Sir John Barbirolli / İyi müzik dünyadaki en iyi tonik

0

1936’da, New Filarmoni Orkestrası’na konuk şef atanan Sir John Barbirolli, İngiliz müzik dergisi Gramophone’a mesleğe başladığı yıllarla ilgili anılarını yazmıştı. “Şeflikte her zaman doğallıktan yana oldum” diyen Barbirolli’nin anıları o günün müzik dünyasına da ışık tutuyor.

Her ne kadar şu anda makale yazmaya ayıracak zamanım çok kısıtlı da olsa, Gramophone’un talebini geri çeviremezdim. National Gramophonic Society günlerinde ilk orkestralı kayıtlarımın yayımlanmasında derginin önemli katkısı olmuştu. New York’un gösterdiği teveccühten gurur duyuyorum ve çok mutluyum. Bununla birlikte ne kadar zorlu bir görev üstlendiğimin farkındayım. Umarım, benim ve dolayısıyla İngiliz müziğinin bu onura layık olmadığını gösterecek bir durum çıkmaz ortaya…
Görevi Toscanini’den devraldığımı bir süreliğine bir kenara bırakmama izin verin lütfen. Ayrılışıyla birlikte New York Filarmoni’nin tarihinde önemli bir çağ kapanıyor. NYF’nin bir yetkilisi gazetede yayımlanan demecinde durumu aynen böyle ifade etti. “Bay Barbirolli’yi davet etmekle, ilginç bir deney yapıyoruz. Gençliğinin farkındayız, fakat genç yetenekler bulmamız lazım, İngiltere’deki şefliği hakkında duyduklarımız, tercihimizin mutluluk verici sonuçlara yol açacağını gösteriyor” dedi.
Umarım öyle olur. İlginç bir tesadüf, bu yıl icracı olarak sahneye çıkışımın 25’inci yılı. İlk kez Queen’s Hall’da sahneye çıkıp Saint – Saens’ın konçertosundaki solo bölümü çaldığımda 11 yaşında bir çocuktum.
Sonrasında çello çalışmayı sürdürmekle birlikte gerçek arzum şeflikti. Gençliğimde parklarda rastladığım bandoların şeflerini hayranlıkla izlerdim. 6-7 yaşlarındayken Lincolns Inn Fields’da küçük bir topluluk konser verirdi. O günlerde, yakınlardaki Drury Lane’deydi evimiz. Şefi izlemek için konserlere götürülmem benim için en sevindirici olaydı.
Bu arada sürekli çello çalışıyordum, diğer arkadaşlarım okuldan mezun olmadan ben hayatımı kazanıyordum. 14 yaşında profesyonel meslek yaşamım başladı. Öncesinde sokak hariç her yerde konser verdim, tiyatrolar, müzikoller, sinemalar, opera orkestraları, oda müziği konserleri. İşin tam içine düşmüştüm. Olabilecek en iyi şeydi bu.

Şef iyi bir psikolog olmak zorunda

Şef aynı zamanda iyi bir psikolog olmak zorunda, orkestrayı oluşturan farklı kişiliklerle nasıl iletişim kuracağını bilmeli. Orkestrada çalışmak, onları iyi tanımak, sonraki yıllarda şefliğe başladığımda çok yararını gördüğüm deneyimler kazandırdı.
16 yaşına geldiğimde Queen’s Hall Orkestrası’na katıldım. Geniş bir orkestra repertuvarıyla çalışmak okul gibi bir deneyimdi. Aşağı yukarı aynı dönemde Carl Rosa Opera Topluluğu Orkestrası’nda, bir süre sonra Drury Lane’deki Beecham Opera Topluluğu’nda çalmaya başladım. Karşıma çıkan bu öğrenme fırsatlarının hiçbirini kaçırmadım.
O günlerde tiyatroda mekanik müzik yoktu. Müzik gerektiğinde küçük tiyatro orkestraları kullanılırdı. Bunlardan birinde çalıyordum. Yapacak pek fazla iş yoktu. Oyun sırasında müzik kullanılmamaya başlamıştı. Biz de perde aralarında tiyatronun barında çalıyorduk. Boş zamanımı partisyonları inceleyerek geçiriyordum. Şeflik fırsatı geldiğinde tüm bu geçmiş deneyimlerimin, orkestra tecrübesinin mesleğimde tutunmama önemli yardımı oldu.
Aslında ilk şeflik deneyimimi askeri görevim sırasında yaşadım. Suffolk Alayı’nın albayı çok meraklı, amatör kemancıydı. Armistice’den sonra birlikte birçok müzikçi olduğunu fark etti ve küçük bir orkestra kurdu. Orkestrada çalıyordum, pek çok güzel akşam yaşadık. Bir akşam şefimiz gelmeyince, son dakikada kendimi şef sehpasında buldum.
Etkili bir şefin baget tekniğinin her zaman doğal olduğunu savunurum. Bagetin işlevselliği (eğer bu terimi kullanabilirsem) açısından bakıldığında o gece, şu anda olduğu gibi doğallıkla orkestrayı yönettim. Öyle ya da böyle o akşamki sonuçtan memnundum.

İlk büyük konser fırsatı Sir Beecham’ın ani rahatsızlığıyla geldi

İlk profesyonel girişimim 1925’te kurduğum orkestraydı. Guild of Singers and Players küçük, fakat nitelikli bir topluluktu. Kısa sürede bu niteliğiyle tanındı. Bu orkestrayla ilk kayıtlarımı yaptım. Purcell ve Delius yorumlarımızı National Gramophonic Society yayımladı.
O günlerde Ethel Bartlett ile ezberden çaldığımız çello piyano sonatı icraları da başarılı bulunmuştu. Başarının ardında yoğun bir çalışma yatıyordu. Ethel Bartlett ayrıca ilk Guild konserlerimizin solistiydi. Eşi Rae Robertson ile birlikte New York Filarmoni’de de solistim olacaklar.
Chenil Galleries açıldıktan birkaç ay sonra John Goss tarafından bir oda orkestrası kuruldu ve şefliği bana verildi.
John Goss, hep iyi bir dosttu. Bana güvenirdi. Bir açıdan operaya ilk adımı atmama da o vesile oldu. Van Dieren’in eserlerini yorumlayacağımız bir konser ayarladı. O zamanlar İngiliz Ulusal Opera Topluluğu’nun (BNOC) sanat yönetmeni olan Frederick Austin salondaydı. İcrayı beğendi ve BNOC’un turnesinde şefliği üstlenmemi istedi. Bir yıl sonra Covent Garden’da şefliğe başlamıştım.
İlk büyük konser fırsatı Sir Thomas Beecham’ın ani rahatsızlığı üzerine gelmişti. Londra Senfoni Orkestrası, 48 saat sonra Elgar’ın ikinci senfonisini yöneteceğimi bildirdi. Casals ise Haydn’ın konçertosunu çalacaktı, bunu çok net hatırlıyorum. Provada, girişteki birkaç barı çaldıktan sonra orkestrayı durdurdum, eserle ilgili birkaç noktayı hatırlattım. Casals iskemlesinde öne doğru eğildi “Onu dinleyin, biliyor” dedi. Gencecik bir şeftim ve böylesine büyük bir sanatçıdan gelen birkaç sözcük beni çok derinden etkiledi. Böylesine yüce bir sanatçının yapabileceği harika bir şeydi, bunu hiç unutmayacağım. Sonrasında büyük sanatçıların hep yalın ve babacan olduğunu gördüm, nadiren tersi durumlarla karşılaştım. Casals ve Kreisler başlıbaşına önemli iki örnekti.
O akşam Queen’s Hall ağzına kadar doluydu. Benim için unutulmaz bir geceydi. Elgar’ın sonunda sehpadan iner inmez sahnede ufak tefek bir adam çıktı karşıma. “Kimseyle plak anlaşması imzalamayın. Yarın saat 10.00’da buluşalım. İsmim Gaisberg, HMV’de çalışıyorum” dedi. Bu HMV ile ilişkimizin başlangıcıydı. Harika küçük adam Fred Gaisberg ile dostluğumuz da devam ediyor.

Heifetz ile kapağı kırıp viski dolabını açtık

Hiç kuşku yok ki yayımlanan plaklar sayesinde ismim yurtdışında da duyuldu. Editör, plaklarla ilgili yazılabilecek herhangi bir anekdot olup olmadığını sormuştu. Plak endüstrisinin ulaştığı düzey öylesine yüksek ki stüdyoya girdiğimizde sadece işimize yoğunlaşıyoruz ve ciddi bir stres yaşanıyor.  Bir gece Heifetz ile stüdyodaydık. Üç saattir kayıt yapıyorduk.
Wieniawski’nin konçertosunu, Saint-Saens’ın Rondo Capriccioso’su tamamlanmıştı. Ve bizler adeta bitmiştik. Viski dolabının anahtarını saklayan kadın evine gitmişti. Hep birlikte dolabı kırmıştık.
Son zamanlardaki en mutluluk verici kaydı yine Kreisler ile yaptık. Londra Filarmoni eşliğinde Beethoven ve Brahms konçertolarını tekrar kaydettik. Birlikte müzik yapmak büyük mutluluktu. Kayda gittiğimiz bir gün hava yağmurluydu, sürekli şimşekler çakıyordu. Daha kayda başlamadan yorgun hissediyorduk kendimizi. Stüdyonun merdivenlerinden inerken Kreisler “Boşver, çalmaya başladığımızda kendimizi daha iyi hissedeceğiz” demişti.
Ve haklı çıktı. Hiç kuşkum yok ki iyi müzik dünyadaki en iyi tonik.
Meslek yaşamımın bir başka önemli olayını, dolayısıyla aramızdan ayrılan büyük bir müzikçiyi de anmam gerekir. Ölümünden kısa süre önce Elgar, Halle’de kendi eserlerini yönetecekti. Fakat sahneye çıkamayacak kadar hastalandı. Yerine ben yönettim orkestrayı. Tüm zamanların yüce bestecisinin anısı önünde saygıyla eğiliyorum.
Arkadaşlarıma, bu ülkenin orkestra sanatçılarına teşekkür borcumu ödemeden New York’a gitmek istemem. Aralarından ayrılıp şef sehpasına çıkmamdan bu yana hep karşılıklı saygı ve muhabbet içinde yürüttük ilişkimizi. Şu anda bana bahşedilen onurda onların da payı var.
 (Gramophone  / Ekim 1936 / Tercüme: Serhan Yedig)

 

 

Share.

Leave A Reply

2 + twelve =

error: Content is protected !!