Ferhunde Erkin / Heyecanlı, kusurlu, yaşayan konser icrasını heyecansız ve en kusursuz icraya tercih ederim

0

Türkiye’nin Avrupa’da konservatuvar eğitimi alan ilk kadın konser piyanisti Ferhunde Erkin, uzun yıllar Ankara Devlet Konservatuvarı’nda öğrenci yetiştirmişti. 1967’de emekli olduktan birkaç ay sonra hayatını ve müzik serüvenini anlatmıştı.

Müzikseverlerin çok iyi tanıdıkları konser piyanistlerinden, Ankara Devlet Konservatuvarı’nın değerli öğretmenlerinden Ferhunde Erkin, 36 yıl, 7 aylık bir çalışmadan sonra, geride bıraktığımız yılın 11. ayında emekliliğini isteyerek öğretim üyeleri arasından ayrıldı.
1909’da doğan ve küçük yaşta müzik eğitimine başlayan Ferhunde Remzi, Arnavutköy Amerikan Kız Koleji’ni bitirdikten sonra Leipzig Konservatuarı’na girmiş, orada gördüğü üç yıllık öğrenimden sonra mezun olarak yurda dönmüş ve bundan 36 yıl 8 ay önce, Ankara Devlet Konservatuarı’nın çekirdeği olan Musikî Muallim Mektebi’ne piyano öğretmeni olmuştu.
Konserleriyle olduğu kadar, yetiştirdiği piyanistlerle de Türkiye’nin müzik hayatında pek seçkin bir yer tutmuş olan değerli sanatçıyla okuyucularımız için bir konuşma yaptık. İlk sorumuz, Ferhunde Erkin’in her iki yönünü de ilgilendiriyordu. Bu yüzden cevabı da ancak yaşanmış duygulara ve düşüncelere has bir heyecan taşıyordu.

Yetenekli bir kız çocuk getirdiklerinde ona çok acırım

Çok istidatlı, küçücük bir çocuğu size getirseler ve bundan böyle onu müzisyenlik mesleğine hazırlayacaklarını söyleseler, bütün hayatını bu işe adayacağını bildiğiniz bu çocuk karşısında duygularınız ne olabilir, neler düşünürsünüz?
— Sonsuz acımak hissi gelir. Çünkü, çok çetin bir hayatı olacağını, başarının çok güç ve rekabetin de bu asırda çok büyük olduğunu, daima çalışması gereken bu çocuğun çocukluğunu yaşayamayacağını, daima hüsranlarla dolu bir hayat geçireceğini bildiğim için çok acırım. Eğer, iyi bir sanatkâr olursa, yaptığından hiç bir zaman memnun olmayacak, hep ıstırap çekecek, bütün hayatı heyecan, korku, endişeyle geçecek… Kız çocuğu olursa, daha çok acırım. Evlenmemesini, anne olmamasını temenni ederim. Bu da normal bir şey değil. Eğer evlenirse, evi, çocukları, mesleği arasında parçalanacak, adamakıllı çalışamayacak, herhangi bir güzel memlekete, güzel bir şehre gitse, istediği kadar gezemeyecek, birçok yerleri belki görmeden geçecektir. İlk soracağı soru, “Bir piyano var mı? Nerede çalışabilirim” olacak. Konserden evvel çalışacak, konserde çalacak, yorulacak, ertesi sabah belki gene çalacaktır. Başarısı ölçüsünde konser istekleri artacak ve daima daha iyi olması beklenecektir. Yalnız şahıslarla değil, âletlerle de mücadele edecek. Çünkü, plâkların, bantların, radyoların, en iyi sanatkârı, en iyi şekilde ortaya koyduğu bir asırda, bu çocuk, sahnede onlar kadar başarı sağlamak zorunda… Onun için, sanıyorum sizler de bana hak verirsiniz, sizler de benimle birlikte belki bu küçük yavruya acırsınız.

Çocukluğumda çalışırken bayıldığımda babam anneme “ayılınca tekrar piyano başına oturt” dermiş

Besteci, her şeye rağmen yorumcudan daha avantajlı görünüyor. Çünkü o, istediği düzeltmeyi kâğıt üzerinde yapabiliyor. Ancak istediği gibi hazırlandıktan sonra halkın önüne çıkıyo. Oysa, yorumcunun böyle bir imkânı yok. Ayrıca, adı daha çok geçer gibi görünse de, besteciden daha kısa ömürlü olacaktır başarısı… Bu yönden düşüncelerinizi öğrenmek isteriz.
— Bir an meselesi icranınki… Yani o anda ne yaptıysa, görünen odur artık… Tabii işin güzel tarafı da var, aynı zamanda tashih edilemeyecek tarafı da var. Mamaafih, en kusursuz ve heyecansız bir icraya, kusurlu ve heyecanlı, halk önünde çalınan, yaşanan bir icrayı tercih ederim şahsen…
Kızlarınızın çok istidatlı olduğunu söylüyorlar. Buna rağmen onları müzisyen yapmadınız. Herhalde bu tutumunuzu ilk söylediklerinizle bağdaştırmak mümkün.
— Eh, evet… Ben kendi çocukluğumu bilemedim… Babam askerdi. Fakat kendisi, kardeşimle beni bu müziğe adamış. Evde çok sert, askerî bir disiplin vardı. Çalışmaktan yılmıştık. Ben o zaman isterdim ki, babam bana çalış demesin de ben kendiliğimden bunu yapayım. Bazen piyanoda bayıldığım olurmuş. Babam anneme, “Ayılınca getir çocuğu piyanoya oturt” dermiş. 0 bayılmalar bende bir nevi yer etti. O da bende bir korku tevlid etti. Kapalı yerde kalamamak korkusu. Onun için dikkat ederseniz, dinleyici olarak konser salonuna gittiğim zaman, daima kapı yanında otururum. Dışarı çabuk çıkabileyim diye… Ben, aynı rejimi çocuklarıma tatbik edemedim. Arzularına set çekmek istemedim. Kendileri bir müddet başladılar, ondan sonra bıraktılar. Galiba, içimden de sevindim. Çok iyi dinleyici oldular. Böyle iktifa etmelerine ben şahsen memnunum.
Bildiğimize göre, ilk çalışmalarınız kardeşinizle, bugünün ünlü öğretmenlerinden Necdet Remzi Atak’la oldu. Onunla ilgili anılarınızdan birini dinlemek isterdik.
— O kadar çok var ki… Çok küçük yaşta konserler vermeğe başladık. O, ikimizden daha istidatlı olanıydı ve ben, hiç kıskanmadan onun üstünlüğünü kabul ederdim. Çok iftihar ederdim onunla. Babam da onun üstünlüğünü her zaman belirtirdi. Bu bende hiç bir kompleks yapmadı. Halbuki, şimdi, böyle iki istidatlı öğrencim olsa, yahut çocuklarım söz konusu olsa, böyle bir ayrılık yapmanın doğru olmayacağını düşünür ve çok çekinirdim belki… Eskiden çocuklar daha kolay büyüyormuş galiba. Şimdi, anne babalar ne kadar dikkatli olursa olsun çocuklarda arzu edilmeyen kompleksler oluyor.
Çağın özelliği…
— Galiba…

Alman savaş uçağıyla Berlin’e gidip konser verdik, Kempff dinleyiciler arasındaydı

Çok daha hareketli şimdi her şey… Sayın Ferhunde Erkin, şimdi de, önce konsertist olarak, sonra da öğretmen olarak sizi etkileyen anılarınızı dinlemek isteriz.
— Konsertist olarak hiç unutamadığım, çok güç şartlar altında yapılmış bir Berlin seyahatim ve orada, kocamın bana ithaf ettiği 2. Piyano Konçertosu’nu çalışım vardır. İkinci Dünya Savaşı sırasındaydı, İstanbul’dan Alman askeri kurye uçağı ile hareket ettik. Ben, ilk defa uçağa biniyordum. Son derece korkuyordum. Dehşetli rahatsız oldum. O zamanlar uçaklar Yeşilköy’den kalkıyor, şehir üzerinden Karadeniz’e geçiyordu. Karadeniz üzerinden geçerken “Can yeleklerimizi” bağlamamızı söylediler. Çünkü Rus uçakları Karadeniz üzerinden uçuyordu. Can yelekleri, suya temas edince şişiyor ve insanı su üzerinde tutuyormuş. Dehşetli korkulu bir uçuştan sonra Viyana’ya vardık. Ben hasta indim. Geceyi orada otelde geçirdik. Ertesi sabah trenle Berlin’e hareket ettik. Yol boyunca genç genç, yaralı askerler gördük. Bu asker sevkiyatı yüzünden Berlin’e geç vardık. Bir orkestra provasını kaçırdım… Otele gider gitmez yattım. Daha dalamamıştım ki, alarm başladı. Hiç böyle bir tecrübemiz olmamıştı. Sığınakta, Almanların o sükûneti, her şeyi tevekkülle karşılamaları tesir etti. Biz de onlara uyarak oturduk, bekledik… Ertesi sabah prova oldu. Aynı gün öğleden sonra konser. İlk defa olarak Avrupa’nın büyük bir merkezinde, büyük bir salonda, ünlü bir şef ve ünlü bir orkestra ile bir Türk eserini, kocamın eserini çalıyordum. Dinleyiciler arasında da Wilhelm Kempff’in olduğunu biliyordum. Konserden önce geldi, beni sanatkârlar odasında selamladı. Keşke gelmeseydi. Tabii, onun orada olduğunu bilmek beni daha çok heyecanlandırdı. Neyse ki, konser başarılı oldu, editörler eserlerle ilgilendiler. Ve biz, daha fazla Berlin’de kalmak istemediğimiz, bizi dâvet edenler de bunu takdir ettikleri için, bizi bir an evvel Viyana’ya gönderdiler. Dönüş uçağımızı Viyana’da bekledik. Fakat, Viyana’ya da ayağımızın uğuruyla gelmiş olacağız. Çünkü o zamana kadar sessiz olan şehir, biz gittikten sonra bombalanmaya başladı. Ayrıca, bu konser için, iki küçük çocuğumuzdan ayrılmıştık. Beş ve iki yaşındaki çocuklarımızı Türkiye’de bırakmıştık. Artık, ne kadar endişe çektiğimi, ne kadar heyecanlandığımı tasavvur edersiniz.
Fakat başarı da o ölçüde büyük olmuş şüphesiz.
— İyi oldu…

39 derece ateşle sahneye çıkardığım öğrenci konser sonrası iyileşti

Şimdi, sıra öğretmenlikle ilgili anınızda.
— Evet… Çok istidatlı bir öğrencim vardı. Halen, başarılı genç piyanistlerimizden biridir. Talebe konserlerinde, denemelerde çok heyecanlanırdı. Çalmak istemez, hasta olduğuna, hazırlığının kâfi olmadığına beni inandırmağa çalışırdı. Ben de işi gayet sıkı tutardım. Sahneye alışmasını isterdim. Bir defasında hakikaten ateşlendi. Ben, ateşi daha da fazla olsa çalacağında ısrar ettim. 38 derecedeydi ateşi… Konser vereceğimiz okula giderken yolda inliyordu. Rengi sapsarıydı ve ter içindeydi… Neyse, gittik… Gayet güzel çaldı. Konserden sonra artık ben de: “Şimdi, doğru yatağa…” dedim. “Hayır hocam. Hiç bir şeyim yok” demez mi? Ateşi de düşmüştü. Artık, çalmış olmanın sevinciyle mi kendisini iyi hissetti, yoksa hakikaten bir hastalık başlangıcı vardı da, o terle onu bünyesinden attı mı, bilemeyeceğim…
Bütün bunlardan anlaşılıyor ki, icracılık, yorumculuk, hem çok çetin, hem çok zevkli, büyük bir meslek…
— Muhakkak… Ben, her konserimden önce, “artık bir daha çalmayacağım, bu son” der, ve Ulvi’ye yalvarırdım: “Ben tekrar konser hazırlığına başlarsam, mani ol, beni vazgeçir, bir daha böyle şeyler olmasın.” derdim. O da, “Peki peki…” derdi ama, konser biter bitmez “Gelecek sefer için ne çalışayım?” diye başlardım…
Bütün bu endişeler, hüsranlar, korkular arasında, o sahneye çıkmanın icra esnasında halkla bir ilgi kurmanın ve sonra hak edilen bir alkışı almanın çok güzel ve zevkli tarafları var…
Sizi epeyce yorduk. Çok teşekkürler… Hayatınızın bundan sonraki safhasının da öncekiler gibi başarıyla dolu olmasını dileriz.
(Cavidan Selek / Ocak 1968 / Ankara Filarmoni Dergisi / Arşiv çalışması: Serhan Yedig)

Share.

Leave A Reply

4 × 3 =

error: Content is protected !!