Ertuğrul Oğuz Fırat / Sanat bir oyun değil, arınma ya da tapınma biçimidir

0

1989’da, 65 yaşındaki Ertuğrul Oğuz Fırat’a nadir fırsatlardan biri sunuluyor. Şiirleri, besteleri, resimleri üzerine konuşuyor. Fırat ” Yaşamımın en değerli yanı yapıtlarımdır. Tüm değişikliklerimi, tüm isteklerimi yapıtlarıma gömüyorum. Her yapıtımla kendimi bir serüvene attığımı söyleyebilirim” diyor…

Hem tanınan, hem de kimsenin tanımadığı biri. 1945’lerden bu yana şiir-yır yazıyor, bağdaları (beste) var – bugünkü sayısı 81’e ulaşmış, buna karşılık ancak yedisi seslendirilebilmiş. İçlerinden biri daha 1989 şubatında İstanbul’da bir kilisede seslendirildi. Emekli bir yargıç, sözcüğün gerçek anlamıyla kenarda (marjda) kalmış bir sanatçı.
Biraz kendinizden söz eder misiniz?
– Gördüğünüz 65 yaşına gelmiş bir adam. Bir şeyler yapmış, ama çoğunlukla kendi kendine kalmış. Dışa açılmayı pek becerememiş; bunu düşünmüş olsa bile Türkiye’nin koşullan bakımından buna pek olanak bulamamış. Şöyle diyelim isterseniz: Batı’da hemen hemen hiçbir sanatçı kendi kendinin tanıtıcısı olmaz. Orada sanatçıları arayıp bulan kişiler vardır. Türkiye’de bu yok. Türkiye’de sanatçı hem sanatçılığını sürdürecek, hem de kendisinin tanınası olacak. Bu çok zor bir şey. Benim anlayışımda, yaradılışımda olan bir insan için de hemen hemen olanaksız. Doğrusunu söylemek gerekirse bu tanınmazlıktan pek şikâyetçi değilim. Öyle bir şeyin gereğini de duymuyorum. Çünkü benim düşüncem şudur: Yapıtlarım, ortaya koyduklarım benim bunlar üzerine söyleyeceklerimle, kendimin propagandasını yapmakla bir değer kazanacak değildir. Değerleri varsa, nasıl olsa bugün olmasa da yarın ortaya çıkar. Eğer moda olanı önde tutmak yerine her çağda geçerli olacak kimi gerçekleri, bunu daha çarpıcı, anlamlı yapacak bir biçem içinde söylemeyi göze almış, bunu amaçlamışsanız, tanınmamışlıktan korkmanız gerekmez, öyleyse sanatçı işine bakmalı, sanatını yapmalı. Ötesi artık kendisinden sonra geleceklerin ya bulup çıkaracakları, yahut omuz silkecekleri bir şeydir.

Şiir ve yır ayrı şeylerdir

Sanatçı, yapıtlarını gene de kamuya duyurmak için çalışmak zorunda değil midir? Yazıp çekmeceye koyması, ya da çizip saklaması yetmez değil mi?
– Bir ölçüde evet ama uğraştığım sanat dallarının her biri bakımından, yapıtlarımın tanınabilmesi, yaygınlaşabilmesi yönünden koşullar çok değişik. Resimlerinizi birtakım seçici kurullar yeterli bulmadıktan için size hiçbir sergi salonu kapısını açmıyorsa… Yazdığınız küğ yapıtlarınız “zor” veya “anlaşılamaz”ı da kapsayan birtakım bahanelerle seslendirilmeden kalıyorsa, ne yapabilirsiniz? Benim, ressam olarak tanınmam bir Alman sanatseverin beni keşfetmesinden ve ilk sergimi Almanya’da açmamdan sonra olmuştur. 1970’te açtığım bu sergiden sonra üç yıl öncesine gelinceye değin Ankara’da da her yıl bir sergi açtım. Ne var ki Türkiye’de sanat tarihçisi ya da resim eleştirmeni olarak ad yapmış kimselerin hiçbiri bu resimler için olumlu ya da olumsuz bir şey yazmak istemedi. Adeta bilmezlikten gelmeyi yeğlediler. Yazanlar ya ressam ya yazar sanatçılar oldu ve bu yazılanların çoğu dergilerde kaldı. Ozansanız, şiir yazarsınız, ya da benim aynm gözettiğim gibi yır yazarsınız.
Bu ayrımı merak ediyorduk.
– Belirteyim. Şöyle düşünüyorum: Yır, konusu olan, anlatıcı yanı baskın olan şiirdir. Örneğin. Bir İlyada şiir değildir. Ya da Nâzım Hikmetin Kurtuluş Savaşı Destanı… bunlar yırdır. Şiiri tanımlamaya gerek yok sanıyorum.
Tanıtma durumuna gelince: Elbette ki her sanatçı ortaya koyduğu yapıtına karşı bir güven duyar! Değeri olan bir şeyler ortaya koyduğu kanısıyla çıkar, örneğin benim ozanlığım çok eskilere dayanır. 1943’te ben ozan olarak çalışıyordum ama o zamanlar hiçbir dergiye şiirlerimi ve yırlarımı kabul ettiremedim. Yanılmıyorsam 1952’de Varlık dergisine şiirlerimden bir deste yollamıştım. Rahmetli Yaşar Nabi’nin bana vermiş olduğu bir yanıt var. Bugün hâlâ saklarım. En ilginç yanı şu orada söylenenlerin: Bugünün sanat anlayışına ve zevkine aykırı bir yol tutulmuş olması… Görüyorsunuz, benim gençlik çağımda, 1940-1960 arasında Varlık en önemli dergilerden biriydi. Gerçi derginin bana verdiği yanıt bir ölçüde benim kendi görüşümdü de… Ancak ben bu belirtiden ötede “geleceğin şiiri veya yırını yapmak” düşünce ve isteğini de taşıyordum. Bu yönden ise, rahmetli Yaşar Nabi “Yarına gelince, yarın hakkında hüküm vermeye kalkışmak biraz kehanete kalkmak gibi geliyor bana” diye yazmıştı. Daha sonra da girişimlerim oldu. Ama ya hiç yanıt verilmemiştir, ya da “Sizin şiirlerinizin özelliği var, pek kimseninkine benzemiyor. Belki ilerde bir sayıda yayımlarız” gibi birtakım yanıtlarla karşılaşmışımdır. Ozan olarak ben hiç girişim yapmamış değilim. Yapmışımdır. Ama yayınlanabilmeleri çok uzun aralıklı süreç içinde gerçekleşebilmiş olmasının nedenlerinin aranmasını sizlere bırakıyorum.
Sizce Yaşar Nabi ne düşünüyordu o yanıtı verirken?
– Bugün için, önemli değil.
Daha sonra şiirleriniz yayımlandı ama.
– Yücel’in eski sayılarında, Türk Dili’nde, Oluşum’da, şimdi adlarını hemen ansıyamadığım daha epeyce dergide yayımlandı. Yani hiç yayınlanmadı değil, ama çok aralıklı olduğu için yeterince ağırlıklı olmadı. Adım, okuyucuda hızla yer yapmadı.

Genç kuşaktaki bilgisizliğe, belirsizliğe bakılırsa yazılanlar, söylenenler boşa gitmiş

Ya resim? Sergiler açtınız…
– Resim çok daha sonra, en geç girdiğim sanat dalıdır. Bugün bile değerli saydığım, önemsediğim şiirlerimi, yırlarımı yazmaya başlayışımı biraz kesin bir tarihe dayandırmak gerekirse, bunun için başlangıç tarihini 1945’e götürmemiz yanlış olmaz. Küğ için bu tarih 1950 ve sonrasıdır. Resim yapmaya ise ancak 1964’te başladım diyebilirim. 1960’tan 1964’e dek süren bir başlangıç, bir arayış dönemi vardır ama bu kesin, kararlı ve yeterince bilinçli bir çalışma dönemi değildir. Bu konularda çok şey yazıldı. Aynı şeyleri tekrar tekrar söylemek beni biraz da sıkıyor, biliyor musunuz? Bunca yıl sonra şunu anlamış bulunuyorum: Yazdıklarınız ya da söyledikleriniz kitap haline dönüşmedikçe, Türkiye’de bunların hepsi, su üstüne yazılan yazı gibidir. Küğü ele alalım. Ben müzik demiyorum uğraştığım alan için, küğ diyorum. Küğ sözcüğünü, çoksesli duruma gelmiş olan müzik karşılığı olarak kullanıyorum. 1950’lerden bu yana, 40 yıla yaklaşan süre içinde küğ üzerine öyle çok şey yazdım ve yayımlandı ki, ama bugün bakıyorum aynı sorunlar gündemde; sanki bu konularda hiçbir şey söylenmemiş, işin çözüm yolları hiç gösterilmemiş gibi genç kuşakta bir bilgisizlik, bir belirsizlik…
Biraz konu değiştirip yaşamınıza dönelim mi?
– Dönmeyelim. Bu konuda bugüne değin çok konuştum. Yeni bir şey söylemedikten sonra niçin hep aynı şeyleri yinelemeli? Ki bu benim sanatımda da egemen olan bir ilkedir. Eğer her yönüyle değişik bir çalışma ortaya koymayacaksam, bilinenleri niye yinelemeli?

Söylenecek sözler tükenmedi

Nasıl değişiklikler söz konusu olan? Ne bakımdan değişiklik?
– Her bakımdan. Sanatla iki yolla uğraşılabilir. Ya doğrudan doğruya sanatın biçim sorunlarıyla uğraşırsınız ya da bir öz söz konusudur.
Siz hem yeni bir şey söylemek, hem de söyleme biçimini değiştirmek istiyorsunuz yani. Söyleyiş biçimindeki değişiklikler bir yana, söylenenin değişmesi konusunda ne düşünüyorsunuz?
-O da değişebilir. Siz, yaşam dediğimiz olguda ve bizim onu algılamamızda yahut ona anlam vermemizde – aslında tüm sanatlar bunu yapar- her şeyin söylenebilmiş olduğunu sanıyor musunuz?
Güneşin altında yeni bir şey yok.
– Gene de var. Çünkü başka bir açıdan bakarsanız; çok iyi bildiğinizi sandığınız bir şeyin içinde çok daha başka şeylerin de saklı olduğunu ortaya koyabilirsiniz.
Yaşamınızda yapıtlarınızdaki gibi değişiklikler var mı?
– Hayır. Çünkü yaşamınım en değerli yanı yapıtlarımdır. Ben tüm değişikliklerimi, tüm isteklerimi yapıtlarıma gömüyorum. Her yapıtımla kendimi bir serüvene attığımı söyleyebilirim. Bu serüven, belirsizliklerden, tanımsızlıklardan, belirliliğe, bir iç aydınlanmasına yönelme olarak gösterilebilir. Ya da hiç değilse bunu ben böyle görüyorum. Biraz daha açayım; önce söylemek istediğimin coşkusunu duyarım, sonra bunu en etkili biçimde nasıl anlatabileceğim üzerinde dururum. İster resim, ister yır, ister küğ yapıtı olsun, çalışmalarımda beni en çok uğraştıran, en uzun, en çok sabır ve düşün yoğunluğu isteyen, “çatkılama-yapısallaşma” dediğim bu ikinci dönemdir. Bu yüzdendir ki birçok yapıtımın kesin biçimini alabilmesi yıllarca sürmüştür. Böylece bugüne dek, 81’incisini bitirmeye çalıştığım-Bilge Karasu’nun “Gece”sinden esinlenilmiş bir oda operasıdır bu küğ yapıtı, 81 tane şiir-yır -sonuncusu hâlâ bitirememiş olduğum ‘Seviçıra’dır-, ancak 150 tanesi bende kalmış olan, ötekileri dünyanın çeşitli yerlerindeki derlemcilerde olan 329 tane resim yapabilmiş bulunuyorum. Az mı, çok mu? Değerli ya da değersizler mi? Başta da söylediğim gibi, bu konuda yargıyı gelecek verecektir. Ben kendimi, elimden gelebileni sakıncasız, korkusuz ve yalansız ortaya koyabilmiş, böylece görevimi yapabilmiş sayıyorum. Sanat üzerine konuşurken, belki, “görev” sözcüğü şimdi size yadırgatıcı gelebilir. Kime karşı ve sanatla uğraşmanın görev olabilmesi neden, denebilir. Bir açıklama yapabilirim: Çünkü yaşamımla sanatım öylesine birbirinin içinde olan bir oluşumdur… Ve ben sanatın bir oyun değil, belki bir “arınma” ve “tapınma” biçimi olduğu anlayışındayım.
(Faruk Alpkaya / Mart 1989 / Argos dergisi / Arşiv çalışması: Serhan Yedig)

Share.

Leave A Reply

2 + 7 =

error: Content is protected !!