Faruk Yener / Pek az yanılgıya düştüm

0

Bir çağdaş besteci, müzik eleştirmenini sorgu koltuğuna oturttuğunda neler olabilir? İşte sıradışı bir örnek: İlhan Usmanbaş soruyor, Faruk Yener yanıtlıyor. Müzik yazarı, radyo programcısı Yener “Her Plağın Bir Öyküsü Var” gibi programlarla klasik müziğe çok sayıda dinleyici kazandırmıştı. Hazırladığı Müzik Kılavuzu uzun yıllar önemli başvuru kaynaklarından biri oldu. Milliyet’teki yazılarıyla da müzik dünyasını yönlendirdi…

 

Fotoğraf: Serhan Yedig

Bizler boş sayfaları doldurarak bestelerken bunların seslendirme ve yargılanma olanağını hemen hiç düşünmeyiz. Sizlerin düşünü ise başkalık taşıyor olmalı. Açıklar mısınız?
– Sizler düşünmeseniz bile ben yeni bir müzik yapıtı dinlerken bu müziğin yazılı kaynağından işçiliği de izler anlatılmak istenenin özünün yanı sıra sarf edilen emeği kollarım. Eleştirilerimde bu emeğin hakkını gözetmişimdir daima.
Sizin bir yapıt ya da seslendiriden kısa süre sonra her ikisi çevresinde de yargı göreviniz var. Bu görev sizinle birlikte dinlemiş olanlarla sizin aranızda bir bağ getiriyor. Acaba bu konuda ne düşünüyorsunuz?
-Dinleyicinin bir tür temsilcisi olup olmadığımı, bu konuda bir yetkimin bulunup bulunmadığını düşünmüş durmuşumdur. Bu kuşku sonucudur ki onlarla ilintimi sürdürüp durur, olanaklar elverdiğince sezdirmeden onların da yargılarını, izlenimlerini derlemeye çalışırım.

İçimdeki sürekli korku: yanılmak

Yargılarınızı o günün ortam ve koşullarına göre mi, yoksa geleceğin getireceği koşullara göre mi yapmayı öngörürsünüz?
– Bir eleştirici yeterli bilgi ve görgü birikimine sahipse geleceğe dönük yargılamada pek güçlük çekmez. Sakın kendime pay çıkardığımı sanmayın, dinlediğim yeni bir yapıtın kalıcılığı konusunda pek az yanılgıya düştüm. Uzun yıllar önce bir yapıta kalır teşhisi koymuşsam çoğunlukla kaldığını görmüşümdür.
Bir müzikçi olarak pek çok besteci ve yapıt çevresinde seslendirildikleri zaman yapılmış eleştirilerilerin hâlâ geçerliliğine inanıyorum. Örneğin, Hanslick’in Wagner konusundaki eleştirileri ya da Çaykovski “keman konçertosu”nun saldırılara uğraması, yahut Beethoven’in Eroica Senfonisi’ gibi… Bence Wagner estetiği hâlâ eleştirilebilir, Çaykovski “Keman Konçertosu”nun yüzeyselliği Brahms “Keman Konçertosu” ile kıyaslandığında kolayca belirir, Beethoven’in ‘Eroica Senfonisi’ gereksiz uzundur. Eleştirici olarak çağın çerçevesi içinde kalmaktan ya da belirli bir kamp tutmaktan korkar mısınız?
-Hemen yanıtlayayım, hem de çok korkarım, doğaldır bu… Tutuculuktan kaçmışımdır hep. Verdiğiniz bir örneği alalım; Hanslick’in koyu bir Brahms yanlısı oluşu Wagner’e beslediği düşmanlığın önemli nedenleri arasındadır. Bir başka örnek; tenkitçi Charles Lalo’nun, Debussy’nin La Mer (Deniz) adlı o eşsiz yapıtını dinlediğinde “Denizi ne gördüm, ne de duydum” gibi bir yargıda bulunması… Zaman geçmiş bu söz her çağda tebessümle karşılanmış, sanatta tutuculuğun baş örnekleri arasına girmiştir. Bu konuda ihtiyatlı davranmak, geleceğe belirli bir orantıda hak tanımak doğru olur kanısındayım. Yıllar boyu koşullar zaman içinde değişimleri de getiriyor. Örneğin bir Mahler bazı kez ilgi odağı olmuş, sonra kulak arkası edilmiş, bir süre sonra tekrar yüceltilmiştir.

Fotoğraf: Serhan Yedig

Bir bakıma yanılmaktan korkuyorsunuz?
-Bir eleştirici için doğal değil mi? Yanılgı korkusu süreklidir bende. Tersini düşünürsek bu kez duygularımın baskısında kaldığım anlaşılır ki yansızlık kuşkusu yitip gider o takdirde.
Bir yapıtı ilk kez dinlemeden önce o yapıt konusunda belirli bir hazırlık yapar mısınız? Örneğin bilgi derler, bestecisiyle konuşmayı dener misiniz?
– Eğer elde bir ‘program’ varsa, programlı yapıt ise bu programı okumakla yetinirim o kadar, çünkü önemli olan bir ‘seslendiri olayı’nın, bir somut fiziksel olayının etkisiz değerlendirilmesidir.
Bir yapıtı daha sonra türlü yorumculardan dinlediğinizde o yapıt çevresinde yargı değişimine düşüyor musunuz?
-Hayır. Temelde önemli olan ilk seslendiri, ilk izlenimdir, seslendirici tarafından uygun görülen ayırtıların sevabı da günahı da ona aittir, yapıtı irdelemez bu davranış. Yapıtın içeriği, anlamı, mimarisi daha ilk seslendiride kalıcı bir yargı getirmiştir öncelikle… Ulvi Cemal Erkin’in İkinci Senfoni’si değişik yöneticiler tarafından seslendirilmiştir, her yönetici örneğin Niyazi, Lessing, Perrison, Şimşek, Aykal kendilerine göre ayırtılar katmışlardır ama yapıtın aslını, öz değerini herkes savunmuş durmuştur.
Demek oluyor ki seslendirinin ardında yapıtı daima kolluyor, görüyorsunuz.
-Doğal değil mi bu?
Yeni bir yapıtı dinlediniz, beğenmediniz ama yapıt bitti, salon alkıştan inliyor. Nasıl açıklarsınız bunu?
-Duyarlı bir noktaya bastınız. Bu olay ilk dinlenen bir yapıt için değil, müzik edebiyatındaki pek çok verim için de geçerlidir. Yüzeysel kaldığı, içeriksiz olduğu kesinleşmiş nice yapıtın coşkun alkışlarla karşılandığını siz de görmüşsünüzdür. Örneğin Gounod’nun ‘Faust’ operasından bale müziği seslendirildiğinde gösterilerle karşılanması onun yüzeysel bir yapıt olduğu kanısını değiştirir mi?
Bu olay sizi nasıl bir yargıya götürür?
-Yargı olsa olsa seslendiriye dönük kalır. Faust bale müziği çevresindeki değerlendirme yıllar önceye uzanır. Eğer yeni bir yapıtta aradığımı bulamayışıma karşın alkış derlenmişse yapıt bir hoşgörü payı almıştır. Dinleyiciye ilgiyle izlediği dakikalar yaşatmış, kolay yoldan da olsa yararlı bir sonuç getirmiştir. Eleştiride yapıtın bu yönü de vurgulanacak, bu arada yüzeyde kaldığı da belirtilecektir. Beri yanda böylece dinleyici ile ortaklığa da ihanet edilmemiş olacaktır.
Orkestra ve seslendiricilerimizin çağdaş müziğe eğilimi hemen hemen yok gibi. Kazara çağdaş bir yapıt girmişse programa okuyucularınızı özellikleri konusunda aydınlatma gereksinmesi duyar mısınız?
-Yazılarımı okuyorsanız değil yeni yapıtlar, en klasikler için bile elverdiğince birkaç açıklama tümcesi katarım yazıya. Yeni yapıtı tanıtmak için her kaynağa başvurur, gerekirse bestecisinden de bilgi alırım. Bu gibi yardımcı bilginin Batı’da da geçerliğini unutmayın. Yararlı bir hizmettir bu…

Müziği yönlendirmek görevim

Müzik hareketlerini yönlendirmekle de yükümlü sayar mısınız kendinizi?
-Kuşkusuz. Eğer ülkenin genel müzik politikası, eğitimi açısından ise böyle bir davranış aynı zamanda görev sayılmalı.
Seslendirenlerin, örneğin bir orkestranın programında kendinizce uygun bulmadığınız düzenlere karşı çıkar mısınız? Örneğin bir senfoninin aynı mevsimde dört kez yinelenmesi gibi.
– Bir başka duyarlı nokta daha… Dinleyiciye yardım amacıyla bu gibi durumlarda anımsatmalar yapmak kuşkusuz zorunlu oluyor. Fırsat buldukça bu gibi durumlara değinirim.
Yazılarınızı kimler okuyor sizce? Müzikçiler “okumuyorum” derlerse yanlış bir iş yaptıkları inancındayım. Bir sanatçı kendi alanıyla ilgili her yazıyı okumak zorundadır bence.
– İlk eleştiri yazım 1943 yılında yayınlandı, çocuk sayılırdım daha. Düzenli olarak 1950’de başladım eleştiriye, inanın günümüze dek hiç bir ters tepki almadım, ilke olarak daima olumluya dönük kaldım. Yazılarım okumasını istediğim kimselerce okunuyor sanırım. Önce müzikçilerden çoğunun izledi-ğine eminim, çünkü onlardan bazı görüşler alıyorum bunu kanıtlayan. Ülkemiz çelişkilerle doludur bilirsiniz. Bir bakarsınız aklınıza gelmeyen bir kesimden biri övgü dolu mektup yazar, bir başkası bilgi ister, ummadığınız kimselerden ummadığınız mektuplar alırsınız. Radyo konuşmalarım konusunda da durum aynıdır.
Besteci veya yorumculardan hiç tepki aldınız mı?
-Bestecilerimizden hiç ters tepki almadım bu güne dek. Bizim gibi çok sesli müzik alanında henüz büyük aşamalar görülmeyen bir ülkede yetişmiş olanları Batı’nın verimli ortamında olduğu gibi gerekli gereksiz hırpalamak bilmem ne denli yerinde olur. Ben bestecilerimizde hangisi olursa olsun peşin yargıyla olumsuzu arayamam, tersine olumlu ve soyluyu gözetirim hep. Önce beğenmeye çalışırım. Ama örneğin New York Times’ın Harold Schönberg’i, Süddeutsche Zeitung’un Joachim Keiser’i, Le Monde’un Pierre Petit’si ya da Kurrier’in Kari Löbl’ü böyle düşünmez, hoşgörü yoktur. Çünkü “Amasya’nın bardağı…” sözü geçerlidir oralarda…

Basınımız eleştirmeni önemsemez, hakkını ödemez

Beş gazetemizde beş ayrı eleştirici olsa sanırım kendinizi böyle bir denetime zorlamayacaksınız. Siz överseniz belki bir başkası yerecek ve bir denge kurulacak. Sizce eleştirici meslekten bir müzikçi mi olmalı, yoksa müzik kültürü birikimi çok geniş biri mi?
– İşin ideali kuşkusuz her ikisinin sentezi… Yalnız, müzik tarihine baktığımızda besteci olan eleştiricilerin ister istemez yan tuttuğunu görürüz. Weber öyleydi. Berlioz, Debussy, Wolf da öyleydi… Yalnız Schumann bu sentezin en yüce örneği sayılmıştır. Beri yanda besteci, müzikçi olmayan bir Bernard Shaw olağanüstü güzel ve yansız eleştirileriyle hemen tümünden de etkindi belki. Çünkü bir eleştiricide en çok aranan niteliklerden birine, yazarlık yeteneğine ve geniş bir müzik kültürüne sahipti. Bu arada acı bir noktaya değineyim, ne yazık ki bizde müzik eleştiricisi yetişmiyor. Ve daha da acısı günlük basınımız biri ikisi dışında sanat eleştirilerine yer vermiyor. Oysa 30 yıl önceleri durum daha olumluydu. Yalnız müzik alanında Nadir Nadi’nin, Fikri Çiçekoğlu’nun, Dr. Bülent Tarcan’ın, İlhan Mimaroğlu‘nun, Selmi Andak’ın, benim ve daha başkalarının eleştirileri haftada birkaç kez yer alırdı gazetelerimizde. Genel ortamdaki değişimler bu güzel alışkanlığa son verdi, bu tür hizmetler sanat dergilerinde kaldı.
Eleştirici yetişmemesi acaba bu mesleğin gerektirdiği pratik zorluklardan mı kaynaklanıyor? Konserleri izlemek gibi…
– Bu da bir neden… Basınımız eleştiri gibi önemli bir kültür hizmetine yer vermediği gibi, bu gibi hizmetleri yapanlara hak ettikleri karşılığı da ödemez…
Siz bu meslekten memnun musunuz?
– Eğer yurdumuzda meslek sayılıyorsa tüm ters koşullara karşın yanıtım evet. Ben bu mesleği bir tür zevk ve sevgi nedeniyle sürdürüyorum. Yoksa geçimimi bu işten sağlamam düşünülemez. Biliyorsunuz, Batı’da büyük gazetelerin yalnız müzik için sayısı dördü beşi bulan maaşlı, hem de dolgun maaşlı eleştiricileri vardır. Bir Guardian’ın sanat sayfasında her gün en azından üç müzik eleştirisi bulursunuz.
Evet, bizde eleştiriye değer verilmemesi aynı zamanda kültür yaşamımız yönünden sağlam bir kroniğe sahip olamamamıza da yol açıyor. Söyleşimizde sanırım önemli bir konunun can alıcı noktalarını gözettik…
– Söyleşimiz ve dertleşmemizi sürdürmek için pek vaktiniz de kalmadı sanırım. Bana böyle bir fırsatı verdiğiniz için sağolun!
(İlhan Usmanbaş / Aralık 1982 / Gösteri Dergisi)

                                                                                                   NİÇİN Mİ ELEŞTİRİYORUM
Yüzyılımızın büyük Alman ozanı Hermann Hesse “Her sanatın kaynağı sevgidir. Her sanat yapıtının değeri ve kapsamı sanatçının sevgiye olan yeteneğini belirler” demişti. Bu sözdeki gerçeğe inancığımdan ötürü sanat yapıtında sevgiyi ararım ben. Sanatçının ortaya koyduğu yapıt sevgiyi ne derin bir güç ve içtenlikle yansıtabilmiş, seslendikleri insanlar bu sevgiden ne kadar pay alabilmiştir? Bir müzik yapıtının dinleyiciye iletiminde aracı bu sevgiyi ne ölçüde sindirmiş, sindirmişse duyurabilmiş midir? Soyutun genellikle ağırlık taşıdığı bir sanat kolunda üretici ile tüketici arasındaki ilişkiye uzanıp bu soruların yanıtlarını öznel değerlendirmelerle vermeye kalkışmak öteden bu yana tartışıla gelmişse de bu girişimde bulunanlara gereksinme yadsınamamış eleştiri kurumu başka sanatlarda olduğu gibi müzikle bağdaşıp kalmıştır. Bu işlevi her çağ ve ikimde önemli sayılmış bir görev bildiğimden ötürü sürdürüyorum. Eleştiri ve eleştiricinin sorumluluğunu kestiriyor, aynı zamanda “eleştiri kolay, sanat güçtür”‘ sözünün doğruluğuna inanıyorum. Hele hangisi olursa olsun sanat yapmanın ne denli zor olduğunun bilincindeyim. Sanatçı olamayışımdan ötürü sanatçıya karşı duyduğum olağanüstü hayranlığın bilinçaltı payı var bu duyguda belki. Çağdaş İngiliz tiyatro adamı Kenneth Tynan’ın “Eleştirici yolu bilip de arabayı kullanamayan kişidir” sözünü bu nedenle doğru bulurum. Gerçi araba kullanamıyorum ama uzun çalışmaların, görgü ve incelemelerin birikimiyle oluşmuş bir yol bilgisinin arabayı kullanana yardımı elbette önemlidir. Eleştirinin, böyle bir yardımı kabul edenlere yarar sağladığını deneylerimden anlıyorum. İlke olarak eleştiricinin yansız olması gereğine saygım var. Bu açıdan bakıldığında güven sağlamış bir eleştiricinin niteliksiz bir yapıta ya da bir “aracı”nın baştan savma seslendirisine tepkisi  “uyarı” sayılmalı, nitelikliye olan övgüsü daha parlak bir geleceğin müjdesi kabul edilmelidir. Büyük İngiliz düşünürü Francis Bacon’un “Eleştiriciler, soylu kişilerin giysileri için gerekli fırçaya benzer” sözü bu savların bir benzetişle anlatımıdır sanırım. Müzik eski Grek çağından bu yana pek çok düşünürün temel konularından biri olmuş, yakın çağlarda Jean Jacgues Rousseau’lardan başlayarak Friedrich Nietzsche’lere, günümüzde Theodor Adorno’lara kadar gene pek çok düşünür bu sanatla insan ilişkilerini aramış incelemiştir. Büyük orkestra yöneticisi Hans von Bulow ise “Başlangıçta ritm vardı” diyerek müziğin insanla doğmuş bir sanat olduğunu savunmuştu, haklıydı. Müziğin ya da en yalın tanımlamayla güzel tınılar dizisinin böylesine güçlü etkisi insanı her çağda yakından ilgilendirecek. Bu sanat varlığını gene insanla sürdürecektir. Daima daima yenilenerek, gelişerek, sevgiyle yoğrularak. Neden mı eleştiriyorum? İnsanların güzelle ve sevgiyle daha yetkin koşullarda kaynaşıp özdeşleşmesi için…
(Not: Faruk Yener, 2001 yılında 78 yaşında hayata veda etti)

Share.

Leave A Reply

4 × 5 =

error: Content is protected !!