1950 yılının son günlerinde Cemal Reşit Rey, İtalya, Fransa, Hollanda, Avusturya turnesine çıkmaya hazırlanıyordu. İki konseri Roma ve Viyana radyolarından dünyaya yayımlanacaktı. Bu vesileyle kapısını çalan gazeteciye müzik yaklaşımını anlattı. Klasik müzikte Türk ekolünün Avrupa’da yeşereceği kehanetinde bulundu: “Sanat müziği dinleyicisi Türkiye’de çok az, bu nedenle Türk Ekolü Avrupa’da yeşerecek, dinleyici yetiştiğinde ülkesine dönecek.”
Alaturkacılar için bu isim cazip gelmeyebilir!
Böyle şey yok!
Alaturkacı, alafrangacı yok. Gerçek müzik sevenler, her iki musiki de hakikî güzeli tâdabilenlerdir; Cemal Reşid Rey tam Türktür; büyük bir Türk ailesinin zeki, hassas, mükemmel bir çocuğudur; Türkçe düşünür, Türkçe yazar.
O, musikinin en zoruna el attı; kelimeleri değil, mefhumları (kavramları) konuşturuyor; yüksek musikinin malzemesi nağmedir ve nağme, ifadesini kelimelerde değil, mefhumlarda bulur; fakat herkes bu mefhumlarla dost olamayacağı için Cemal Reşid Rey güzidelerin musikişinasıdır; işte, bunun isbatını, bir büyük dünya gazetesinden, onun hakkındaki bir yazı ile verelim:
“Cemal Reşid’in Kromatik Konçertosu ilk defa çalındığı zaman, bestekâr, piyano ile orkestraya iştirak ediyordu. Bu konçertonun birinci kısmı canlı bir allegrodur; bu allegroda flüt ve diğer sazlar arasında, âdeta bir diyalog görülmektedir. Konçertonun adagiosu ise dramatik bir renk ihtişamı içindedir. Bu kısımda piyanonun orkestraya bağlı olarak çaldığını işitiyorsunuz; konçertonun finaline gelince, bu kısım kısa ve serttir; bu parça bütünü itibariyle iyi inşa edilmiştir; dinleyiciler tarafından takdirle karşılanmıştır.”
Bu satırlar New York Herald gazetesinde ve Louis Schneider imzası ile çıkıyor. Türk bestekâr Cemal Reşid Rey, Türk sesini Amerika’da takdirle alkışlatıyor.
Salondaki levha
“Bizim Yıldızlar” alaturkacı veya alafrangacı değildir; Türk musikisini. Türk resmini, Türk sahnesini, Türk halkına tanıtmak için çıkıyor.
Müziğimize en ince motifleri işleyen bir bestekâr ve yegâne orkestramızın yegâne şefi olan Cemal Reşld Rey ile, yalnız onun hayranları için değil, yüksek musikiye karşı alâkasız olanlar için de bir konuşma yapmağı düşündük.
Muhabirimiz onun kapısını çalarken, içeriden piyano sesleri duyuluyor… Salona girdiği vakit ise, gördüğü manzara Türk ruhunun bir aynasıdır. Eve sinen her renk ve çizgi halis Türk zevkidir.
Zeki musikişinas, muhabirimizi, anlayış ve nezaketle karşılıyor.
Piyanodur, muhabirin gördüğü ilk eşya…
Sonra eski Türk harfleriyle yazılan levhalardır.
Ve bu levhalardan birinde şu güzel yazı vardır:
“Allah güzeldir, güzelliği sever”
İtalya ve Fransa konserlerim Roma ve Paris radyolarından yayınlanacak
Salonu Doğu’nun göz için işlediği incelikler ve Batı’nın piyano, keman üstadlarının fotoğraflarıyla süslü olan bu değerli sanat adamı, şimdi, musiki sanatımızda temsil ettiği iktidarı tanıtmak için Avrupa’ya gidiyor; muhabirimiz, kendisine bu husustaki fikrini soruyor; Cemal Reşid’in cevabı şu:
– Şimdiki yapacağım turne, İtalya, Fransa ve belki de Hollanda ve Viyana’da olacak. Hollanda Ve Viyana için belki diyorum; zira mart başında İstanbul’da olmalıyım. O tarihte, dünyanın en kudretli keman sanatkârlarından Yehudi Menuhin, İstanbul’a gelecek ve orkestramızla konserler verecek. İtalya ve Fransa’daki turnemi çabuk bitirebilirsem, Hollanda ve Viyana’ya da gideceğim. Aksi takdirde vazgeçerek İstanbul’a döneceğim.
Bu seyahatinizde ne gibi faaliyette bulunacaksınız?
– Önce 9 Ocak’ta Napoli’nin gayet meşhur orkestrası olan Scarlatti Orkestrası’nı idare edeceğim. Bilahare (Ardından) Santa Cecilia Orkestrası’nı vedaha sonra da Paris’te Fransa’nın en güzel orkestrası olan Orchestre National’ı idare edeceğim. Orchestre National, Fransız Hükümeti’nin ve radyokurumunun resmî orkestrası. Konserlerini Téâtre Des Champs-Elysées’de vermekte; ben de orkestrayı orada idare edeceğim ve verilen konser, Paris Radyosu’ndan yayınlanacak. Fransa’dan sonra tekrar İtalya’ya dönerek Roma Radyosu’nda, Venedik, Floransa, Torino ve Milano’da, bu şehrin meşhur orkestralarını idare edeceğim. Programlarda, muhtelif büyük kompozitörlerin eserlerinin yanında, kendi senfonim, piyano konçertolarım ve Enstantaneler isimli eserim de var.
Önümde, Cemal Reşid’in müzik dünyasındaki faaliyetlerini gösteren broşür var. Yapraklarını çevirdikçe üzüntüm artıyor. Şurada, Le Figaro gazetesi Türk sanatkârını göklere çıkarırken diğer tarafta Neues Wiener Tagblatt, La Semaine â Paris veya Le Petit Journal gibi bir hayli dergi ve gazete de onun bestekârlık gücünü alkışlıyor. Örneğin Le Monde gazetesi üstadın, Enstantaneler’i hakkında şunları yazıyor: “… Bu eserler, derin ve insanı hakikati içine alan yerel motiflerdir ve ayni zamanda, fevkalâde sanat gücüne sahip bir sanatçının eserleridir.” Diğer taraftan La Semaine â Paris ise Türk bestekârını “Yalnız piyanoda bile şayanı hayret (şaşırtıcı) efsanevî tesirler yaratan yüksek bir sanatkâr” olarak tavsif etmektedir (nitelendirmektedir).
Tek sesli müzik devrini tamamlamıştır, antikiteye ait olabilir
Kendisine memleketimizdeki musiki havasını nasıl bulduğunu sorduğum zaman bana şunları söyledi:
– Sualiniz tafsilâtlı (ayrıntılı) bir cevabı icap ettirdiği için biraz etraflıca konuşmak itiyorum: Bugün medenî dünyada beynelmilel estetik kaidelerine istinat eden (dayanan) bir sanat musikisi vardır. Bütün milletlere mensup sanatkârlar, beynelmilel mahiyette eserler vermek istedikleri zaman bu kaidelere riayet ederler (uyarlar). Bu kaidelerin başında, tek sesli değil, fakat çoksesli eser yazmak zarureti başgösterir. Zira, modern dünya denen beş asırlık dünyamızın müzik olarak kabul ettiği mefhumda (kavramda), armonisi, kontrpuanı (ezgi, çeşitli melodileri birbirine uydurma sanatı), orkestrasyonu ile çoksesli bir musiki mânası mündemiçtir (içkindir). Bu çok seslilik indî (kişinin kendi kanısına dayanan) bir şey değildir; tabiatta olan bir şeydir; fizikî hâdiselere istinat eder (dayanır). Çoksesli musiki, fizikî hâdiselerin keşfi neticesinde ortaya çıkmıştır. Yani bir kelime ile, çok sesli musikiyi kuran kanunlar, insaniyet tarihimizle kürre-i arzın cazibesi kanunu (yerçekimi yasası) gibi müsbet ve inkar edilemez kanunlar kadar mühimdir. Medeniyetin anlayışına göre, beş asırlık modern dünyamız sanat musikisini ancak bu kanunların çerçevesinde görür ve kabul eder. Bunun neticesi şudur ki; armonisiz, kontrpuansız, orkestrasyonsuz olan tek sesli musiki ancak, devirlerini tamamlamış olan
antikite, Yunan-ı kadîm (Eski Yunan), vesaireye ait olabilir. Fakat derhal şunu da ilâve edeyim ki, sanat musikisi yaratmak için çok sesli musiki sistemini kullanmak da kâfi (yeterli) değildir. şarttır; fakat kâfi değildir. O zaman bir takım estetik prensipleri daha zuhur ediyor (ortaya çıkıyor): ilhamdaki asalet, düşüncelerin derinliği, eserlerin inşa tarzı, renklerindeki zarafet, kuvvet ve tenevvü (çeşitlilik)… Birkaç seneden beri memnuniyetle müşahade (tanıklık) edilebilir ki, memleketimiz de modern ve medenî musiki sanatı alemine dahil olmuştur (girmiştir). Zira Fransa’da, Almanya’da, İtalya’da olduğu gibi bizde de senfoni, sonat, opera, konçerto şekillerinde ve armoni, kontrpuvan ve orkestrasyonu havi (kapsayan) eserler yaratan kompozitörlerimiz mevcuttur. Bu sanatkârların heyeti umumiyesi (büyük bölümü), Türk musiki ekolünü teşkil edebilir (oluşturabilir). Bu mektebin dayandığı Türk sanat musikisi henüz 25 senelik bir maziye maliktir (sahiptir). Bu itibarla, meselâ İtalyan, Fransız veya Alman ekollerine kıyasen (oranla) -ki, bunlar, lâakal (en azından) 3,5 – 4 asırlık bir maziye sahiptirler ve fevkalâde büyük meyvaları vermişlerdir- henüz genç, fakat istikbali (geleceği) ümit dolu addedilebilir (sayılabilir). Burada enteresan bir hususa işaret etmek istiyorum. Güzel sanatlarda, büyük
milletler sıra ile önder rolünü oynamışlardır. Ezcümle (özet olarak) musikide 17’nci asır boyunca büyük bestekârların daha ziyade Fransa ve İtalya’da dünyaya geldikleri müşahade edilmektedir (görülmektedir). 18’inci ve 19’uncu asırlarda ise, büyük musiki sanatkârlarının hemen hemen sadece Almanya’da yetiştiklerini görüyoruz. 19’uncu asrın sonu ile asrımızın bugüne kadar olan kısmında da tekrar Fransız ekolünün yükselmiş bulunması inkâr olunamayacak (yadsınamayacak) bir keyfiyettir (durumdur). Bundan sonra Türkiye’nin, birinci safhaya yükselmeyeceğini kim iddia edebilir? Lâkin (ancak), bizim memlekette garip bir vaziyet vardır: Bahis mevzuu (söz konusu) ettiğimiz sanat musikîsini anlayan ve seven zümre (grup) maalesef bizde pek azdır. Bu sebepten, zannediyorum ki, Türk ekolü, mevkiini, Türkiye’den evvel diğer büyük memleketlerde sağlamış olacaktır. Zira Türk ekolünün meyvalarının tadını takdir edecek hazırlanmış dinleyici kütleleri Avrupa memleketlerinde geniş ve mebzuldür (çoktur). Bundan dolayı, memleketimizde de bu nevi kütleler meydana geldikten sonradır ki, Türk ekolü Avrupa’dan, kendi anavatanı olan Türkiye’ye avdet edebilecektir (dönebilecektir).
Öğrencilerimiz Tristian ve Isolde’nin Wagner eseri olduğunu bilmeli, bazı melodilerini söyleyebilmeli
Sizce, bu hususta ne gibi tedbirler alınmalıdır?
– Berveçhipeşin, ilk mekteplerden üniversitelere kadar bütün gençliğin, musiki terbiyesi, musiki bilgisi ve medenî bir kültüre malik bulunan bir Türk genci, Fransa’nın başşehrinin Paris olduğunu nasıl bilmekte ise, meselâ Tristian und Isolde operasının Wagner’in bir şaheseri olduğunu da o derece bilmeli ve hattâ bu eserin bazı melodilerini de ezberden söyleyebilecek vaziyette olmalıdır. Gençliğin terbiyesi, doğrudan doğruya Maarif Vekâleti’ne (Milli Eğitim Bakanlığı) yüklenmiş olması dolayısiyle, tahsil (öğrenim) çağında bulunan çocuklarımızın musiki terbiyesini de ayni vekâletin (bakanlığın) en ön sırada telâkki etmesi (kabul etmesi) icap eder kanaatindeyim. Bittabi bu mevzuda ana – babanın da mühim rolü vardır.
Sanatkâr, birkaç saniye düşündükten sonra:
– Size, dedi, bir tehlikeyi işaret etmek isterim. Bugün gençliğin içinde bulunduğu tehlikeyi… Maalesef, bir takım mürteci unsurlar, antikiteden kalma bir takım köhne prensiplerle gençliği sinsice ve haince zehirlemekte. Eğer çok kısa bir zamanda bunun önüne geçilmezse modern Türk medeniyetinin tehlikeye düşebileceğine işaret etmek isterim. Türk inkılâbının (devriminin) ve Türk medeniyetinin karşısında bulunduğu bir tehlikeye işaret etmek benim için vatanî bir borç.
Ruhun malı olan musikiyi, bir takım aklî oyunlara âlet etmek isteyenlere karşı bu doğru sözler üzerine bir müddet sustuktan sonra, muhabir soruyor:
Acaba alaturka musikiye ait eski eserlerin melodilerinden istifade ederek (yararlanarak), modern mânada sanat eserleri meydana getirilemez mi?
– Bu, nazik bir noktadır ve bu hususu bir kaç kelime ile izah etmek biraz zordur: Mamafih şu esastan hareket edersek, meramımı daha iyi anlatmam mümkün olur: Kim ne derse desin, muayyen (belirli) makamlarda yazılmış olan bütün tek sesli nağmelerimiz, birbirinin taklidinden ibaret. Zira makam dediğimiz şey sadece bir melodi-tiptir. Bunu, müzisyen doğmuş herhangi biri kolayca tasdik edebîlir (onaylayabilir). Musiki tarihi kitaplarının naklettikleri hâdiseler de bunu isbata kâfidir. Faraza (örneğin) Yunan-ı Kadim’de de, bizde olduğu gibi tek sesli musikî ve makamlar hüküm sürerdi. Bu makamların sosyal ve hattâ politik büyük ehemmiyetleri (önemleri) vardır. Zira bunlar, bir takım dinî ve ahlâkî kanaatlara istinat ederlerdi (dayanırdı). Meselâ yanılmıyorsam, Doristi makamının âlihe Artemis tarafından icat edildiği kanaati vardı. Eski Yunanlıların kavlince (sözüne göre) Artemis, bir nağme bulmuştur. Nağme dendiği zaman muhtelif hareketleri, münhanileri (eğrileri), ilerleyip gerilemeleri, yükselip alçalmaları ve tevakkuflarile (duraklamalarıyla) bir melodi hattı hatıra gelir. Böyle bir melodi hattı, dinleyiciler üzerinde psikolojik bir tesir (etki) uyandırır. Yunanlılar bu tesire (etos) derlerdi. İşte, Artemis’in gûya bulduğu ve muayyen bir etos bahşeden nağmeye doristi makamı denmiştir. Bundan sonra millî bir makam addedilen doristi tarzında yazılmış olan bütün nağmelerin kâffesi (tamamı), Artemis’in bulmuş olduğu melodinin birer taklidinden ibarettir. Bizde de tâ eskiden yerleşmiş olan bu nevi bir kaç tane melodi-tip mevcuttur. Bestekârlarımız, asırlar boyunca bu melodi-tiplerin -ufak tefek değişiklikle- sadece taklitlerini vücuda getirmişlerdir; her seferinde, bu ufak tefek değişiklikleri vesile ittihaz ederek (alarak), yeni bir makam keşfettiklerini iddia ederlerdi. Ekseriyetle (çoğunlukla) de yeni bir makam keşfetmek gayesinin, yüksek makamları işgal eden şahsiyetlerden bir kese altın koparmak gibi hususlarda toplandığını da tarih bize göstermektedir. Makamlar kalıplaşmıştır. Batı musikisindeki gamlar ise, kalıplaşmamış olduklarından, daima inkişaf etmek (gelişmek) istidadındadırlar (eğilimindedir). Binaenaleyh sözlerimizden şu neticeyi çıkarabiliriz ki; sadece taklitten ibaret olan bir yaratma keyfiyeti, elbette bir sanatın mühim gelişmeler kaydetmesine büyük bir mâni teşkil eder. Garp’ta da sekizinci asra kadar ayni hâdiselere tesadüf edilir. Fakat, vakta ki (ne zaman ki) bir tek melodi yerine asgari iki melodinin ayni zamanda duyulması hâdisesi ortaya çıkmıştır; işte o zaman yaratma imkânları birdenbire, tasavvur edilmeyecek (hayal edilemeyecek) kadar genişlemiş ve musikişinasları (müzikseverleri) taklit mecburiyetinden kurtarmıştır. Kanaatime göre modern kompozitörlerimizin yaptıklan şey, eski makamlarımızı aynen alıp veya onlan taklit edip, bunlara birkaç tane armoni veya kontrpuan ilâve etmek değildir. Fakat Yunanlılar dolayısıyle bahsettiğim etos’tan ilham almak mümkündür. Kompozitörlerimiz, eski musikimizin renginden, munhanisinden ve köşesinden istifade edebilir. Bu şekilde meydana getirilen modern mânada sanat eserleri ise, bütün medenî memleketlerde akisler (yankılar) uyandırır. Buna misal olarak Mozart’ın, bizde Türk Marşı diye anılan “Rondo Alla Turco”su gösterilebilir. Bu eser cidden harikulâde güzel bir sanat eseridir. Mozart, Türkiye’yi hiç görmediği halde, Kanunî Süleyman’ın Viyana seferleri esnasında Viyana’ya yerleşen ve orada mehterhane takımlarını da devam ettiren Türklerin musikisinden ilham alarak, mehterhane musikisinin insan ruhunda uyandırdığı etosu fevkalâde bir canlılıkla ve kudretle ifade edebilmiştir. Mozart’ın bu eseri, modern Türk bestekârları için, daima göz önünde tutulması icap eden bir nümune (örnek) sayılabilir.
Caz mühim bir mevzu değil
Kıymetli sanatkârı uzun cevapları icap ettiren suallerle bir hayli yormuştuk. Birkaç hafif sual sormak lüzumunu hissettim: Boş vakitlerinizde, dedim, ne ile vakit geçirirsiniz?
– Bol kitap okurum. şiir okumak da hoşuma gider. Eskiden pek çok roman okurdum. Bilhassa Fransız edebiyatına ait romanları.
Sinemayı sever misiniz?
– Vaktim müsait olursa sinemaya da giderim. Fakat sinemada bir sanat eseri görmenin pek nadir olacağını bildiğim için, film iyi olmasa dahi sukutu hayale (düş kırıklığına) uğramam. Maamafih sanat eseri sayılabilecek filmler gördüğümü de hatırlıyorum.
Caz müziğini nasıl buluyorsunuz?
– Kendi yerinde, kendi saatlarında, kendi havasında bir müzik. Mamafih, gayet iyi prezante edilmiş (icra edilmiş) parçalara da tesadüf ediyorum (rastlıyorum). Fakat caz mevzuu, mühim bir mevzu değildir. Caz dünyası, birkaç dakika içinde hulâsa edilebilecek (özetlenebilecek) bir mevzudur .
(Yazarı belirsiz / 26 Aralık 1950 / Bizim Yıldızlar / Arşiv çalışması: Serhan Yedig / Redaksiyon: Ferruh Yazıcı)