Şerif Muhittin Targan / Azametli bir çalışma arzum var; okumak, çello çalmak, resim yapmak istiyorum

0

Türk müziğinin önde gelen besteci, udi ve çellistlerinden Şerif Muhittin Targan’ın 1950’de İstanbul’a konser vermeye gelen efsanevi çellist Gaspar Cassado tarafından övgülere boğulduğu söylenir. İşte bu iddialara kaynak olan Nizamettin Nazif röportajı.

 

Müziğin en ilahi tesiri yaylı sazlardan viyolonsel (1) adı verilen büyük kemanından yayılır.
Şark’ta kemençe neyse Garp’ta keman odur.
Garp’ın büyük kemanı da Şark’ın küçük kemanı gibi iki diz arasında çalınır. Virtüözlüğü en güç edinilen alet bu olsa gerek.
Şark’ta iyi kemençeci ne kadar azsa, Garp’ta da viyolonselci o kadar azdır. Düşününüz bir kere, büyük Cemil (Tamburi) kendisini bile büyük kemençe artisti saymak istemezdi.
Büyük Cemil’in kemençede dahî üstad olduğu halde kendisine tamburi dedirtmesi, kemençe üstadlığının kolay erişilmez bir paye olduğuna inanışından ve zahmetli bir sanat zirvesi olduğunu işaret etmek isteyişinden ileri gelmiştir.

Cassado: Şerif Muhittin’in İstanbul’da olduğunu bilseydim konser vermeye tereddüt ederdim

Garp’ta viyolonselin tanınmış son üstadı (Gaspar) Cassado’dur. Cassado’nun her konseri dünyanın her medeni merkezinde bir sanat hadisesi halini alır. Bu üstad geçenlerde İstanbul’a da geldi ve sanat derecesine uygun bir anlayışla karşılaştı. Buna sahiden hayret ettik.
“Şark müziğinin en ihtişamlı kalesinde, Garp müziğinin bu derece kudretli bir anlayış derecesine ulaşmış bulunması benim için tatlı bir sürpriz olmuştur” dedi. “Fakat bana asıl hayret veren nedir bilir misiniz? Bu günkü sanat dünyasında en büyük viyolonsel üstadı olan artistin İstanbul’da bulunduğunu öğrenişim… İnanınız bana; eğer Şerif Muhittin’in aranızda bulunduğunu bilseydim burada bir konser vermeyi kabul ederken çok tereddüt ederdim. Şerif Muhittin, milletler arası ölçüden yalnız ‘büyük’ değil ‘erişilmez’ derecesini de almış bir artisttir.”
Ve, Cassado İstanbul’daki son ikametinde, mukavelesinin kendisine bıraktığı bütün serbest saatleri Şerif Muhittin’in yanında geçirdi.
Onları yan yana görmekten ve konuşmalarına iştirak etmekten büyük bir zevk duyacağım şüphesizdi. Hattâ Muhittin bir gece, evinde, zevcesi Safiye Ayla tarafından Cassado şerefine verilen partiye beni davet etmek zarafetini de göstermişti. Hata ettim belki… Ama İzmir’e gitmeyi tercih ettim. Şimdi kolay kolay giderilmeyecek bir ziyan içindeyim. Viyolonselini dinlediğim Cassado ile hem viyolonselini hem udunu dinlediğim Şerif Muhittin ‘i baş başa, karşı karşıya sanat gösterirken rahatlıkla görmek her zaman mümkün olabilir mi? Hayır!
Bu yazıyı yazmazdan iki gün önce, ziyaretine gittiğim zaman, Şerif’ten özür diledim. “Yazık!” dedim “Büyük bir fırsat kaybettim. Hele beni şahsen davet etmiş olduğunuzu da hatırladıkça, ayrıca cidden üzülüyorum.”

Beni Amerika’ya sunan Godowski’nin
portresini yaptım, en başarılı resmim oldu

Beni çalışma odasında kabul etmişti. Boyunu biraz daha uzatan ve endamının o taklit edilemez vekarına bir şarklı zarifliği katan deve tüyünden şarklı maşlahını giymişti. Yakası ve dikiş yerleri altın sırma işlerle süslü bu maşlahın geniş yenleri arasından eski bir meşin cildin bir ucu gözüküyordu. Bana yer gösterirken sordum:

Safiye Ayla ve eşinin otoportresi

Ne okuyorsunuz?
“Şeyh Galip…”
Diyecek oldu. Nitekim, bu sırada oturduğum sert yaylı somyadan zıplayan bir iki kitap halı üstüne yuvarlanmıştı. Eğilip alırken bunlardan birinin açılan yapraklarına gözüm ilişti:
Notalar… Ve notalar…
Dikkatsizlik ettim, diyecek oldum.
En geniş müsamahayı ilan eden bir gülümseme ile mukabele etti.
“Doğru söze ne denir, dostum? Dikkatsizlik kelimesini tam yerinde kullandınız. Az önce onunla uğraşıyordum. Az sonra yine onunla uğraşacağım. Çalıştığım yerini kaybettirdiniz ama
ehemmiyeti ne acanım? Buluruz gene…”
Yerden alırken kapadığım nota dergisinin kapağına baktım. Kocaman harflerle yazılmış şu kelime gözüme ilişti:
GOZOVSKİ… (Doğrusu: Godowski, bkz dipnot 2)
“Tesadüfün büyük hatasını şimdi anladım” dedim. “Gozovski sizin Amerika’daki büyük dostunuz…”
“Dost, şüphesiz… Ama o kadar büyük insandı ki, dostum demeğe dilim varmıyor. Yani, beni himaye eden, desek daha doğru olur. Size söylememiştim sanıyorum; Amerika’ya beni takdim eden Gozovski olmuştu.”
Şeyh Galip’i, bir mushafı yerine koyar gibi yüksek saygılı bir tavırla kitap rafına yerleştirdikten sonra…
“Yaptığım resimler arasında en çok onun portresinde muvaffak olduğumu sanıyorum” dedi. “Temiz hatırası ruhuma o kadar kudretle nakşedilmiştir ki bu neticeyi pek tabii saymak iktiza eder.”
Kolumdan tuttu. Koridoru, holü ve iki salonu geçtikten sonra bir piyanonun önünde durdu:
“Bakınız… Ne kadar canlı değil mi?”
Haklıydı.
Bu öyle bir portreydi ki, piyanonun üstünde duran bir resim değilmiş de sanki Gozovski piyano çalarken bir aynadan görünüyormuş gibi duruyordu.
Gözüm bu portreden duvarları dolduran ve etajerleri süsleyen başka tablolara sekti. Hayretle sordum: Nereden çıktı bu kadar resim? Eminim ki önceki gelişimde bunları görmemiştim…
“Sandıklan açtım da…”
Peki ama bunların hepsi sizin eserleriniz.
“Tabii…”
Resimle uğraştığınızı bilmiyordum.
“Çok çalıştım efendim…”
Bir sedir üzerinde taze ezilmiş boyalarında güneş ışıldatan bir paletle üç – beş fırça duruyordu.
Hâlâ çalışıyorsunuz galiba?
“Vallahi efendim ne yaptığımı ben de bilmiyorum. Azametli bir merakım ve çalışma arzum var. Okumak istiyorum, viyolonsel çalmak istiyorum, dahası resim yapmak istiyorum.”
– Ve ut çalıyorsunuz.
“Bunu da kim söyledi?”
– Bütün gazeteler Cassado’ya hususi bir konser verdiğinizi yazdı.
“Sizde de bir şey sır kalmıyor ki… İlave ediniz öyleyse… Bir kaç yeni beste de hazırladım.”

Abdülhak Hamit’in gözündeki ışık

Paletin yanı başında bir kenara dayalı portreye dikkat edince bunun Abdülhak Hâmit’e ait olduğunu gördüm. Tabloya yaklaşınca izahat vermeye lüzum gördü:

Targan, Hamit portresiyle

“Tek gözlükteki ışıklarda bir değişiklik yaptım. Daha iyi oldu, sanırım.”
Eski halini bilmediğim için bir şey söyleyemem, dedim. Fakat bu tablo benim gördüğüm birçok Hâmit portresinden üstündü.
Hele tek gözlük bir hârika üstad…
Sonra evin duvarlarını birlikte dolaştık. O izah ediyordu:
“Bu Çamlıca’daki evimizden bir enteriyör…”
Küçük balkona açılan kapıdan giren akşam güneşinin loş bir salonda vişne çürüğü, incecik kadife kaplı bir Lui Kenz koltuğa vuruşu ne mükemmeldi!
“Bu, İsviçre’deki sanatoryumun bahçesinden bir parça.”
Leman Gölü kıyılarından, mini mini kasabaları alemsemadan kopmuş parçalanmış sandırtan rengârenk gardenyalarla öbek öbek dolu bir bahçe. Fırçanın bir mucizesi!
“Burası efendim, New York’un hasta yattığım odanın penceresinden görülen bir manzarası.”
Hayret! Ne gökleri delen 150 katlı garip binaları ne milyonluk çekler ödeyen banka gişeleri ne ışıklara boğulmuş o mahut Brodvey ne yüzlerce geminin bir anda yanaşıp kalktığı ultramodern liman bölgesi! Demek ki sinemaların ve havadis gazeteleri fotoğrafçılarının bize aksettirdikleri New York’u tayyettiniz mi bambaşka şehir beliriyor.
Sefaletler şehri.
Bu tablodan ayrılırken kendimde bir gurur hissettim, dünyanın en bulunmaz eserleriyle dolu şu İstanbul şehrine gelen seyyahların kenar mahallelerimizde dolaşıp çamurlu sokaklarda dilenci resimleri çekmek merakını affettim. İşte bizden de biri çıkmış, ruhunun üstünlüğünü tanıtmak için gözüne sunulanları değil gözden saklananları aramış, bulmuş ve tesbit etmiş. Artık Amerikalı seyyah dilediği kadar Eyüp fıkarası fotoğrafı çeksin. Hakikî New York, Şerif Muhittin’in duvarında asılı duruyor.
Kahvelerimizi içerken saatine baktı…
“Sizden bir şey rica edebilir miyim?”
– Hay hay.
“Mehmet Âkif’in mezarını bugün ziyaret edebilir miyiz, vaktiniz var mı?”
– Neden olmasın?
“Gözlerinizi hâla New York manzarasından ayırmıyorsunuz.. Ruzveltzade de bu resmi yaptığı günlerde bu yıkık damlara tıpkı sizin gibi gözlerini daldırır ve ‘olmayor! olmayor!’ derdi. Bütün insanları refaha ulaştırmak mümkün olmayor..”
“İnsan adammış” diyecek oldum…
“Öyle olmasaydı beyefendi Mehmet Âkif gibi bir kâmil insan ona o azametli şiiri ithaf eder miydi? Babası iki defa cumhurbaşkanı seçilmişti. Sonradan yeğeni ve eniştesi yani kızkardeşinin zevci olan diğer Ruzvelt de üç dört defa cumhurbaşkanı seçilmiştir. Bu zat kadar temiz ruhlu insana ben hayatımda pek rastlamadım. Tam adı Arçibald Blak Ruzvelt’tir (3).
10 dakika sonra Şerif’in arabası Yeni Köprü’den geçiyordu. Sol eliyle sağ pazusunu oğuşturduğunu gördüm:
— Ne var soğuk mu aldınız?
“Yoruluyorum beyefendi. Viyolonsel pek yorucu. Konser için hazırlanmaya mecbur olmasam vallahi bu zahmete dayanamayacağım. Bir saat çalıştınız mı Almanya İmparatoru Vilhelm kadar yoruluyorsunuz.”
Vilhelm kadar mı?
Şakrak bir kahkaha attı…
“Evet.. Ama Berlin’de saltanat sürdüğü zamanki Vilhelm kadar değil, Hollanda’da ikamete zorlandığı zamanlardaki Vilhelm gibi… Malum tahtından ayrıldıktan sonra İmparator vaktini bir şatoda odun kesmekle geçirdi. Bir saat viyolonsel çalmak testere ile 20 dakika odun kesmek kadar insanı yorar.”

Mehmet Akif’in mezarında

İstiklâl şairi büyük Âkif’in mezarı Edirnekapı dışındadır. Fakat gittikçe çoğalan o ak mermerden âbideleri ile Bergama’nın ihtişamlı günlerini hatırlatan o şehitlikte değil, boynu bükük taşları ve kelleşmiş üç beş servisi ile sapa bir yolun bir kenarındaki fakirler mezarlığında.
Lahitsiz, taşsız, yeşilliksiz ve kitabesiz tümsekler kenarından dolanan bir patikada yavaş yavaş ilerledik. Taze örülmüş bir mezar yanında durup şapkamı çıkarınca Şerif de başını açtı. Bu ölüler diyarını saran sükûn içinde şu som mermerin sessizliği kadar gök gürültüsünü andıran nara işitilmiş midir?
Âkif’in taşında göz beyhude yere bir “Hu-elhallâh-ül bâki” veya bir “ey zair” arıyor. Orada Âkif, istiklâl şairinin şu kıtası tarafından himaye edilmektedir:

Korkma! Sönmez bu şafaklarda
yüzen al sancak
Sönmeden yurdumun üstünde
tüten en son ocak
O benim milletimin yıldızıdır parlayacak;
O benimdir, o benim milletimindir
ancak!

Şerif taşı okşadı. Sonra el bağladı, başını önüne eğdi, dünyanın halkedildiği gündenberi ve ebede kadar duaların en beliği olan ve olacak olan yaşayan insan sessizliğine daldı.
Ona baktım. Yaşı akmayan gözlerle ağlıyordu. Mermer lâhdin boş yerlerinde şimdi Safahatın o hicranlı daveti iz’an gözü ile görülebilen hatlarla beliriyor gibiydi:

Zaman ıssız, mekân ıssız, görünmez kimse meydanda
Gel ey dâhi-i-gayb sanatın pek bîkes arkanda.
Uyansın gel ki mızrabınla Şarkın dalgın eb’adı,
Kıyametler koparsın her telin bir sesle feryadı.
Türâb olmuş emeller, silkin üp
çıksun mezarından.

Güneş batıyor.
Fakirler mezarından ayrılıyoruz.
Heyecanlı her Türkün gönlüne alevler nakşetmiş büyük artistin mezarına bir daha baktım: Sallanan bir çınardan sonbahar bir kaç yaprak daha düşürdü.
Bu gece dükâh saz semaisini çalarken Şerif Muhittin ağlayacaktır.
(Nizamettin Nazif / 16 Ocak 1951 / Bizim Yıldızlar Dergisi / Arşiv çalışması, redaksiyon: Serhan Yedig )

(1) Orijinal metinde geçen tüm viyola sözcükleri viyolonsele dönüştürülmüştür.

(2) Polonya kökenli Amerikalı piyanist, besteci Leopold Godowsky

(3) ABD başkanlarından Thedore Roosevelt’in beşinci oğlu, banker Archibald Roosevelt

Share.

Leave A Reply

15 − 9 =

error: Content is protected !!