Hakkı S. Gezgin / Neyzen Tevfik, gönül denilen hayale bile sığmaz kâinatı kamış parçasına doldurmuş sihirbazdır

0

Çok kimse, hatta olgun gönüllü saydığımız adamlar bile onu belası çok bir sevgiliye benzetir. Evet, Neyzen, yangın gibi pahalı bir ışıktır. Fakat bu aydınlıkta seyredilen öyle harikalar var ki insanı fedakâr olmaya sürükler. Onun hiddeti başka türlü güzel, bedduası, bühtanı, küfrü, hicvi başka türlü güzeldir.

Sazlı sözlü bir topluluktan dönüyordum. Kalamış Koyu’nda sular henüz ağarıyor, yıldızlar soluyordu. Kuşlar da rüzgâr da daha uyanmamıştı. Havada içli bir kubbe hassasiyeti vardı. O kadar ki, ben bile bu tatlı sessizliği bozmamak için, yerlere sert basamaz olmuştum. Sabahı, çiçeklerle yaprakların nasıl gerinerek, gerginleşerek karşıladıklarını, ilk defa o gün gördüm. Her fidan bir buhurdandı.
Kızıltoprak’la Kadıköy’ü birleştiren köprüden geçerken ansızın irkildim.
Papazınbağı’ndan çok tatlı, derin, manalı bir ney sesi geliyordu. Bu ses yıldız akışlarını andıran kavislerle yükseliyor ve hava sanki onun etrafında pervaneleşiyordu.
Zaman mı ulvi, yer mi güzel, benim içim mi dertliydi? Bilmem! Şu kadar var ki düşünmeme, karar vermeme vakit kalmadan, uykusunda gezen bir hasta gibi, o sesin kıblesine doğruldum. Bahçe sümbül renkli bir tan aydınlığı içindeydi. Yapraklar altında, sağ omzu ile başı ağacın gövdesine dayalı bir gölge seçiliyordu. Parmaklarımın ucuna basa basa yürüdüm. Artıkta yanı başına varmıştım.
Bilmediğim, tanımadığım hatta hiç görmediğim orta boylu, geniş omuzlu, kalın boyunlu bir adamdı. Büyük, yuvarlak başındaki saç yerine sanki şerareden bir yele vardı. Gözleri kapalıydı. Koyu renkli dudaklarından kamış parçasına dökülen nefes, perdelerden ateş olup fışkırıyordu. Bazen derin derin hıçkırıyor, bazen şimşeklenerek çaka çaka göklere yükseliyordu. Hele karara doğru, kabalara inerken o kamış parçası içinden sanki Tanrı sesleniyor sandım ve bütün benliğim ürperdi. Gözlerini açınca da beni görmedi. Bakışları hâlâ biraz evvel nağmeden kanatlarla uçtuğu gönül arşının hayaliyle par par yanıyordu.
Karşı dallarda bir bülbül uzun birkaç notla hıçkırdı, ney’de sanki gülün sesini dinlemişti. Yapraklar hışırdadı. Bir kanat çarpıntısı duyuldu. Sonra yine neyle bülbül karşı karşıya kaldı. Neyzen Tevfik’i ben işte böyle bir günde, böyle bir yerde şişesi, mansuru ve bülbülleriyle yan yanayken tanıdım. O vakitten beri 25 yıl geçti. Bu geniş zaman onu bana bin türlü ruh görünüşü içinde gösterdi. Evet, bin türlüdür fakat bin fesatalı bir pırlanta gibi…

Ham ruhla ona yaklaşılmaz

Çok kimse, hatta olgun gönüllü saydığımız adamlar bile onu belası çok bir sevgiliye benzetir. Evet, Neyzen, yangın gibi pahalı bir ışıktır. Fakat bu aydınlıkta seyredilen öyle harikalar var ki insanı fedakâr olmaya sürükler. Onun hiddeti başka türlü güzel, bedduası, bühtanı, küfrü, hicvi başka türlü güzeldir.
Şimşeğe niye göz kamaştırıyor diye kızılır mı? Ateşi okşamak isteyenler, avuçlarına tahammülün sırlı eldivenlerini giyer, ruhlarını velilerin sabrıyla zırhlarlar. Neyzen de şimşek gibi, ateş gibidir. Ham ruhla ona yaklaşılmaz. Dilediği vakit keseni, istediği vakit gücünü, kuvvetini ona bağışlayacak, nazını çekecek, küfrüne eyvallah diyeceksin. Gökle çamur onun hamurudur. Şimdi bir ufuktan bir ufka altın mahyasını kuran bir şahap, biraz sonra vıcırdayarak fışkıran bir çamur fıskiyesidir. Diyojen’in hiç olmazsa bir fıçısı vardı. O, yeryüzünde mekân seçmek külfetine katlanamaz, cihana sığmayan bu feza gibi adam, mekâna sığar mı? Bundan ötürü değil midir ki sırası gelince Allah’a bile:
Ey bana kendini büyük tanıtan
Halime bak da varlığından utan!
der. Neyzen’in ruhuna diktiği istiklal bayrağını, ne insanların paşası ne tabiat kanunları indirebildi. Hürriyeti dehası gibi sınırsızdır.
Felsefemdir kitab-ı imanım;
Taparım kendi ruhumun sesine;
Secde eyler hakikatim her an
Kalbimin ateş-i mukaddesine!
kıtası, yeryüzünde de bir altıncı kıtadır. Kendini bu yolda tarif edenler çok, fakat bütün ömürlerince bu tarife sadık kalanlar yok. Neyzen, zelzele gibi kanunsuz yaşar. Arzı yele gibi silken o görünmez aslan karşısında tabiat ve medeniyet neyse, Neyzen’in önünde de kanun odur.

Menfaat prangasına ayak, korku yularına boyun vermez

Bu yaradılışta olanlar vefa torbasına girer, dostluk zindanına sığar mı? Menfaat prangasına ayak, korku yularına boyun verir mi? Tevfik kendini bütün mevzuların üstünde görür. Para kadar şeref de, şöhret kadar kepazelik de ona vız gelir. En karanlık günlerinde,
Hancıya şu borcu versem artık,
Meyhaneye postu sersem artık,
Âlem mi ne der?
Ne derse boştur
Allah şu tabiatım ne hoştur!
dememiş miydi?
Minneti biz insanlığın bir lazımesi sayarız. O buna güler. Kendisini aylarca tedavi eden meşhur bir doktora, vizite ücreti olarak:
Bir hazâkatzedeyim midemi tıp tepti benim
Kırk katır tepse yıkılmazdı bu sağlam bedenim!
kahkahasını savurmuştu. Bu kahkaha kim bilir kaç asır tıbbın kulağında çınlayacak!
Vaktiyle Mehmet Akif’e de böyle hücum etmiş ve baytarlığından ilham alarak;
Hemcinsini kurtar şu veba-yı bakarîden
demişti. Halbuki Akif, ona hocalık etmiş, faizle para alarak yardımda bulunmuştu.
İstiklal mücadelesinin bütün mucizesini tek beyte biriktirerek:
Bir belasın itilafın kuvvet-i mağruruna
Bir kırık kağnıyla çıktın fenn-i harbin turuna
dedi ve bu mısrada kağnıyı Apollon’un, Altın Şar’ından daha parlak bir zafer güneşi haline koydu.

Dresden Operası müdürünün isabetli tespiti

Onun şiirlerindeki büyüklüğünü ispat eden şiirler ne yazık ki neşredilemeyecek şeylerdir. Sazdaki dehasına gelince: Neyzen gönül denilen hayale bile sığmaz kâinatı kamış parçasına doldurmuş sihirbazdır. Ney onunla başka bir sese, başka bir belagate kavuştu. Dünya Harbi’nde onu da askere almışlar ve ‘mehterbaşı’ yapmışlardı. 40-50 davul, zuma, klarnet arasında onun nısfıyesi, bir hava fişeği gibi yükselip süzülür ve hiç sönmezdi.
İçkiye düşkünlüğü meyin neye kafiye olduğundandır. Kendini tarif ederken:
Olmadım meftunu malın, rütbenin, sim ü zerin
Zevk u şevki ‘ney’le ‘mey’dir rind-i azade serin!
Dest-i cûdundan çekip kallaviyi Peygamber’in
Mazhar oldun feyzine Neyzen cenab-ı Haydar’ın
der.
Tevfik bütün ömrünce bu tarife sadık kaldı. Bir gün İstanbul’a Dresden Operası müdürü gelmişti. Neyzen’in şöhretini kim bilir nerede duymuş. Dinlemek istedi. Tevfik ona Dede Efendi’nin “Sultanıyegâh Beste”sini çaldı. Neyzen üflerken, Alman sanatkâr yazıyordu. Eser bitince:
“Lütfen bir daha tekrarlar mısınız?” dedi.
“Yâr misal” ikinci kere çalındı ve ikinci kere yazıldı. Opera müdürü:
“Bu adam yalnız çalmıyor, aynı zamanda besteliyor!” hükmünü verdi. Gerçekten de öyledir. Tevfik bir peşrevi, bir saz semaisini, bir besteyi çalarken esere kendi ruhunu, kendi üslubunu sindirir.

Nefesinde Tuna’nın suları canlandı

Bir akşam saza gitmiştik. Çalanlar onu görünce coştular. Rumeli havaları söyleniyordu. Sıra Alişim’e gelince: “Lütfet bunu birlikte çalalım,” diye yalvardılar. Neyzen de aralarına karıştı ve saz ansızın bir şimşekle parladı. Bu türküyü belki bin kere dinlemiştim. Meğer hiçbir zaman onun sırrına ermemişim. O akşam seslerin manası değişti. Mısraların enginliği başka türlü çağıldadı. Öyle ki sazlar birer birer sustu. Kimi tamburuna, kimi yayına başını dayadı. Klarnet sustu, ut sustu. Yalnız ney dil oldu, beyan oldu, sesler harf oldu, söz oldu. Gözümüzde savrulan söğütleri, köpüren kıyıları, çağlayan sularıyla Tuna canlandı. O nağme adesesinin arkasında biz, türkülerini uçuran rüzgârlara “Aliş’imi gördünüz mü?” diyen canfes şalvarlı kızı gördük.
Tevfik işte böyle bir neyzendir.
(Hakkı Süha Gezgin / 29 Birincikânun 1939 / Yeni Mecmua)

Share.

Leave A Reply

four × 4 =

error: Content is protected !!