Adnan Saygun / İlahi aşka inanmasam Kerem’i yazar mıydım?

0

1953 baharında, Kerem operasının sahnelenmesi vesilesiyle gazeteci Nihal Yeğinobalı, Adnan Saygun’u evinde ziyaret eder. Bestecinin ve eserinin öyküsünü dinler. Röportaj iki hafta üst üste 20. Asır dergisinde yayımlanır…

 

Adnan – Nilüfer Saygun

1948 senesinde Ankara Devlet Operası açılırken sahneye ilk Türk operalarından birinin birinci perdesi konmuştu.
Birinci perdesi oynanan operanın adı Kerem, yaratıcısı ise büyük musikişinasımız Adnan Saygun’du.
Aradan dört sene geçti. Kerem operasının aslı ve tamamı ancak şimdi sahneye konabiliyor. 1948 ve 1953…
Bu iki tarih bize opera yazmanın ne kadar çetin ve muazzam bir iş olduğunu anlatmaya kâfi. Zira 1948’de ilk sahnesi oynanacak halde olması için operanın yazılmasına daha evvel başlanmış olacağı aşikârdır.
Opera yazmanın başka her hangi bir musiki çeşidi bestelemekten çok daha karışık ve uzun bir iş olduğu muhakkak.
Başka bestelerde musikişinasın nazarı itibara alacağı bir kendisi var bir de çalgı veya orkestra.
Halbuki opera yazmak, bestekârın dışında bir çok unsurlarla ilgili: Bir kere eserin librettosu, yani sözleri, güftesi var. Sonra orkestra var. Sonra şarkılar var.
Şarkıcılarla orkestranın ahenkli çalışmasını temin etmek var. Şarkıcılarla orkestranın bestekârla ahenkli çalışmasını temin etmek var. Sahneler var. Dekorlar, kostümler var. Danslar var.
Kendisini evinde ziyaret ettiğimde Adnan Saygun’a Kerem’i kaç senede tamamladığını sordum:
– Tam beş senede tamamladım, diye cevap verdi. “Fakat fikir çok daha evvelden zihnimde mevcuttu. Ta 1944 senesinde denemelere bazı şeyler karalamaya başlamıştım. O zamandan beri çok değişti, tabii…”

Mevzuyu tamamen değiştirdim

Operanın ismine niçin masal gibi “Kerem ile Aslı” demeyip sadece “Kerem” dediğini sorunca,
– “Masalın mevzuunu tamamen değiştirdim de” dedi ve sonra anlatmaya başladı. Önce çekingendi, fakat gitgide coşarak, âdeta Keremleşerek anlatıyordu.
Kerem tamamen mistik mahiyette bir eser. Mevzuun temasını insanın dünyevî aşkla ilâhi, semavi aşk arasında bocalaması teşkil ediyor. Bu bakımdan Adnan Bey’in meşhur Yunus Emre oratoryosuna benzer. Zira orada Yunus Emre’nin ölüm ve Allah fikirleriyle karşı karşıya gelişi, mücadelesi ve nihayet hakikate erip huzura kavuşması vardı. Kerem’de ise “hakikat” semavi aşkla temsil edilmiş.
İlk sahnede Kerem, Aslı’yı dünyevi bir aşkla sevmektedir. Sahnenin sonunda, masaldaki gibi Aslı anası ve babasıyla o diyardan uzaklaşır ve Kerem onu aramak için yollara düşer.
İkinci perde Kerem’in Aslı’yı aramasıdır. Aynı zamanda gencin kendi iç âlemindeki mücadele ortaya vurulur. Et ve kemikten ibaret olan Aslı mı, yoksa ilâhi Aslı mı? Yani dünyevi günah olan aşk mı yoksa saf, semavi aşk mı? Bir mezarlıkta duraladığı zaman ihtiyar bir adam ona yaklaşır. Bu ihtiyar Kerem’in kendi iç âleminin sembolüdür. Gence hakikate, semavi aşka erişebilmesi için ölüm iksirini içmesi gerektiğini söyler ve ona bir kâse içinde ölüm iksiri uzatır. Fakat Kerem henüz tam manasıyla olgunlaşmamıştır. Kâseyi alır ve kırar. Daha fazla ıstırap çekmesi lâzımdır.
Üçüncü perdede Kerem hakikat beldesine girmiştir. Ama bundan henüz haberi yoktur. Burada Karl Aslı’nın babasıdır.
Aslı’nın babası onu tanır. Kızının Kerem’i hâlâ sevdiğini, ne zamandır onu aradıklarını söyler.
Böylece düğün dernek yapılır. Tam şerbetler içileceğinde ikinci sahnedeki ihtiyar gene meydana çıkar ve “Sen ölüm iksirini içeceksin!” diye Kerem’e bir kase sunar. Kerem artık çilesini doldurmuştur. Kaseyi alır ve iksiri içer.
Eser bir epilog’la sona eriyor. Burada sonu görünmeyen yüksek bir merdiven vardır. Merdivenin dibi bu dünyayı, üstü ise hakikat dünyasını temsil eder. Kerem merdivenin dibinde beklerken koro halinde bir davet sesi gelir. Bu arada ilahi Aslı’nın, yani semavi aşkın, hakikatin sesi de duyulur. Ve Kerem ağır ağır mistik dünyaya doğru çıkar…
Bunu anlatırken Adnan Saygun’un duyarak konuştuğu o kadar belliydi ki eserin felsefesine, tasavvufi mistik aşka inanıp inanmadığını öğrenmek istedim.
“İnanmazsam yazmazdım, değil mi?” dedi.
Ona böyle mistik mahiyet taşıyan bir eserin seyirci kütlelerine hitap edip etmeyeceğini sordum. Fakat bestekârımız onu da düşünmüş. Mevzuun dış görünüşünde mistiklikle bir alâka yok. İsteyen onu düpedüz bir masal olarak dinleyip seyredecek. Anlayan, inanan da mistik manaları satırlara, şarkılara, sahnelere kendisi nakşedecek. Yani kalp dünyevi, ruh mistik. Çeşitli ve çok unsurların bir araya gelmesinden doğan operanın yazılması, bestekarın anlattığına göre, üç merhaleden geçmiş.
İlk önce mevzuun planı hazırlanırmış. Sonra perdeler ve sahneler iyice tespit edilip güfte, yani libretto yazılırmış. En sonra da bestekâr oturur güftenin kasnağı üzerine musikisini örermiş.

Librettoyu yazan Selahattin Batu bende az çekmedi…

Kerem’in librettosu Ankara Zîraat Fakütesi profesörlerinden Selâhattin Batu’nun eseri. Adnan Saygun, ondan bahsederken “Benden az çekmedi” diyor. Bana eserin librettosunu havi kitabı gösterdi. İnsanı ürkütecek büyüklükte. Orkestranın her sazı için öyle bir kitap doldurduğunu düşününce irkilmemek elde değil…
Kerem’in provaları tam 6 ay sürdü. Üstadın konservatuardaki derslerinin haricinde kalan hemen hemen bütün zamanı provalara hasredilmişti. Her gün provadaydı, öğleden evvel orkestra, öğleden sonra şan provası, sonra hepsi birden, sonra gece ayrı ayrı…
Sırtında bir gömlek, elinde bir değnek, saçları alnına dökülmüş bir halde orkestrayı ve sanatkârları idare ederken bazen coşuyor, fakat hiçbir zaman itidalini kaybetmiyordu… Daima nazik ve mütevazı. Sonra ter içinde provaya ara veriyor ve istirahate çekiliyordu.

Hayatı sabır ve mücadeleyle dolu

Bir eseri tamamlamak için beş sene beklemek… Sonra da 6 ay yıpratıcı, amansız bir şekilde çalışıp en nihayet eserin bir bütün olarak sahneye konduğunu görmek. Kerem’in çilesini doldurmuş hakikatin asudeliğine ermesi gibi bir şey.
Adnan Saygun’un böyle külfetli bir işe atılması ne büyük imkânsızlıklar içinde yılmadan sonuna kadar çalışması hürmet edilecek, hayran kalınacak bir şey… Ama şaşılacak şey değil.
Zira büyük bestekârımızın bütün hayatı sabır, mücadele ve yorucu çalışma ipliklerinden örülerek alın teriyle meydana getirilmiş rengârenk, nadide bir seccadeyi andırıyor. Adnan Saygun bu günkü müzik olgunluğuna erişebilmek için nice sanat çileleri doldurmuş!

25 meslek değiştirdi

O zamanlar İzmir’de bir kırtasiyeci dükkânı vardı. Adnan adında genç bir lise mezununun babası, oğlu iş tutsun diye açmıştı. Ama Adnan’ın aklı işte değil, piyasada, musikideydi. Günlerden bir gün babasına:
“Dükkânda kalem kâğıt satıyorum da niçin nota satmıyorum?” diye sordu. “Nota da kâğıt!”
Böylece dükkânda nota da satmaya başladı. İş notayla kalmadı. Adnan:
“Notaları alanlar dinlemek de istiyorlar,” diye allem kallem ederek babasını dükkâna bir piyano getirmeğe razı etti.
Artık elinizdeyse o kırtasiyeciden alış veriş edin! Kapıdan içeri bakıp bir şey isteyen her müşteri bir tok cevap alıyordu: “Yok!” Zira Adnan sözüm ona müşterileri için getirttiği piyanosunun başından kakmaya bir türlü kıymadığı için bütün müşterileri savıyordu.
Bir sene sonra dükkânın iflâs edip kapanmasına şaşmamak gerek.
Kırtasiyeci dükkânı işletmek büyük bestekârımız Adnan Saygun’un liseyi bitirdikten sonra, musikî mesleğine intisap edinceye kadar değiştirdiği 25 işten ancak bir tanesi. Adnan Bey dükkânı açmazdan evvel İzmir Postanesi’nin mektup gişesinde ve su şirketinde memur olarak, dükkânlarında da çırak olarak çalışmıştı.
Musiki istidadı Adnan Saygun’a ailesinden geçmiş değildir. Kendisi küçük yaştan beri aşırı bir derecede duyduğu musiki merakının gelişmesinde İzmir idadisinin büyük rol oynadığını söylüyor. Bir bakıma bu mektep müstesna bir yerdi. Bir kere burada hevesli çocuklara her türlü çalgıyı öğreten musiki üstatları vardı. Sonra bütün çocuklara uydurma ve baştan savma değil de, hakiki solfej öğretilirdi. Bu idadiye 4 yaşında giren Adnan 6 yaşında solfeje ve 12 yaşında da piyanoya başladı.
Piyanoya başlar başlamaz bestekâr olup kendini musikîye vermek istediğini anladı. Daha o zamandan ufak telek, basit bestelerde elini denemeye başladı. Kompozisyon çalışmak isliyordu ama o zamanlarda İzmir’de kitap nerde? Hoca nerede?
Onun musiki düşkünlüğü ailesi tarafından fena karşılanmakla beraber musikiyi meslek edinmesini kimse istemiyordu. Derslerden bilhassa matematikte pek kuvvetli olan küçük Adnan zihnini musiki sevdasına kaptırıncaya kadar doktor olmak hülyaları kurardı. Hülya bile denmez, düşünürdü işte. Liseden mezun olunca babası:
“Seni istediğin fakülteye göndereyim oğlum” dedi.
“Aç kalırsın!” diye onu kandırmaya çok çalıştı fakat sonunda oğlunun arzusuna boyun eğmek zorunda kaldı.

Fransızca ansiklopediyi Türkçeye çevirdi

Memurluk… Çıraklık… Dükkancılık… Seneler geçiyordu ve Adnan Saygun çaresizlik içindeydi. Fransızca bir armoni kitabı bulmuş, Türkçeye çevirip kendini yetiştiriyordu.
Nihayet önünde sihirli bir alemin kapıları açıldı: Milli Kütüphane… İzmir Milli Kütüphanesi’ne memur tayin edilen en genç heveslinin ilk olarak musiki raflarını karıştırdığını tahmin edersinizl Burada 31 ciltlik Fransızca bir ansiklopedi buldu. Kendisini ilgilendiren bölümlerini satır satır tercüme etmeye başladı. Sonunda 6 ciltlik bir eser elde etti. Bu tercümelerin bir kısmını bana da gösterdi. Yarabbi ne kadar büyük bir itina ve titizlikle her çizginin üzerine nasıl da yazmıştı onları! Bir elinden tutan, bir yol gösteren olsa diye beklemekten usanmış ve her şeyi kendine öğretmeye azmetmişti besbelli.
Kendini iyi yetiştirdi. 1925’te Ankara’ya giderek Musiki Muallim Mektebi’nin sınavlarını verdi ve İzmir Lisesi’ne müzik öğretmeni tayin edildi.
Adnan Saygun istediğine erişmiş, müziği meslek edinmişti. Ama kendine nasıl mücadele dolu, çetin, meşakkatli ve çapraşık bir yol seçmiş olduğundan acaba haberi var mıydı?
1928’de bir imtihana girip Paris’e gitti. Orada 3 sene en meşhur hocalarından ders alan genç musikişinas bu Musiki Muallim Mektebi’ne hoca oldu. 1934’de mektebin lağvedilmesiyle Cumhurbaşkanlığı Senfoni Orkestrası şefliğine geçti. Az sonra hastalandı.
O zamana kadar muhitiyle hayli çarpışmış olan Adnan Bey bu sefer de hastalıkla etmek zorunda kaldı. Tam 7 ay yattı ve iki defa ameliyat oldu. 1936 – 1939’da İstanbul Konservatuvarı’nda çalıştı. 1947’de Ankara Konservatuvarı’na kompozisyon
hocası olarak döndü. Hala orada. İşte Adnan Saygun meslek hayatını böyle aktarıyor.

L’Humanite hariç tüm gazetelerin eleştirmenleri Yunus Emre oratoryosunu beğendi

Adnan Saygun’u memleketimizde müzikseverlerin dışındakilere tanıtan hadise, tuhaftır ki memleket dışında şöhret temin eden Yunus Emre oratoryosunun Paris’te seslendirilmesi olmuştur.
Bu büyük eser Avrupa’da çalındığında tam 36 eleştiri yayımlanmıştı ve işin güzel tarafı hepsi lehteydi. Ancak buruk bir lezzet taşıyan yegane tenkit bir komünist gazetenin söz erinden geldi. Bu gazete oratoryo için:
“Bir üstad elinden çıktığı belli olmasına rağmen eser bir kokteyle benziyor” demiş fakat sonradan “Bununla birlikte hoş bir kokteyl” diye ilave etmekten kendini alamamıştı.
Yunus Emre oratoryosu Avripa’da çalındığı zaman Alman orkestra şefi Preatoryus:
“Adnan’ın Avrupa’da çalınan ilk eseri değildir bu” demişti. Zira bundan 15 sene önce Saygun’un Paris’te yazdığı Divertimento isimli eser uluslararası bir yarışmada birinciliği kazanmıştı.
Tuhaftır ki Adnan Bey’in karısı Nilüfer Hanım’la tanışmasına da bu Divertimento ile Praetoryus sebep olmuştur.
Peşte Konservatuvarı’nın şan bölümünden mezun ve aslen Macar olan Nilüfer Hanım (İren) bir turne sırasında Türkiye’ye uğramış, üstad Praetoryus’un genç bir Türk bestecisinin eserini yöneteceğini duyunca “Bakalım nasıl bir şey” diye merak edip konsere gitmiş. Adnan Saygun bu arada,
“Malum, Macarlar kendi müzikleriyle son derece iftihar eder” diye güldü… “Nilüfer de konsere benim bestemi önceden küçümseyerek gitmiş!”
Küçümseyerek gitmiş ama dinledikten sonra da fikrini değiştirmiş. Genç besteciyle tanışmakta ısrar etmiş. Sonra da…
“Sonra da burada kaldım işte” diye gülümsüyor.
Şen, zarif ve zeki bir kadın olan Nilüfer Hanım’a bir dahi ile evli olmanın nasıl olduğunu sordum.
“Hiç zor değil” diye cevap verdi.

Bestelerini zihninde tasarlar, piyano başına oturmadan kağıt kalemle tamamlar

Zira Adnan Saygun ekseri sanatkarlara atfedilen asabi ve kaprisli hallerden pek uzaktı. Nerede olsa, ne zaman olsa, nasıl olsa çalışabilir. Bestelerini piyano başında çıkardığı nadir. Ekseriyetle eline kalemi alır, masanın başına geçer ve başlar ve başlar sayfaları nota ile doldurmaya. Bestelerinin önceden, en ince detayına kadar zihninde tasarlar ve bunları sayfaya aktarır.
Bu sebeple müsvettesiz yazar. Bana Kerim’in notalarını gösterdi. Hakikaten sayfaları tertemizdi. Kerem operasının New York’ta sahnelenmesi ihtimalinin çok kuvvetli olduğundan bahsediyordu. Memleket dışında oratoryodan başka ne gibi eserlerinin çalındığını merak ettim. Brüksel, Londra, Paris ve diğer Fransız radyolarında sık sık bestelerinin çalındığını söyledi. Türkiye’deki ilgisizlikten hayli şikayetçi olduğu belliydi.
“Avrupa’da yaşamak ister miydiniz?” diye sordum.
Büyük vatansever Saygun, Türk folkloruna çok meraklı. Dünyada bir müziksever olarak şöhret yaptığı kadar aynı zamanda halktan biri…
Folklora yakın olmasıyla da nam salmıştır. Dünya Halk Müzikleri Konseyi’nin üyesi. Her dört yılda bir yaptığı toplantılardan sonuncusuna Erzurum’dan bir folklor ekibiyle katıldı. Meşhur davulcu Kara Yılan’ı bu sayede meşhur etti.
Vatan sevgisi evinden bile belli oluyor. Kapı ve pencelerdeki perdelerin ışıltılı güzelliği karşısında hayran kaldık. Bunların renkli, yollu köy kumaşı olduğunu o bize söyledi.
Raflarda Türk işi seramikler, duvarlarda Hasan Kaptan’ın resimleri… Macarken Türk olup ismini Nilüfer yapan karısı… Ve hepsinden daha yerli, daha Türk olan kendisi… Siyah çerçeveli gözlükleriyle, uzun boylu, kartal burnu, munis, düşünceli gözleriyle medarı iftiharımız Adnan Saygun.
Onunla konuşabilmek ne kadar zor olmuştu, bilseniz. Bir kere o günlerde gece gündüz Kerem’le meşguldü. Sonra:
O “Hayatımda gazetecileri ilgilendirecek bir şeyim yok” diye ısrar ediyordu.
Nihayet onu razı edip evine gittiğimiz zaman bu çekingenliğin tamamen tevazudan ibaret olduğunu anladım. Zira baştan aşağı hem gazetecileri hem okuyucuları alakadar edecek kadar renkli ve enteresanmış.

Oratoryodan sadece 400 TL kazandım

Bilhassa Atatürk hakkındaki hatıralarını zevkle dinledim. İran Şahı’nın Türkiye ziyareti şerefine Atatürk, Saygun’a Türk-İran dostluğunu temsil eden Feridun isimli efsaneyi bir sahne eseri olarak hazırlamasını söylemiş. Bu sayede ahbap olmuşlar. Adnan Bey, ondan hep “Gazi” diye bahsediyor. Ve “Başka türlü adamdı” diyor. “Kendisi alaturka şarkıları severdi ama herkes sevmesin isterdi. Zira Türk musikisinin istikbalini ancak Garplılıkta görürdü. Çok geceler köşke gider, sabahlara kadar orada kalırdım. Önce ciddi meseleler konuşuyordu. Sonra sabaha karşı Gazi neşelenir ve çalalım, söyleyelim, derdi.
Tuna boyları türküleri söylermiş. “Ağlaya ağlaya yüreğime kan doldu ” ve “Bilal oğlan” gibi türküleri hem söyler hem ağlarmış.
“Başka türlü adamdı. Garp musikisiyle çok alakadar olurdu. Hoşlanır ve severdi. Bana sorardı, ben de anlatırdım.”
Onun bu alakasını gören Paris’teki Uluslararası Müzik Konseyi’ne fahri üye seçilen ve yabancı radyolarda sık sık eserleri çalınan Adnan Saygun’un memleketimizdeki ilgisizlikten ne kadar şikayetçi olsa hakkı değil mi?
Yunus Emre oratoryosundan hepi topu 400 lira kazanmış.
Ama ne bileyim bizde de pek fazla suç yok. Bize de yol gösteren, örnek olan, öğreten az. İlgilenmiyorsak onunla iftihar etmediğimizden değil. Nasıl ilgileneceğimizi bilemediğimizdendir.
(Nihal Yeğinobalı / 20. Asır dergisi / 11-18 Nisan 1953 / Arşiv çalışması: Zeynep Erdoğan / Dizgi, redaksiyon: Serhan Yedig)

Share.

Leave A Reply

two + six =

error: Content is protected !!