Enise Can / Şöhrete düşkün değilim

0

Radyoda sesini duyuran ilk geleneksel Türk müziği solisti kadın kemancı Enise Can, pek çok önemli müzik derneğinin kurucusu, yetenekli gencin öğretmeniydi. 1953’te, sanatta 50’nci yılını kutlarken ”Udi Ali Rifat Bey, Hoca Ziya Bey, Leon Hanciyan Efendi, Tanburi Hikmet Bey, Udî Nevres Bey gibi yüksek sanatkârların hepsinden feyiz almış olmakla övündüm. Bu sanat adamlarının hepsiyle beraber çalışmış olmak da, pek az kimseye nasip olan bir mazhariyettir” diyor.

 

İnsanlar, hayattayken birbirlerinin kadrini bilmezler. Kadirşinaslığın en üstün tezahürü olan heykel dikme işi bile, biraz kurcalarsak, bu kadirbilmezliğin gene en üstün tezahürüdür. Ağzınızla kuş tutsanız, heykelinizi, kendiniz hayatta iken, dünya gözüyle göremezsiniz. Yaşayanların heykeli yapılmalı mı, yapılmamalı mı suali, mermer yontucu ilk sanatkârın, ilk keski darbesinden beri sürüp giden bir müzmin münakaşadır. Bu münakaşanın mevzuunu da aslına irca edince, insan hayattayken kadri bilinmeli mi, bilinmemeli mi suali kendiliğinden ortaya çıkıveriyor.

Kadri bilinmemek, hele sanatkârlar için, istisnasız denilebilecek bir mazhariyet. Onun için, sanatkârlar adına yapılan jübileler, muhakkak ki çok faydalı. Cemiyeti, sanatkârla, yarım asırda bir defacık da olsa karşılaştırıyor, tanıştırıyor. Bir nevi unutkanlık panzehiri.

Bu ayın 20. günü akşamı için hazırlıkları devam eden Enise Can jübilesi de bu vazifeyi yerine getirecek, İstanbullulara, radyonun çok değerli sanatkârını tanıtacak.

Doğrusunu söylemek lâzım gelirse, Enise Can Hanım, kadri bilinmeyen sanatkârlar sınıfından değil. O kendi kadrini kendisi bilmeyen, kabuğuna çekilip gözükmemeyi tercih eden bir artist.

Kadıköy’ün en tenha sokaklarından birindeki evinin kapısını çalarken bunu daha kuvvetle hissettim. 50 sene evvel eline aldığı kemanının tellerinden çıkardığı lâhutî nağmeleri, 20 senedir yakın dostlarının muhitine duyuran, kendisini büyük bir kütleye unutturmaya muvaffak olan Enise Can. Kendisini Kadıköy Belediyesi’ne unutturmaya muvaffak olmuş, sükûn ve huzur dolu bir sokakta, tahribkâr zamanın unuttuğu baba bucağında oturuyor. Ama bütün bu unutulmuş şeylerin hiçbirisinde, eskilikten, yaşlılıktan eser göremezsiniz.

Hele sanatkârın kendisi, 50. sanat yılını kutlamaya hazırlanan yaşlı bir hanım asla değil. Saçlarına senelerin yağdırdığı karlar, canlı, terütaze tebessümünün hararetiyle hemen eriyecekmiş hissini veriyor.

Sultan Reşat’ın sarayında ders verdim

— Musikiye başladığımda 8 yaşındaydım. Ustam Setrak Efendi’ydi.

Derken, dudaklarımda, galiba bu söze inanmadığını gösteren bir tebessüm belirmiş olacak ki, Enise Can, beni inandırmak için, hafızasını dolduran tarihin yapraklarını çevirmeğe başladı.

— Setrak Usta’dan iki sene ders aldım. Sanatta ondan sonraki ilerlemem yalnız kendi gayretimle olmuştur. Birçok gayret, birçok da musiki aşkı, tabiî. Sonra kendim ders vermeğe başladım. O zamandan bu zamana kadar benden keman dersi alan talebenin sayısını unuttum. Pek çok olduğu muhakkak. Bu arada Sultan Reşad’ın sarayında da ders verdim. Torunu Dürriye Sultan, gelini Melek Seyran Hanım, talebelerimdi. Bir müddet de teyzelerine ders verdim.

Evet, bütün bir tarih. Ama sanatkârın, galiba radyodaki seanslarından birini hatırlamak için biraz evvel geçtiği bir parçayı bitirip pencere önündeki sedirin üstüne bıraktığı kemanına gözü şöylece gittiği zaman, bakışlarında öyle taze bir pırıltı var ki, onu derhal, kemanına âşık, 18 yaşındaki müptedi çocuk kadar gençleştiriyor. Jübile yaşına ulaşmış olduğuna inanmak ondan dolayı güç. Enise Can’ın musiki âlemimizde, zaman zaman büyük faaliyetler göstermiş, cemiyetler kurmuş, kurulan cemiyetlerde fahrî vazifeler almış olduğunu biliyordum.

— Evet, diyor, birçok musiki cemiyetine intisab ettim. Şark Musiki Cemiyeti, Türk Musiki ocağı, Üsküdar Musiki cemiyeti gibi…

Yüksek sanatkarlardan feyz almak pek az kişiye nasip olur

Bu cemiyetlerin müessisleri arasındaydım. Hepsinde de hocalık ettim. Udi Ali Rifat Bey, Hoca Ziya Bey, Leon Hanciyan Efendi, Tanburi Hikmet Bey, Udî Nevres Bey gibi yüksek sanatkârların hepsinden feyiz almış olmakla övündüm. Bu sanat adamlarının hepsiyle beraber çalışmış olmak da, pek az kimseye nasib olan bir mazhariyettir.

—      Müsaade buyurursanız bir sual soracağım, hanımefendi, dedim. Vakıa, demindenberi başka bir şey yaptığım yok, hep sual soruyorum. Ama şimdi soracağım şey, belki biraz saygısızca olacak da…

Enise Hanım, kendisine hâs kibar tavrıyla:

—  Estağfurullah efendim, dedi, buyurun, sorun.

—  Memleket musiki hayatına bu nisbette yakından girdiğiniz halde, İstanbul Radyosu’ndaki kadınlar heyeti teşkil edilinciye kadar, kemanınızın güzel nağmelerinden, dinleyicileri niçin mahrum ettiniz?

—  Bu belki bir yaradılış meselesi. Faaliyet sahası olarak kendime hocalığı daha uygun bulmuştum. Musiki cemiyetlerindeki vazifelerim de beni ayrıca meşgul ediyordu. Hayır cemiyetleri menfaatine konserler vermenin manevî hazzı bana yetiyordu. Şöhrete de düşkün değildim. Başka sebep aramaya lüzum var mı? Yalnız, 20 sene evveline gelinciye kadar devarn eden bu çeşit çalışmalarım, musiki kulüplerinin kapanmasıyla sona erdiği zaman, boşluğu bir başka faaliyetle doldurmak ihtiyacını duydum. Ders verdiğim talebe muhitini genişletince, bu ihtiyaç tatmin edildi. O tarihten beri de, böylece ders vermekle, talebe yetiştirmekle meşgulüm. Birkaç seneden beri de bu çalışmalarıma radyoyu ilâve etmiş bulunuyorum.

Şaheser veremeyecektim, beste yapmadım

Yalnız çalmakla kalmayan, kendi sahasında, cemiyete azamî şekilde faydalı olmak için bilgisini, nerede işe yarayacağını aklı keserse oraya yayan bu kıymetli sanatkârın bestelenmiş eserleri de bulunacağını tahmin ediyordum.

— Hiç eser bestelediniz mi hanımefendi, dedim.

— Hayır, diye cevap verdi. Eserim yok. Kemanımla ifadeye çalıştığım şaheserlere ancak şaheserle katılmak mümkün olur. Şaheser veremeyecek olduktan sonra…

O zamana kadar lâkırdıya karışmayan, Enise Can’ın küçük kardeşi Bayan Fulya Akaydın, ablasına sitemli bir bakış fırlattı. Sonra bana döndü:

— İnanmayın, dedi, ablamın bu sözü de tevazuundan. Onun büyük bir eseri var, şimdi getireceğim, göreceksiniz.

Odadan çıktı, biraz sonra dönüp geldi.

— İşte, dedi. Ablamın en büyük eseri: Oğlum Pertev. Onu benim bile kıskandığım bir musikişinas olarak yetiştiren kendisidir.

“Eserim yok” diyen sanatkarın, memlekete çok kıymetli birer eser olarak verdiği sayısız talebenin yanısıra kızkardeşinin oğlunu nasıl yetiştirdiğini, beş dakika sonra,

Pertev Apaydın’ın, piyanonun tuşları üzerinde uçarcasına koşan artist parmaklarını gördüğüm, bu parmakların piyanoyu nasıl dile getirdiğini işittiğim zaman anladım.

Kadıköy’ün, kendini unutturan evindeki kendini unutturan sanatkârı, ruhunu kanatlandıran musiki aşkım her talebesine böyle aşılıyorsa, silik kalmaya boşuna uğraşıyor demektir.

Jübilem gönlümde yapılmıştır bile

Pertev Apaydın’ın Garb üstadlarının ruhunu şadeden musiki ziyafetinden sonra, annesi Fulya Hanım, gene piyanoda, Şark musiki dehalarından enfes örnekler verdi.

Kendimi küçük ölçüde bir konservatuarda görüyordum. Büyüklü, küçüklü, hepsi musikişinas ferdlerden bir aile. Enise Can’ın adı talebe muhitlerinde, büyük hoca. Fulya Akaydın’a herkes “küçük hoca” diyor.

İçimde, ne yalan söyleyeyim bir merak vardı. Bu çok mütevazı sanatkar, salonu tıklım tıklım dolduracağı muhakkak olan dinleyici kalabalığının karşısına, jübile akşamı heyecan duymadan nasıl çıkacaktı?

– Jübile günü yaklaştıkça herhalde heyecanlanıyorsunuz, değil mi, dedim.

Verdiği cevap beni şaşırttı.

— Bilâkis, gün yaklaştıkça daha sakin oluyorum. Çünkü dostlarım ve arkadaşlarım, gösterdikleri yakınlıkla, jübilenin bütün heyecanını bana çoktan tattırdılar. Jübileye, icracı sanatkâr olarak katılmalarını rica etmeyi unuttuğumuz arkadaşlar var ki, yardımlarını kendiliklerinden gelip sundular. Jübilem, gönlümde yapılmıştır bile.

Sanatkâr aileyi, ilhamları ve eserleriyle başbaşa bırakıp ayrılacağım sırada, salonun kapısından içeriye, Enise Can Hanım’ın eşi Fahri Can girdi. Küçük Konservatuar icra heyeti, asıl şimdi tamam olmuştu. Çünkü Fahri Can, deften kastanyete ve davula kadar, hepsi ile haşırneşir, nev’i şahsına münhasır bir başka artist! Üstelik, eşi az bulunur bir nüktedan.

İçlerinde tek sanatkâr olmayan ben vardım. Kendimden adeta utandım. Fakat Fahri Can beni teselli etti:

— Üzülmeyin canım, dedi, bu kadar çalıcıya bir de dinleyici lâzım. Malûm ya, dinlemeyi bilmek de ayrı hünerdir. Her kula nasip olmaz.

(Hamdi Varoğlu / 19 Şubat 1953 / Cumhuriyet / Arşiv çalışması: Zeynep Erdoğan)

 

 

Share.

Leave A Reply

one × 2 =

error: Content is protected !!