Leyla Gencer / Çağdaş yaşamın hızı günümüz opera şarkıcılarının sesini zedeliyor

0

Leyla Gencer, 1982’de, opera sahnelerine veda etmeden bir yıl önce İstanbul Festivali’nde resital vermişti. 63 yaşındaki sanatçı Türk basınında yayımlanan ender detaylı röportajlarından birinde sahne serüvenini anlatmıştı. Gencer “Donizetti olunca bana gelirler, Donizettici geçindiğim için” diyor.

1980, La Scala

Müzikle ilginizin derecesi ne olursa olsun Leyla Gencer adını duymuşsunuzdur. Müzik dünyasının, opera evreninin bu uluslararası ünlü sesi uzun yıllardır Milano’da yaşıyor. Ülkesinde ne zaman önemli bir müzik olayı yaşansa hemen kalkıp geliyor, konser veriyor.

Opera sanatçısı sopano Leyla Gencer, başta İtalya olmak üzere, dünyaın birçok ülkesinde övgüler toplamış, eleştirmenlerden tam not almıştır.

Ben Leyla Gencer’i ilk kez 1959’da, Tepebaşı Dram Tiyatrosu’nda “Tosca”da dinledim. Sabahın erken saatlerinde kuyruğa girmiş zorlukla bir bilet edinebilmiştim.

Leyla Gencer, 10. Uluslararası İstanbul Festivali programı içinde yarın bir resital verecek. İstanbul’a resital vermeye gelen Gencer’i evinde piyanist ve müzik eleştirmeni Filiz Ali ile ziyaret ettik. Eşi İbrahim Gencer de oradaydı. İncelikli bir karşılayıştan sonra Gencer konuşmanın biçimi, daha doğrusu usulü üzerine söz aldı. “Bili­yor musunuz” diyor,  “Sorulara cevap verirken zorlanıyorum hem de şaşırıyorum. Ben anlatayım, sonra siz sorun.” Oysa sonradan anladık ki Leylâ Gencer’in bu açıklaması alçak­gönüllükten ileri gelirmiş. Tatlı sesiyle büyüleyici bir ko­nuşma yaptı. Müzikten yaşama, insanlardan anılara kadar renkli bir söyleşi çıktı ortaya.

Safranboluluğumla, yani köylülüğümle övünç duyarım

Söze unutamadığım o “Tosca” temsili ile girdim; “Sa­yın Gencer” dedim. “O temsil büyük bir olaydı, hâlâ unutamadım…”

-Gerçekten büyük bir olaydı. Çok sevdiğim, saydığım Devlet Tiyatroları Genel Müdürü hocam Muhsin Ertuğrul Ankara’dan ayrılıp Şehir Tiyatroları’nın başına getirilmişti. Tepebaşı Dram Tiyatrosu’nun açılışında oynanacak Tosca operasında da rol almamı istemişti. Ben de hemen “evet” dedim.

D.H: Muhsin Ertuğrul ile ilgili bir başka anınız da vardı. Onu da anlatır mısınız?

-1957’deki anımı anlatayım. Beni Ahmet Vefik Paşa Tiyatrosu’nun (Bursa) açılışına çağırmıştı, aynı gece de Viyana’da bulunmam gerekiyordu. Hocamı kıramazdım. Anlaşmam olduğu halde Viyana’ya telgraf çektim ve Bursa’ya gittim.

1958, San Francisco Operası, Don Carlos

Vefa borcunu unutmayan Leyla Gencer, iki cümlede bir Muhsin Ertuğrul’a olan saygı ve sevgisinden söz ederken İstanbul Belediye Konservatuarı’nda ona emek verenleri de saygıyla anıyor.

-1950 yılında operaya korist olarak girdim. İki özelliğimle övünç duyarım. Biri, operaya korist olarak başlamak diğeri de Safranbolulu, yani köylü olmakla. Muhsin Ertuğrul beni 1951 yılında solist kadrosuna geçirdi. O tarihlerde tiyatroya, müziğe öyle bir tutkum vardı ki Bu tutku bitmedi ya. Tiyatroya sabah dokuzda girer, gece yarısı çıkardım. Yoğun bir çalışma düzenim vardı. Sabah saat 10.00’da meşhur İtalyan soprano ve şan hocası Madam Arangi Lombardi’nin derslerine, sonra da Maestro Camozzo’nun provalarına girerdim. Haftada iki gece de operada söylerdim. Tiyatroya merakımdan Yunan trajedilerinde koroda görev alırdım. Ankara Devlet Tiyatrosu benim için büyük bir ekol olmuştur. Bugüne kadar süren başarılarımın temeli orada atılmıştır.

D.H: 1950’lerin operamızın altın yılları olduğu söylenir. Gerek operacılar gerek izleyici ilgisi açısından. Operaların önünde kuyruklar oluşur, operaların galaları bir olay olurmuş. Ne dersiniz?

-1953’ten sonra ilgi olağanüstü arttı. İlgi çığ gibi büyüdü. 1958’e kadar öyle bir dönem yaşadık ki bütün yabancı devlet büyüklerine konserler verdik. Mareşal Tito’dan. General Eisenbower’a kadar.

F.A: Kimler vardı o dönem operada?

-Aydın Gün, Belkıs Aran, Ayhan Aydan, Azra Gün… Bu adlar Devlet Operası’nın kurucularıdır.

D.H: Operaya ilgiden söz ediyordunuz…

-Opera ve tiyatro gerçekten popülerdi. Gazetelerde bizle ilgili haberler geniş biçimde okura yansıtılırdı. Yurtdışına gittiğimde Türk büyükelçilikleri konserler düzenlerlerdi.

Toscanini’nin cenaze töreninde

Verdi’nin Requem’ini söyledim

F.A: Yurtdışına ilk çıkış tarihiniz?

-1954’te İtalya’nın Napoli kentinde San Carlo Tiyatrosu’nda Madam Butterfly’ı oynadım. 1956’da San Fransisko’da, 1957’de ilk Türk opera sanatçısı olarak Scala Operası’nda bir dünya prömiyeri yaptım. Poulenc’in “Les Dialogues des Carmelites”inde söyledim. O yıl Toscanini’nin cenaze töreninde, Milano Katedrali’nde, Victor de Sabata idaresinde Verdi’nin “Requiem”ini söyledim.

D.H-Sizin müzik yaşamınızın, opera sanatçılığınızın ilgi çeken bir yanı var. Sık sık oynanan operaları bırakıp bilinmeyen operalarda söylediniz. Müzik tarihinin köşelerinde kalan bu parçalan yeniden sahneye getirdiniz. Rastlantılar mı, sizden gelen öneriler mi? Bu konuyu merak ediyorum.

-Evet, böyle bir dönem oldu. Ben yeniliği ve değişikliği aradım ve ararım.

Avrupa’da özellikle İtalya’da öyle bir zaman geldi, öncüsü olduğumuz bu harekette 18. ve 19. yüzyıl bestecilerinin bilinmeyen operalarını sergiledik Bu operaların bestecileri Rossini, Donizetti, Bellini, Verdi, Pacini, Cherubini… Bu bestecilerin sahnelenmemiş operalarını bulup çıkarmak Avrupa’da bir müzik Rönesansını başlattı. Alışılmış repertuvar operaları kapalı gişe oynardı. Bu yeni operaların başarısı ne olacaktı? Kısacası bu bir serüvendi. Ben hem serüveni severim hem de inatçıyımdır. Verdi’nin “La Battaglia di Legnano”sunda rol aldım, Spoletto Festivali’nde Prokofiyev’in “L’ange de Feu”sünde oynadım. “Jerusalem”, “Hernani”,  “Macbeth”,  “I Due Foscari” gibi eserleri dünya­da ilk ben söyledim.

F.A:  Sayın Gencer, operaların başarısında libret­to yazarlarının rolü nedir?

-Bir eserin başarısı da başarısızlığı da besteciye ait­tir. Konunun önemi ikinci sırada gelir.

D.H: Sayın Gencer, Verdi’nin gençlik ürünü operalarıyla diğer eserleri arasında ne gibi ayrımlar var?

-Bu operaların ses tekniği bakımından güçlükleri vardır. Ses güçlükleri yüzünden bu operaları söyleyen şarkıcılar o kadar az ki…

F.A: Ses genişliği istiyor bu tür operalar de­ğil mi?

-Evet, tekniğin çok iyi olması gerekiyor. Ustalık is­tiyor. Çok usta bir operacı bulamazsanız bu operaları sahneleyemezsiniz. Tekniği harika olacak. Aynı zamanda dra­matik ve tiyatro kabiliyeti de olacak. Hepsini bir arada bulmanın güçlüğü de malûm.

1953, Ankara Operası, Cosi Fan Tutte

D.H: Bugünün şarkıcılarında bu özellikleri bul­mak neden imkansız derecesinde zor?…

-Bugünkü şarkıcıların teknikleri daha esaslı olabili­yor da sesleri daha güzel olmuyor.

D.H: Niye?

-Çağdaş, hızlı yaşantı yüzünden. Opera şarkıcısı bu­gün Türkiye’de söylüyor, yarın New York’a hareket edi­yor, orada iki gün kalıp şarkı söyledikten sonra Londra’­ya geçiyor. Bu iklim değişikliklerine, bu hızlı yaşantıya ses mi dayanır? Ben de bir zamanlar böyle yaptım, böyle yaşadım ama bu derece değil. Onun için herhalde bu ka­dar uzun süre söyleyebiliyorum. 28 yıl dile kolay.

D.H: İlk kez temsil edilen operalar ilgi uyandırdı, dedi­niz. Sonradan repertuvar operaları oldular mı? Meselâ Donizetti…

-Oldular. Bu öncülükle övünüyorum. Çünkü bunlar uluslararası repertuvar operası oldu. Plakları yapıldı.

Bu besteciler içinde Donizetti’ye ayrı bir yer vermek isterim. Adı geçen operaların tutunmasında zamanın akım­larının, aynı operaları dinlemeden doğan bıkkınlıkların da rolü oldu. Donizetti’nin İngiliz Kraliçelerinin hepsini tem­sil ettim; Anna Bolena, María Stuard’a, Elizabetta D’Ingilterra. Hatta bir aralık İtalya’da bir eleştirme yazısının baş­lığı şuydu: Leyla Gencer’e Taht Yakışıyor,

En sevdiğim şefler Karajan ve Solti

D.H: Birçok ülkede birçok şefle çalıştınız. Beğendiğiniz, birlikte çalışmaktan zevk duyduğunuz birkaç ad verebilir misiniz?

-Şeflik çok zor iş. Dışarda da çok şef var ama İyi şef çok az. 28 yıl içinde sürekli şef değiştirdim. Beğendiğim şefleri soruyorsunuz… Başta Karajan, Covent Garden’da birlikte çalıştığım Georg Solti geliyor. İngiliz şeflerden Barbirolli, Klaiber.

D.H: Şeflerin kalitesi sizi etkiliyor kuşkusuz…

-Tabii, insan iyi bir şefle başka türlü zevkle söy­lüyor.

D.H: Yaşadığınız İtalya’dan beğendiğiniz şefler?

-Tullio Serafín, Vittorfo Gui. Gavazzeni. Gençlerden Ricardo Muti, Claudio Abbado.

D.H: Biraz önce iklim değişikliklerinin sanatçıların se­sine verdiği zarardan söz ettiniz. Bu hızlı düzen kaliteyi düşürmüyor mu?

-Bu jetler sanata çok zarar verdi. Avrupa’da bu deği­şimi gözlüyorsunuz. Şef, şarkıcı oradan oraya koşu­yor. Provalar yapılmıyor ya da eksik yapılıyor, iş sade­ce ticari bir durum haline geldi. Herkes az işle zengin ol­mak istiyor.

1973, New York, Carnegie Hall, Donizetti “Catherina Cornaro”

D.H: Örnekleri çoktur herhalde…

-Örnek mi? En yakın arkadaşlarımdan Placido Domingo’nun durumu. Domingo, çekirge gibi yaşıyor, bir gün orda, bir gün burda

F.A.-Domingo hafif müzik de yapıyor…

-Her şeyi yapıyor. Orkestra şefliği bile.

D.H: Yani müzik artık ’ticari bir meta’ oldu diyorsunuz…

– Evet. Buraya gelmeden önce tenor seçilen Caruso Jürisi’nde üyelik yaptım, oyumu kullandım. 17 tenor­dan dördü seçildi. Bu konkura katılanların başlıca amacı çabuk ve kolay tiyatroya atlamaktı. Yani paraya ve üne. Para çok önemli oldu. Benim de bazı meslektaşlarım böyle düşünüyor.

Bir operayı 10 günde çıkarırdım

Ieylâ Gencer’in sesine tutkun olanların birbirlerine sordukları bir soru vardır: Leyla Gencer neden plak yapmadı? Plakları nereden edinebilinir? Filiz Ali bu soruyu sordu:

Sayın Gencer, merak ettiğim konu var. Neden plak yapmadınız? Ben Ankara’da sizin bir plağınızı dinledim. Sanırım İl Tavatore idi.

– Evet, öyle bir plağı biliyorum. 1957 yılında televizyondaki bir temsili plağa almışlar. Şimdi dinleyiciler bu tür doldurulmuş plaklara ilgi göstermiyor. Doğrudan sahneden ses kaydını tercih ediyor.

D.H: Peki hiç plak çalışmanız yok mu?

– Eylül ayında Nikita Magalof’la Chopin’in 19 şarkısını kaydettik.

1983’te rol aldığı son opera eseri: Venedik’te sahnelenen Francesco Gnecco’nun “La Prova de un’opera Seria”sı…

F.A- Siz çalışkanlığınızla ünlüsünüz. Nasıl çalıştığınızı anlatır mısınız bize?

– Deliler gibi çalışırdım, bütün apartman kaçardı. (Eşi İbrahim Gencer’e dönerek) Hatırlar mısın o günleri… Gece yarısı kalkıp piyanonun başına geçer “dan, dan, dan” çalışmaya başlardım.

D.H- Peki çevreniz rahatsız olmaz mıydı?

– Olmaz mı?… Koro Şefi Camozzo yandaki dairede oturuyordu, apartmandan kaçtı. Tahammül edemedi.

F.A: Tam ses mi söylerdiniz?

– Hayır. Çalışma sistemim kendime özgüdür.

F.A: Doğrudan doğruya ses tekniğini ona uyguluyorsunuz. Çok daha iyi, çok daha pratik.

– 10 günde bir opera çıkarırdım.

F.A: Müthiş bir şey.

– Fakat onu bir ay içinde mükemmeliğe eriştirebilmek için canım çıkardı. Korepetitörümün de canını çıkarırdım. Bir müzik cümlesini yüzlerce defa tekrarlardım.

Ses herhangi bir enstrüman gibidir

üzerinde çalışılması gerekir

F.A: Yani piyano çalışır gibi…

– Tabii… Tabii… Ses. piyano gibi, keman gibi herhangi bir enstrüman gibi… Üzerinde çalışılması gerekir. Niye şimdiye kadar ben söyledim. Bu egzersizleri bırakmadığım için.

D.H: Şimdi de bu çalışma düzeninizi sürdürüyor musunuz?

– Daha da fazlasını. Çünkü opera söylemek daha kolay. Çünkü operada tek başınıza değilsiniz. Kendi partinizi öğreniyorsunuz, ötekiler de size yardım ediyor. Düetler var. Koro var. En çok iki, bilemediniz üç arya söylersiniz. Resital öyle mi? Resitalde dinleyicinin ilgisini iki saat sürekli çekmeniz gerekiyor. Bir konser için üç ay çalışıyorum. Bir yılda ancak üç konser çıkabiliyor bu çalışmayla.

1966, Roma Operası

D.H: Konser ve resital dışında başka çalışmalar yapıyor musunuz?

– Var. Hayatımda ilk defa Trieste’de bir seminer yaptım. Geçen yıl Schwarzkopf gelmiş, bu yıl da senin gelmeni istiyoruz dediler. Evet dedim ama dedikten sonra da pişman oldum. 40 sayfalık bir metin hazırladım. Seminerin konusu şuydu: Donizetti’nin kişileri ve besteci Donizetti’nin müziğinin yorumu. İki gün üst üste 1,5 saat konuşacak hem de eser seslendirecektim.

Donizetti olunca bana gelirler. Donizettici geçindiğim için…

F.A: Ama isteyerek ya da istemeyerek öyle oldunuz.

D.H- Hiç kuşkumuz yok ki bu işi de başardınız, üstesinden geldiniz. Çünkü 1,5 saat hem konuşup hem şarkı söylemek çok zor.

-Ne 1,5 saati? Bu 2,5 saate çıktı.

D.H: – Birinci gün ne yaptınız, ikinci gün?…

– Birinci gün Donizetti’nin kraliçe rollerini anlattım. İkinci gün de operalarından karakterlerin analizini yaptım.

1953, Ankara Operası, Cosi Fan Tutte

Aslında ben bu çalışmayla bir kanaati de yıktım.

Şöyle bir kanaat var Avrupa’da: Canım, Donizetti 75 opera yazmış, her gece başını yastığa koyar, ertesi gün kalktığında yeni bir opera yazarmış… Oysa büyük bir besteci. Kişilerinin de hep aynı olduğunu söylerler. Hayır bu iddiaya katılmıyorum, aynı değil. Müziği de kişilere göre değişiktir. Marie Stuart’ın karakteriyle Elizabeth’inki aynı mı?

D.H: Konuşmamızın başında daha konuya girmeden önce Venedik’teki bir karnavaldan söz ediyordunuz..

– Venedik’te 13. Yüzyıl’a kadar geleneği uzatılabilen bir karnaval var. Bu karnaval, aşktan siyasal entrikalara, siyasal kıyımlara kadar çeşitli olayların sergilendiği bir şölen.. Yoksul ve zengin burada bir arada eğleniyordu.. Soylular da bu bir ay süresince halkın arasına karışıyorlardı.. Venedik Belediyesi bu tarihi dönemi bugünün şartlarıyla yaşatmaya karar verdi. Bugün İtalya’da Scala’dan çok Venedik’ten söz ediliyor.

Her yılın festivaline bir konuyu seçiyorlar. Bu yıl da besteci olarak Mozart’ı seçmişler: Mozart et les Turqueries. Türk olduğum için benden de bir konser istediler.

Biliyorsunuz 17.yy’da Osmanlı İmparatorluğu zirvede. Elçiler şatafatlı yaşamımızı anlata anlata bitiremiyor. Giyimimiz. kuşamımız yemek tarzımız her yerde örnek alınıyor.

Bu konser için hemen araştırmaya giriştim. Gluck’lar, Hasse’ler. Mozart’larda ki doğuya ait konuları buldum. Gretry, Vincent D’Indy’ den de birer parça aldım.

Programımıza bizden de örnekler katmak istedim. Aydın Gün bana Cemal Reşit Rey’den türküler gönderdi, bir türkü de bana Ferit Alnar armağan etmişti.

D.H: Konser için özel bir kıyafet de hazırladınız mı?

– O gece ailemden kalma üç etek giydim. Dostum büyükelçiler, bana her yıl bir armağan getirdiler. Ispanyol Büyükelçisi de bana Anadolu işi kuşlu bir tarak getirmişti. D’Indy’den “Kuş ve Yavruları” şarkısını söylerken başımdaki kuşlar da hareket ediyordu.

Ben sahneye çıktığımda bir peri masalında yaşıyordum sanki. Bütün dinleyiciler o dönemin kıyafetleri ile gelmiş.

1980, La Scala, Britten’ın “Albert Hering” operasında.

Asıl beni şaşırtan ne oldu biliyor musunuz?.. İlk sıralarda oturanların giyimleri. Hepsi de o dönemin Osmanlı kaftanlarını giyip gelmiş. En çok ilgiyi bizim türkülerimiz topladı.

D.H: İstanbul Festivali’nde vereceğiniz resitalde neler var?

– Donizetti ve Rossini var. Les Soirees Musicales’in hepsi. İkinci bölümde Donizetti’nin operalarından aryalar ver alıyor.

D.H: Paris’te, Versailles’da bir opera oynayacağınızı duydum..

– Doğru. Gelecek mevsim Paris’te Versailles Festivali içinde Versaille Sarayı’nda sahnelenecek bir operada söyleyeceğim.. Bu operayı önce Venedik’te temsil edeceğim.

(Doğan Hızlan-Filiz Ali / 8-9 Temmuz 1982 / Cumhuriyet)

Share.

Leave A Reply

5 × 1 =

error: Content is protected !!