Geleneksel Türk müziğine 400 civarında eser kazandıran bestekar Lemi Atlı yaşama veda edeli 70 yıl oluyor. Ölümünden altı yıl sonra anılarını aktaran yakın dostu Osman Nihat, “Nadir yetişir insanlardan biriydi” diyor.
Lemi Atlı’yla beni, Maltepe Askeri Lisesi Almanca muallimi Mubahat Bey tanıştırmıştı.
Mubahat Bey’in birçok meziyeti arasında sesinin güzelliği üstad Lemi Atlı’nın nazarı dikkatini celbetmiş olacak ki, kendi eserlerinden bir kaçını “Columbia” plâk kumpanyasında okunması için şirketle bir anlaşmaya bile varmışlardı.
Lemi Bey, Mubahat ve ben Kadıköy’de Bayram yeri adıyla anılan Mısırlıoğlu’nda oturuyorduk. Fakat ben, Lemi Atlı’nın sadece eserlerini biliyor, kendini tanımıyordum.
Bir akşam Asya Gazinosu’nda Mubahat Bey’e rastladım. Beni görünce hemen ayağa kalkıp kolumdan yakaladı ve masasına oturttu; dereden, tepeden konuşurken lâfımız en nihayet musikiye intikal etti. Mubahat Bey “Aman Osman sus! Başıma öyle bir iş açtım ki sorma” diye yana yakıla, Columbia’da okuyacağı plâklardan şikâyet ediyordu.
Halbuki o devirde plâk okumak için herkes can atıyordu.
Bu şikâyete hiçbir manâ verememiş, kendi kendime “cilve” yaptığına hükmetmiştim.
Asya’dan çıktık, Altıyol ağzına doğru yürüyorduk, Mubahât durdu “Ben Lemi Bey’e gidiyorum. İstersen sen de gel” dedi. Fakat kendisini tanımadığım için gitmek istemeyince “Ayol! Yabancı değil, büyük babanın çok aziz dostudur, elini öper rahatça tanışırsın” dedi.
Uzatmayalım, üzüle, büzüle evden içeri girdik. Lemi Bey, bizi büyük bir nezaket ve misafirperverlikle odasına aldı, kendi eliyle birer de kahve pişirdikten sonra hemen meşke oturdular. Arab’ın “Kellim Kellim la yeafa” dediği gibi hep aynı şarkıyı okudular.
Cırcır böceği gibi ortamdan patladım
Ben o şarkıyı çoktan ezberlemiştim, Lemi Atlı’nın bir ara dışarı çıkmasından istifade “Kuzum Mubahat Bey! Şu meşki kısa kes de gidelim” diye huysuzlanmaya başladım. Mubahat Bey usulcacık bana “Aman! Sakın renk verme, Lemi Bey çok alıngandır” demez mi? Büsbütün asabım bozulmuş, cinler anında başıma üşüşmüştü. Bu sırada üstad içeri girdi. Mubahat Bey’e “Şarkı aşağı yukarı çıktı demektir. Yalnız nakarat da ufak bir gırtlak nağmesi var, onu birkaç kere tekrarlayalım” diyerek tekrar meşke oturdular.
Mubahat Bey, takılmış, bir türlü o nağmeyi çıkaramıyordu. Nihayet ben cırcır böceği gibi orta yerimden patladım ve nakaratı başından kaptığım gibi, bir çırpıda çıkarınca üstadın gözleri büyüdü.
“Aferin oğlum!” diye bana hem iltifat etti ve hem de “Musiki ile meşgul oluyor musunuz” diye bir sual tevcih ederek, o zamana kadar gizli tuttuğum bir sırrı açıklamağa beni mecbur etmişti.
Nitekim, ben o sıralarda Leon Hancıyan Efendi’den usul dersi alıyor, iki gün sonra aynı usulu ezberlediğimi ispat için “Dolaşıp ayağıma beni yerlere yıktın / Kız gözlerin kör olsun, benden ne çabuk bıktın” gibi, abuk sabuk güfteleri kendime göre besteleyip okuyordum. Bir gün Leon Hancıyan Efendi “80 senedir musiki alemi içindeyim, ben ne böyle şarkıları işittim ne de böyle güfte duymuştum” diyerek dudak büktü. Ancak o zaman bu şarkıları sırf dersimi unutmamak için uydurduğumu itiraf ettim.
Nitekim hoca benim yazdığım şarkıların bazılarını Hamparsum notasına almış ve üşenmeden o ihtiyar haliyle gidip Artaki’ye okumuş… Yani, ben ancak bu vesileyle eserlerimi plaklara aldırmak imkanı bulmuştum.
Mülkiye mezunuydu
Lemi Bey benim eserlerimi dinledikten sonra, beni her görüşte:
“Gel bakalım küçük bestekar! Yeni bir şeyler var mı” diye yanına çağırır, eğer hakikaten bir şeyler saçmalamışsam ona okur, eğer bu müşkülpesent üstada beğendirirsem “bir şeyler” diye vasıflandırdığı nâçiz eserimin bir “şey” olduğuna inanabilirdim. Lemi Bey’le sonradan bir baba-oğul gibi akşamları birbirimizi bekler, iskele civarında ufak bir aparatif aldıktan sonra onun “Tin Tin” yürüyüşüne ayak uydurarak evine kadar götürür, ancak ondan sonra da arkadaş ve çağdaşlarımla buluşurdum.
Lemi Bey ben Ankara’da bulunduğum sıralarda (1945) hayata gözlerini yummuş. Bana ondan 1931 senesinde “Osman Bey oğluma” ithafıyla yukarıda gördüğünüz fotoğrafı, mukaddes ve unutamadığım bir miras olarak kaldı.
Lemi Bey, 1870 senesinde Üsküdar’da doğmuş. 25 Kasım 1945 tarihinde kendisinden evvel gelip geçmiş sanatkarlar gibi tevazu içinde ölmüştür. Fatih ve Soğukçeşme rüştiyelerinde okuduktan sonra, gayretiyle Mülkiye Mektebi’ni bitirmiş, muhtelif memuriyetlerde bulunarak, son günlerini gönül verdiği Türk musikisine hasretmişti.
Çok titiz, şarkılarında en ufak bir aykırılığı dahi hazmetmeyen bir hassasiyete sahip, hârika denecek derecede ‘Oreille Musicale” denilen bir musiki anlayışına malikti.
400’den fazla eser vermiş, nâdir yetişir insanlardan biriydi.
(Osman Nihad / 1951 / Radyo Magazin / Arşiv çalışması, redaksiyon: Serhan Yedig / İmge Sahaf’a teşekkür.)