20.yy’ın ilk çeyreğindeki önemli yazar ve gazetecilerimizden Ahmet Rasim aynı zamanda besteciydi. “Bir kendime, bir hali perişanıma baktım” en tanınmış şarkılarından biriydi. Rasim’den bu şarkının öyküsünü dinleyen Mahmut Yesari, öğrendiklerini yıllar sonra gün ışığına çıkarmıştı.
9 yıl evvel, bu mecmuayı çıkarmak teşebbüsüne geçtiğimiz sıralarda, rahmetli Mahmut Yesarî, hazırlıklarımızı görünce:
– Size Ahmet Rasim’in iki şarkısının acı hikâyesini yazayım, okuyucuların çok hoşuna gidecek! dedi.
Sonra bize bu iki şarkının hikâyesini anlattı:
Bir kış günü rahmetli Agâh -Cumhuriyet gazetesi muharrirlerinden- matbaaya geldi. Ahmet Rasim’in bizi çağırdığını söyledi. Beraber Kadıköyü’ne geçtik. O sırada Ahmet Rasim Cevizlik’te üç odalı bir evde oturuyordu. İçeriye girdiğimiz zaman üstadı üstü kadehler ve mezelerle dolu sofrası başında ve dostlarının ortasında bulduk. Elini öptük, bir kenara oturduk. Üstad dalgındı. Hemen hepsi saz ve söz ehli dostlarına, eski havaları okutuyor, çaldırıyordu.
Sönük, yorgun gözleri, artık uzak birer hayal olmuş, hatıralara dalmıştı.
Karşısında oturmakta olan genç tanburcu, Rasim’in, tazeliği uçmayan eski bir şarkısına başlamıştı:
Bir kendime, bir hali perişanıma baktım,
Zalim, seni yâdeyleye, ah eyleye çaktım,
Sen yoksun, o yok, ben yalnız çıldıracaktım,
Zalim, seni yâdeyleye, ah eyleye çaktım.
Ahmet Rasim, bu şarkıyı, önündeki kadehi parmakları arasında çevire çevire dinledi.
Büsbütün dalgınlaşmış, durgunlaşmıştı gözleri yarı kapalı, uyuyor gibiydi. Karşısında oturanlardan, onun en yakınlarından biri, yavaşça yerinden kalkmıştı:
– Beybaba, yatacak mısınız?
Üstat, gözlerini yarı açtı, kaşları çatıldı, anlaşılmaz bir homurtu ile, “hayır!” der gibi elini oynattı. Dostları onun huylarını bildikleri için, birbirlerine bakıştılar ve birer birer sessizce kalkıp gittiler.
Agâh’la ben de davranmıştık. Üstat, yanından kalktığımı hissetmiş, birden uyanıvermişti, eliyle: Siz, oturun! diye işaret etti.
O kadını yıllar sonra Kadıköy vapurunda gördüm
Gözlerini açtı, etrafına bakındı, odanın boşalıvermiş oluşuna hiç şaşmadı. Yarılanmış kadehten bir yudum aldı, gözleri tekrar kapandı, dudakları arasından, boğuk, pürüzlü sesiyle, fakat tam “usul”le, “falsosuz”, “bir kendime, bir hali perişanıma baktım” şarkısını söylemeğe başladı.
Şarkıyı bitirince, bir yudum rakı içti, küçük bir tabak içindeki tuzlu leblebilerden bir iki tane aldı, uzun uzun çiğnedi.
Kısa bir sükûttan sonra:
– Bu şarkının, bende çok derin, unutulmaz bir hâtırası vardır, dedi. Bir zamanlar Mehmet Celal Andel merhumla Ahmet Refik, ben, Büyükada’ya postu sermiştik. bir kadını seviyordum.
Güldü. Niye güldü? O zamanki sevgisine mi, bunu hatırlayışına mı, şimdiki haline mi gülüyordu?
– Çok güzel, çok kibar bir kadındı. Size, bir aşkın safahatını uzun uzadıya anlatacak değilim. Bütün sevgilerde olduğu gibi, günün birinde, araya soğukluk girdi. Ben Ada’da duramadım. Kalamış’a geçtim, Todori’nin gazinosuna kapağı attım. Akşam olunca, dertlerim kabarırdı. Maceramızı bilen bir arkadaşım vardı, onunla dertleşirdim. Perişan bir haldeydim. İçtiğim rakı değil, sanki zehirdi. Unutmak istiyordum, fakat unutmak istedikçe, onu daha kuvvetle hatırlıyor, daha candan anıyordum. Karanlık bastırdıkça, ayrılık acısı da bastırıyordu. Yalnızlıktan çıldıracaktım. O gece, demin söylediğim şarkıyı yazdım, besteledim. Bu şarkı, o geceki hâlimi anlatır.
Makamla değil, konuşur gibi şarkıyı tekrar etti:
Bir kendime, bir hali perişanıma baktım,
Zalim, seni yadeyleye, ah eyleye çaktım,
Sen yoksun, o yok, ben yalnız çıldıracaktım,
Zalim, seni yadteyleye, ah eyleye çaktım.
Aradan seneler geçti. bu aşk ateşinin üstüne de karlar yağdı, bu ateş de söndü. Ben, aşk fırtınasından kurtulmuş, hayat kasırgalarına tutulmuştum. Çok sıkıntılı, fena günler geçirdim. Vaktinden evvel çöküyordum. Sevdiğim kadın, bir gün Kadıköy vapurunda beni görmüş, yanındakilere:
“Aman, Rasim Bey ne hale gelmiş!” demiş. Dostlar, bunu, hemen bana yetiştirdiler. Öyle bunalmış bir zamanımdı ki, böyle acınışa üzülmedim.
Zaman onu da yıprattı
Aradan yine seneler geçti. bir gün, Kadıköy vapurunda, o kadına rastgeldim. Ne hale gelmiş, yarabbim, ne hale gelmiş, solmuş, sararmış, zayıflamış, kötülemiş, bitmiş! Eve döndüm, zavallının perişan, mükedder hali, gözlerimin önünden gitmiyordu. O zaman da şu şarkıyı yazdım, besteledim.
Üstat, gözlerini kapadı, boğuk, pürüzlü sesiyle, tam “usul”le “falsosuz” okumağa başladı:
Sen söyle ne oldun, yine âvâre mi kaldın?
Candan sevenin kalmadı, ağyâre mi kaldın?
Şaştım, seni gördüm de perişan ve mükedder!
Benden beter oldun, daha bîçare mi kaldın?
Sönmüş o güzel gözlerinin nuru – nigâhı,
Uçmuş o keman kaşlarının reni – siyahı,
Tutmuş seni en sonra demek gönlümün ahı,
Benden beter oldun, daha bîçare mi kaldın?
Sustu, içini çekti. Kadehi eliyle itti, kalkmak istedi:
– Bana, Yervant Ağa’yı gönderin.
Her ikisi de nur içinde yatsın, Ahmet Rasim gibi Mahmut Yesarî de, yine böyle ümitsiz bir aşkın içinde çırpınarak hayata gözlerini yummuştu.
(Selim Sezgin / Radyo Magazin / 1953 / Arşiv taraması: Zeynep Erdoğan / Dizgi, redaksiyon: Ferruh Yazıcı)