1982’de, 82 yaşında hayata veda eden Muhittin Sadak, İstanbul Devlet Operası’nın çekirdeği kabul edilen Şehir Korosu’nun kurucusu, İstanbul Belediye Konservatuvarı’nın ilk öğretmenlerindendi. Müziği özel dersler ve kendi çabasıyla öğrenmişti. Leyla Gencer’in de aralarında bulunduğu pek çok müzikçi yetiştirdi. Orkestra yönetti, çellosuyla konserler verdi. 1951’deki bu röportajda Sadak, Türk sanatçıların çağdaş evrensel müzikteki geleceğinden çok umutlu olduğunu söylüyor.
O sadece koro veya eşine ender rastlanan, 80 kişilik orkestranın şefi değil, fakat bilhassa, ülkemizin en üstat viyolonselistidir. Balkanlar’da bile eşine ender rastlanan muazzam bir koronun kurucusu olan Muhittin Sadak, bu koroyu yetiştirmek için senelerden beri sarf ettiği emeklerinin manevi mükâfatını alabilmek mutluluğuna erişmiş midir, bunu zaman gösterecek…
Sanatkarı “Bizim Yıldızlar” dergisi adına, konservatuvarda ziyaret ettiğim zaman beni sanatçı kişiliğine özgü nezaketle karşıladı. Üstadı meşgul etmemek için hemen sorularıma başladım:
Geleneksel Türk müziğini sevmemek, aşağılamak sanatı sevmemek demektir
Batı müziği memleketimizde neden hak ettiği ilgiyi görmüyor?
-Kanımca halkı, yüksek sanatı anlamamakla suçlamadan şu konuya değinmemiz gerekir: İyiyi ve hatta çok iyisini, kötüsünden ayırabilmek için, iyiyi ve hatta çok iyiyi önceden görüp anlamak lazım. Özellikle de sanat gibi, erişilmesi ve anlaşılabilmesi uzun yıllar çalışmayı gerektiren bir konudan bahsediyorsak değerlendirme ve ayırt etme becerisi çok daha önem kazanır. Demek istiyorum ki, yüksek sanatı büyük halk kütlesinin anlayabilmesi için, her şeyden önce o sanat anlayışının senelerce önce memlekette yerleşmesi, halkın yakınlık kurması gerekir. Halkın sanattan anlamadığını söylüyoruz. Acaba biz halka, sanatın ne demek olduğunu anlattık ve gösterdik mi?
Zannederim ki alafranga – alaturka meselesine de temas etmemi istiyorsunuz.
Evet.
-Şüphesiz ki her memleketin kendine has bir müziği var. Mesela Hint, İran, Arap müzikleri… Bunlar birbirlerini etkilemiş, kendi gelişim süreçlerini tamamlayarak kendi milletlerinin müzikleri olmuştur. Bu arada bir de tek sesli Türk müziği var ve bu müzik yalnız Türklerin değil komşu ülkelerin halklarının zevkine de hitap etmiş ve duygularına tercüman olmuştur. Bu müzikler uluslararası sanat müziği çerçevesinde çağlarını doldurmuşlardır. Bu durum bu müziklerden bugün zevk almamamızı gerektirmez. Yüzlerce sene önce yazılmış ve o devrin insanlarının ruh halini yansıtan, mesela Fuzulî’nin, Baki’nin veya bunlara benzer bir diğer şairin şiirini bugün dahi nasıl ki zevkle okuyabiliyorsak, aynı şekilde o devrin müziğini de zevkle dinlememek için ortada hiçbir sebep yok. Kanaatimce, tarihi Türk müziğini hakir görmek, ilkel bulmak, sanat sevmemek demektir. Çünkü bu bahsettiğim müzik kulağı bu nağmelere alışık olan herkese zevk vermiş ve geçmişin izlenimlerini uyandırmış.
Bir ilkbahar sabahında duyduğumuz kuş cıvıltıları müzik değil midir? Kendinde melodik yetenek gören kişinin her hangi bir şiir ya da dizeyi makamlı, usullü okuması müzik değil midir? Yeter ki şiire melodiyi ekleyen kişinin bir müzik zevki olsun.
Bunların hepsi güzel. Lâkin bu zevki, melodiyi günümüz sanat anlayışında göremiyoruz. Biraz önce bahsettiğim tek sesli müziklerin her biri bir yüksek ruhun ifadesi olabilir. Fakat, bütün uygar ülkelerin kabul ettiği sanat müziği çerçevesine giremezler. Bugün bütün uygar ülkelerce kabul edildiğine göre; müzik, tek sesin çizdiği güzel bir melodi demek değildir. Çeşitli seslerin, farklı sazlarla, yalnız kulağı okşayıcı değil, belki duyguları tırmalayıcı kimliğe sahip olan ve insanın ruh halini çeşitli sazlarla ifade edebilen sanata müzik denir.
Radyodan kulağıma gelen seslere “öz müziğim” demeye utanç duyarım
Günümüz müzik piyasasını nasıl buluyorsunuz?
-Beni bilgisizlikle itham etmeyin lütfen, itiraf edeyim ki piyasa hakkında size hiçbir fikir veremeyeceğim. Eğer piyasa müziği dediğiniz şey, son günlerde havaların sıcak gitmesi sebebiyle açık olan penceremden içeriye dolan, komşuların radyolarından çıkan seslerse, bu her halde Türkleri yansıtan bir müzik değildir. Ben şahsen Türk’ü tanımayanlara “İşte benim öz müziğim budur” demeye utanç duyarım.
Bugün, yaşadığımdan ne kadar eminsem, Türk ruhundan coşup taşan yüksek nağmelerin de, bu piyasa müziği denilen ve hiçbir sanat değeri olmayan müzikten kıyas kabul etmeyecek derecede, kat üstün olduğundan da o derece eminim. Piyasa müziğinden tek sesli birer sanat abidesi olan Klâsik Türk Müziği’ni kastetmediğimi özellikle vurgulamak isterim. Zira ben mimarlık sanatının muhteşem anıtı Süleymaniye Camisi’yle ne kadar iftihar ediyorsam, yüksek sanat zevki içeren Klâsik Türk Müziği eserleriyle de aynı şekilde iftihar ediyorum. Bunu zevkle söylüyorum. Fakat hemen ilave edeyim ki, müzik sanatı dünyasında kendimizi tanıtabilmemiz için, evrensel kurallara uyarak eser yazmamız gerek. Çok şükür, bu şekilde eserler veren kıymetli bestekârlarımız da eksik değil. Cemal Reşit, Adnan Saygın (Saygun), Necil Kazım Akses, Ulvi Cemâl, Hasan Ferit’in eserleri müstakbel Türk sanat müziği ekolünün ilk habercileri olarak Avrupa ve Amerika’da büyük takdirle karşılanmakta. Bu değerli bestecilerimizle de hep gurur duyabiliriz. Bu arada henüz tanımadığım başka kompozitörlerimiz varsa, kabahat benim bilgisizliğim kadar kendilerindedir. Zira tevâzu gösterip, şimdiye kadar kendi eserlerini tanıtmadıkları anlamına gelir.
Besteci değil, yorumcuyum
Biraz da kendi eserlerinizden bahsetseniz..
-Ben besteci değilim. Bestelenmiş eserleri yorumlamaya yeltenmekten başka işe yaramam.
Meşhur sözdür: “İnsan, büyüdükçe, küçüldüğünü hisseder.” Fakat bu küçülmek midir, yoksa alnında, tevazûdan örülmüş bir zafer çelengi olduğu halde yücelere doğru yükselmek mi? Sağduyumuz, bu ikinci hâlin daha doğru olacağını bize hissettirmektedir.
Yazdığım ufak tefek şeyler, sanat müziği değil. Her ne kadar sanat müziğinin çerçevesine saz, söz, orkestra opera müzikleriyle birlikte okul ve çocuk müzikleri de girse, yazdığım çocuk müzikleri, operetler ve armonize edilmiş halk türküleri gibi bazı parçaları birer sanat eseri diye size takdim edecek olursam, doğrusu sanat müziğine saygısızlık yapmış olurum.
Siz gelin de, bu sözler karşısında, sağdan soldan topladıkları ezgileri acemice birleştirerek “eserim” diye halka sunan piyasa bestecilerinin feci hâllerine acımayın.
Değerli sanatkâr diyor ki:
-Birkaç alaturka şarkı yazmakla insan bestekâr sayılıyorsa, emin olun ki benim için, hayatta bundan daha kolay iş yoktur. Zira size, birkaç dakikada halkın çok hoşuna gidebilecek şarkılar yazabilirim. Fakat pek doğaldır ki bunlar sanat müziği değildir.
Muhiddin Sadak’ın, 80 kişilik koronun kurucusu ve şefi olduğunu belirtmiştik. Değerli sanatçı koronun çalışmalarından bahsederken üzgün bir ifadeyle konuşuyor:
-Nihayet, beni çok üzen bir noktaya temas ettiniz. Ülkemizin gururu olan bu muazzam koro bugün maalesef maddî sıkıntılarla pençeleşmekte. Her sene İstanbul Belediye Konservatuvarı bütçesi görüşülürken, koro ödeneğinin kesileceği endişesi bizi üzüyor. Buna rağmen, korodaki çocuklarım, yüksek bir sanat zevkine ve kültürüne sahip olduklarından büyük fedakârlık ve sabırla çalışıyor. Tek tesellim, çocuklarımın gösterdiği kararlılık ve gayret sonucunda konserlerde kazanılan başarı ve halkımızın ifade ettiği takdir…
Sanatkâr, korodaki öğrencilerini o kadar seviyor ki, onlardan daima “çocuklarım” diye bahsediyor. Sakın, koristlerin gerçekten çocuk olduğunu zannetmeyin. Onların içinde 40 yaşını aşmış olanlar da eksik değil. Buna rağmen Muhittin Sadak, onların da babası…
Hatıralarım içinizi karartabilir
Koronuzda, gelecekte büyük ümitler vaat eden gençler var mı?
-Koro kurarken bu hedefle yola çıkılmasa da bu kuralın aksine çok değerli çocuklarım geleceğe umutla bakmamızı mümkün kılıyor. Bugün koromuzda kız ya da erkek ülkemizin en yüksek sanat kurumlarında başarıyla solistlik yapabilecek olanlar mevcut.
Biraz da hatıralarınızdan bahseder misiniz ?
-Sanat hatıralarım maalesef çok acı. Eğer sözü buraya getirirsek üzerimi yine üzüntü ve yılgınlık bulutu kaplayacak. En iyisi onları bir kenara bırakmak.
Kızım aynı talihsizlikleri yaşamayacak
Buna rağmen neden kızınızı sanatçı yetiştiriyorsunuz?
-Zira kızım, benim yaşıma geldiğinde aynı şekilde bir soruyla karşılaşacak olursa, o benim size demin verdiğim cevabı vermeyecektir. Gülseren, bir Cumhuriyet çocuğu. Cumhuriyet çocuğunun herhalde birçok eğlenceli ve tatlı hatıraları olacaktır. Bu sebepten Gülseren’i de bir müziksever olarak yetiştirmekte sakınca görmüyorum.
Sevgili okuyucularımız, Gülseren Sadak ismini herhalde işitmiştir. Pek küçük yaşından beri piyano dersi alan, Muhittin Sadak gibi bir müzik üstadının elinde yetişen Gülseren Sadak, Muhittin Sadak’ın sanatkâr kızı. 20 yaşında ve gerçek sanatın yolunda azimle yürüyor. Gülseren’i bir süre sonra uluslararası üne sahip yüksek bir piyano virtüözü olarak karşımızda görürsek buna hiç şaşmayalım. Zira o, sanat müziğinde yükselmenin en esaslı koşullarından tevazuya ve ciddî çalışma disiplinine sahip. Parmaklarının, piyano tuşları arasında dolaşırken gösterdiği dinamizm ve aynı zamanda tatlı bir yumuşaklık, gerçekten övgüye değer.
Uluslararası platformda çağdaş Türk müziğinin önü açık
Muhittin Sadak, Türk sanat müziği ekolünün pek yakın zamanda uluslararası ekoller arasında önemli bir yer alacağından emin. Sanatçıya göre:
-Sanat müziğinin başlangıcı 16.yy’ın sonlarına rastlar. Bu tarihte başlıca üç ekol mevcuttu: İtalyan, Fransız ve Alman. Daha sonraları bunlar birbirlerine karşılıklı etkide bulundu. Gerçek kimliklerini yitirip Çek, İskandinav, İspanyol ve bunun gibi ekollerin oluşmasına zemin hazırladılar. Fakat zamanla bu yeni ekoller de birbirleriyle etkileşime girdi. Onlar da asıl kimliklerini, melodi zenginliklerini kaybetme yoluna girdi. Şimdi artık yeni bir müzik ekolünün doğması bekleniyor. Kuvvetle inanıyorum ki bu Türk sanat müziği ekolü olacak. Zira Türk müziği melodilerinde yepyeni bir karakter, yepyeni bir özellik ve çok renkli bir manevî atmosfer mevcut. Bu sebepten, büyük bir melodi zenginliğine sahip bulunan Türk ekolünün, uluslararası sanat müziği dünyasında önder yerini alması yakındır.
(Baha Kayserilioğlu / 2 Ocak 1951 / Bizim Yıldızlar, Arşiv çalışması, redaksiyon ve internete aktarım: Serhan Yedig)
Hobisi oyuncak trenler ve sihirbazlık
Muhittin Sadak, savcı olan babasının görev yaptığı İzmir’de ailenin dördüncü ve son çocuğu olarak 1900’de dünyaya geldi. Dört yaşında dayısının hediye ettiği topacın çıngırağından çıkan “do, mi, sol, do”nun büyüsüne kapıldı. Dayısının çaldığı kanun ve sessiz film izlediği İstanbul sinemalarında duyduğu piyanonun etkisiyle müziğe yöneldi. Müzisyen olmasını istemeyen babasından gizli, ahırda tek başına çalışarak çello çalmayı öğrendi. Saint Joseph Fransız Mektebi’nde okul orkestrasının timpanistliğini üstlendi. Mezun olduğu Galatasaray Lisesi’nde müzik çalışmalarını sürdürdü. Okulda Afif Tektaş ve Ekrem Besim’le ikililer, üçlüler oluşturup konser verdi. Halife Mecid Efendi ve Prens Abdürrahim Efendi’nin de bulunduğu saray ortamında müzik yapılan çevrelerde kendini geliştirdi. Lupot yapımı ilk değerli çellosunu da Prens Abdürrahim Efendi hediye etti. İlk resmi konserini 1920’de Kadıköy Halk (sonradan Hale) Sineması’nda verdi. 1922’de Darülelhan’da Batı Müziği bölümünün kurulacağını öğrenince Elektrik Şirketi Müdürlüğü’ndeki 300 lira maaşlı işinden ayrılıp 40 lira maaşla konservatuvara çello ve müzik kuramı öğretmeni oldu. Cemal Reşit Rey ve Ekrem Tektaş’la üçlü kurup kentte konserler verdi. Sadak, diplomalı müzikçi olmadığı halde besteci Bülent Tarcan’ın değerlendirmesine göre, kuşağının en geniş literatür bilgisine sahip sanatçısıydı. 1925’te kurulan öğrenci korosunu 1931’de, danışmanlık vermek üzere İstanbul’a gelen Joseph Marx’ın önerisiyle devraldı. “La Diva Turca” Leyla Gencer’in yetiştiği topluluğu oluşturdu. Bir yandan da İstanbul Muallim Mektebi ve Galatasaray Lisesi’nde müzik dersi verdi. 1945’te kurulan, İstanbul Devlet Operası’nın çekirdeği olacak 84 kişilik Şehir Korosu’nun yönetimini üstlendi. Ertesi yıldan itibaren Cemal Reşit Rey’in yönettiği Konservatuvar Şehir Orkestrası’yla solist olarak konserler verdi. 1950’lerden itibaren İstanbul Radyosu’nda ses kayıt teknisyenliği yaptı. 1969’da İstanbul Devlet Operası’nın koro şefliğine atandı. Bu görevini 1977’ye kadar sürdürdü.
Fransızcanın yanı sıra sınırlı düzeyde İtalyanca ve Almanca bilen Sadak, amatör koşullarda film çeken bir sinema meraklısı, model uçak ve gemiler yapan maharetli bir usta, çocukluğundan itibaren illüzyona merak salmış hatta ustasından ders almış bir sihirbaz, tutkulu bir oyuncak tren koleksiyoncusuydu. Evine boydan boya ray döşeyip her biri 15 kilogramlık lokomotiflerle katarlar oluşturup, davet ettiği arkadaşlarıyla lokomotif yarıştırırdı.
Bu renkli kişiliği daha yakından tanımak isterseniz Gökhan Akçura’nın İnsanlar Alemi (İthaki Yayınları / 2005) ve Hıfzı Topuz’un Eski Dostlar (Remzi Kitabevi / 2000) adlı kitaplarına başvurabilirsiniz.