatan var. Bu sırada bir sürü de genç topluluk belirmeye başlamıştı. Tabii çalınan müzik hep yabancı müzikti, caz ve rock’n roll ve o zamanın büyük orkestra müzikleri. 1960 ihtilali sonrasında Amerikan müziği etkisi giderek azaldı. Bu sırada İtalyan ve Fransız müziği önem kazandı ve pek çok İtalyan. Fransız topluluk ve şarkıcılar gelip konserler verdiler. Ardından da biraz geç olarak Beatles olayı geldi. Beatles’ın gelişi sanırım 64-65 sıralarıdır. Onlarla birlikte o zamana göre oldukça değişik gelen ve yadırganan İngiliz müziği akımı başları. Ben o sıralarda basgitara geçmiştim. İngiltere’yle ilişkilerimiz vardı ve bu sayede orada olup bitenleri anında burada öğreniyorduk.
O sıralar siz Haramiler topluluğunu kurmuştunuz yanılmıyorsam?
– Evet. Haramiler’de ben, Uğur Dikmen, Asım Ekren, Çetin Yorulmaz, Koray Oktay vardı. Sonra değişmeler oldu. Biz Haramiler olarak İngiliz müziğine yönelmiştik. Org ve anfilerimiz gelmişti. Animals, Small Faces gibi toplulukların müziğini çalmaya çalışıyorduk. Ama Beatles çalmazdık. Çünkü onların sesleri çok karakteristikti ve bizde öyle üç ses vokal yapacak kimse yoktu, öyle olmayınca da o müziğin esprisi olmuyor inancındaydık. Beatles olayı bizde patlayınca önce çok yadırgandı. Alışılmışın çok dışında bir müzikti.  Yapı bakımından da, çalgılarını kullanışları açısından da sözleri ve söyleyiş biçimleriyle de oldukça farklıydı. Onunla birlikte uzun saç modası da başladı.
(…)
(Kürşat Başar / Şubat 1985 / Gösteri Dergisi)

Share.

Leave A Reply

two × 3 =

error: Content is protected !!