Hacı Arif Bey’in oğlu Zeki Arif Ataergin avukat ve babası gibi geleneksel Türk müziğinin tarihe geçen bestecilerinden biriydi. 1964’te 68 yaşında hayata veda ettiğinde 13’ü saz eseri, kalanları “Açıldı Bahçede Güller” gibi çok tanınmış eserlerin de aralarında bulunduğu 150’den fazla şarkı bırakmıştı. Ölümünden 11 yıl önce yayımlanan bu röportajda babasını ve kendi müzik yaklaşımını anlatıyor.
Zamanımızın en güzide bestekârlarından merhum Hacı Ârif Beyin oğlu, Zeki Ârif’i evinde ziyaret ederek şu son hâdiseler hakkında fikirlerini öğrenmek istedik. Kendisine sorduğumuz suallere verdiği cevaplar aşağıdadır:
Dünkü Türk musikisi ile bugünkü Türk musikisi arasında ne gibi farklar vardır?
– Dünkü musikimiz, yani musiki eserlerimiz şöhretleri malûm ve maruf olan musiki üstadlarımız tarafından bestelenmiştir. Bu eserlerin her birinin çok güzel ve mükemmel olduğu muhakkaktır. Dünkü musikimiz 3. Selim zamanına kadar ekseriye Kâr besteler, nakıs ve yörük semailerden icra ve terennüm edilmiştir. 3. Selim zamanında Hamamî Dede İsmail Efendi ve Enderunlu Şakir Ağa gibi üstadlarımız, şarkı bestekârlarına özenerek, gayet iyi tavırlı şarkılar bestelemişlerdir. Meselâ Dede Efendi’nin bestelediği ağır aksak semai usulündeki ‘Zülfündedir Bahtı Siyahım’ ve yine uşşak makamındak ağır aksak semai usulündeki ‘Pür Ateşim Açtırma Ağzımı Zinhar’ şarkıları ile Şakir Ağa’nın ağır aksak usulündeki ‘Efzun Olur Uşşakına Ol Gamze-i Cadu’ şarkıları gibi. Tabiî bu eserler de klâsik olmak vasıflarını kaybetmemişlerdir. Daha sonraları Dede’nin şakirtlerinden Dellâlzade İsmail Efendi de klâsik eserlerinden maada, Karacaoğlan piyasa şarkıları, türkü, koşma, kalender, kanto, divan, sevda semaisi, mâniler gibi halkın hoşlanabileceği eserlerin bestekârlığı ile musikimizde yeni bir devir, yeni bir çığır açmıştır. Hâşim Bey, Rıfat Efendi, Hacı Ârif Bey gibi sair bestekârlarımız da musikimizde Dellâlzade’nin açtığı çığıra intibak ederek musikimizin tekâmülüne hizmet etmişlerdir. Hamamî Dede İsmail Efendi, Sultan Mahmut ve Sultan Mecit zamanında musikimize orijinal eserler vermiştir. Velhasıl dünkü musikimiz başta devlet adamlarından tutun da, halk tabakasına varıncaya kadar herkesin özlediği, sevdiği bir musikî olmuştur.
Bugünkü musikîmize gelince, eskiden olduğu gibi öyle şaheser eserler verecek üstadlarımız kalmamıştır. Rakım Hoca, Lem’i Bey, Salâhattin Pınar ve Sadettin Kaynak gibi bazı bestekârlarımız halk tarafından rağbet gören eserlerle temayüz etmişlerdir. Fakat itiraf etmek lâzımdır ki, halkın gösterdiği bu rağbet musikî seviyemizin yüksekliğine delâlet etmez. Sonra bestekârlarımız da halkın istek ve temayülüne göre, daha doğrusu geçim maksadiyle eserler yapmışlardır. Hattâ gramofon ve plâk müesseseleri bile halk tutmaz diye klâsik eserleri plâğa almıyorlar. Bestekârlarımız da gayet tabiî bu tarz eser vermeye mecbur kalıyorlar.
Okuyucular, nâşirler, bâyiler, hepsi kazanç nerede ise oraya tevessül ettiler. Bittabi bu hal musikimizi uçuruma sürüklüyor. Ancak son zamanlarda memnuniyetle kaydetmek icap eder ki gazete ve mecmuaların yaptığı neşriyat, musikimizde ve genç elemanlar üzerinde bir şevk, bir heyecan uyandırmıştır. Bu çeşit çalışmalar aksamadan devam ederse istikbal için parlak ümitler beklenebilir. Ayrıca bu çalışmaların neticesi olarak halkımızın da klâsik eserlere karşı alâka ve rağbeti artabilir.
Dede Efendi ile Şakir Ağa arasında büyük rekabet vardı
Osmanlı padişahlarının Türk musikisiyle olan yakın alâkalarına ve o devrin bestekârlarına ait birkaç hâtıranızı lûtfeder misiniz?
– Osmanlı padişahlarından ekserisi, musikimizi ve şiirimizi çok sevmişler, şiirde kıtalar ve gazeller inşa etmişlerdir. Fatih Sultan Mehmet, Kanuni ve bilhassa 3. Sultan Selim’in musikimize verdiği ehemmiyet ve kıymet takdire şayandır. Ayrıca bu devlet adamları suzidilâra ve muhayyel sünbüle gibi makamlarda gayet güzel eserler vermişlerdir. 3. Selim’den sonra, 3. Mahmut’un da musikimize pek çok eserler verdiğini görüyoruz. Bu padişahın zamanında yetişen Hamamî İsmail Efendi ve Şakir Ağalar en gözde bestekârlarımız arasındadır. Sultan Mahmut’un sarayında dinlediği musikî heyeti iki gruptan müteşekkil idi:
Birinci grubun şefi: Hamamî İsmail Efendi.
İkinci grubun şefi ise, Enderunlu İsmail Efendi.
O zamanlar Hamamî İsmail Efendi ile Enderunlu Şakir Ağa arasında çok kuvvetli bir rekabet vardı. Dede, sultanîyegâh ve ferahfezâ makamlarını icad ile çok güzel klâsik eserler vücuda getirmiş bulunuyordu. Şakir Ağa da gizlice çalışıyordu, bir gün o da ferahnâk makamını icad etti. Meyanı bestelenmemiş, yarım kalmış bir kâr ve ağır çenber usulünde ‘Meyleder Bu Hüsnünle Kim Görse Ey Gülfem Seni’ ve ‘Bu Dilbere Dil Düştü Ki Mahbub-i Dilimdir’ yörük semaisini bestelemişti. Huzurda icrayı âhenk edilmek üzere her iki bestekâr da hummalı bir faaliyet içinde bulunuyordu. Şakir Ağa’nın grubunda Dede Efendi’nin damadı bulunan Keçi İbrahim Ağa da vardı. Şakir Ağa’nın icad ettiği ferahnâk makamında kâr, beste, yörük semaî ve güzelceyi kayınpederi Dede Efendi’ye gizlice geçmişti. Şakir Ağa biraz safça bir adam olduğu için grupunda hânende olarak bulunan Keçi İbrahim Ağanın icad ettiği besteyi kayınpederine geçeceğine hiç ihtimal vermiyordu. Halbuki Dede Efendi, Enderunlunun bestesini öğrenmiş ve aynı zincir usulünde “Figan Eder Bülbül, Bahar Görmüştür’ şarkısı ile ‘Dili Biçareyi Mecruh Eden Tiğı Nigâhındır’ güfteli nâkıs semaiyi çoktan bestelemişti bile… Vakta ki Şakir Ağa kendi makamından ve eserlerinden Sultan Mahmud’u haberdar edilp huzurda icrayı âhenk etmek için izin istihsal edince, sultan Mahmut, Dede Efendi’yi de bu toplantıya davet etti. Padişah yerini aldıktan sonra, Şakir Ağa, Tanburi Zeki Mehmet Ağanın Ferahnâk peşrevinden sonra, kâr, beste ve semaisini kendi grubu ile terennüm ve icra etti ve Padişahın iltifatına mazhar oldu. Sonra dede Efendi’ye dönerek
– Şakir Ağa’nın Ferahnâk makamını ve eserlerini nasıl bulursun? diye sordu.
dede Efendi .yerinden kalkarak:
– Padişahım, dedi, Şakir Ağa’nın bulduğu bu makam, meçhul bir makam değildir. Kulunuzun dahi bu makam ile yapılmış eserleri vardır. İrade buyurulursa icrayı âhenk edeyim.
Padişah Sultan Mahmut, yeni bir makam bulduğunu iddia eden ve bu maksatla huzura çıkan Şakir Ağa’ya hışımla bakar. Padişahın gözleri çakmak çakmak olmuştur. Cellatların elleri palalarına giderken Şakir Ağa nohut büyüklüğünde terler döküyordu. Sultan Mahmut daha evvel başka bestekârlar tarafından da malûm olan bu makamın yeni keşfedilmiş gibi kendisine sunulmasından müthiş şekilde kızmıştı. Şakir Ağa’ya dönerek:
– Bak Dede Efendi ne diyor. Senin keşfettiğini söylediğin bu makam başkaları tarafından da malûm imiş, buna ne dersin?
Şakir Ağa hayretler içerisindeydi. Dede Efendi’nin damadı Keçiİbrahim tarafından bu makamı öğrenebileceğini hatırına getiremiyor ve kendi kendine yoksa ben bilinen bir makamı mı buldum diye soruyordu. Başının cellâda gideceğini sezen Şakir Ağa ayakta bitkin bir vaziyette sallanıp duruyordu. Dede Efendi arkadaşının ıstırabına daha fazla tahammül edemeyip:
– Padişahım, dedi, müsaade buyurulursa kulunuz vaziyeti izah etsin.
– Peki söyle.
– Şakir Ağa kulunuz, ferahnâk makamını hakikaten icad etmiştir. Bendeniz Şakir Ağa’nın icad ettiği bu makamın seyrini, onun grubunda çalışan damadım Keçi İbrahim Ağa’dan öğrenip derhal bir beste yaptım. Maksadım bendenizin de Şakir Ağa kadar kuvvetli olduğunu ispat etmekti.
Sultan Mahmut gülerek:
– Şakir Ağa gördün mü? dedi, şu Dede canavar gibi bir adamdır. Sen onunla boy ölçüşemezsin.
Padişah bu sözleriyle Dede’ye iltifat etmek istemişse de dede padişahın vanavar tabirinden teessüre düşmüş ve Sultan Mecit zamanında saraydaki alafranga musiki salgınından da meyyus ve nevmit olmuştu. Saraydan ayrılıp Beşiktaş’taki Kâhyazade Arif Efendi’nin nezdine gitmiş ve oradan da beraberinde zeki Mehmet Ağa da olduğu halde hac yolunu tutmuştu. O zamanlar Arabistan’da korkunç bir veba salgını vardı. Bü.yük bestekâr dede Efendi de bu hastalıktan kurtulamayarak Hicaz’da irtihal etmiş ve Zeki Mehmet Ağa İstanbul’a yalnız dönmüştü.
Radyoda Mesut Cemil’den başka musikiden anlayan kimse yok
Radyo ve konservatuardaki keşmekeşlik hakkında neler düşünüyorsunuz?
– Bu müesseselerdeki keşmekeşlik, oralarda üstat mevkiinde olan şahısların, eski üstadlar derecesinde, üstünlük, vefakârlık ve samimiyet gösterememelerinden ileri geliyor. Yeni yetişenlerin aralarında bir tesanüdün olmaması hepsinin kendilerini üstad olarak görmelerinden ileri gelmiştir. Konservatuardan birçok kıymetli şahsın ayrılması, bu müessesenin sinesinde barındırdığı elemanları tatmin edememesinden doğmuş olsa gerektir. Radyodaki keşmekeşliğe gelince. Bana kalırsa orada Mesut Cemil’den başka, musikiden anlayan kimse yok. Buna rağmen hiçbir müessesede, musikiden anlayanlarla, anlamayanlar bu derece kaynaşmış olamaz. Solistler hazırlanmadan mikrofonun karşısına çıkmakta; eserler, iyice tetkik edilmeden neşriyat yapılmakta ve Türk musikisi bu çeşit hatalarla halk nazarındaki değerini kaybedecek bir dereceye düşürülmektedir.
Bestelerinizi nasıl yapar ve nelerden ilham alırsınız?
– Eserlerimi hemen hemen her güzellikten ilham alarak ve heyecan duyarak bestelerim. Ekserisinde gözyaşlarımla ibda ettiğim, nağmeler vardır. Eserlerimi başkaları takdir etmişlerse, bilinmelidir ki o eser, evvelâ beni tehdit etmiştir.
Bugünün bestekârları niçin klâsik eser veremiyorlar?
– Bugün piyasada tanınmış bestekârların klâsik eser vermemeleri halkın piyasa şarkılarına çok fazla rağbet göstermesinden dolayıdır. Geçinmek isteyen bestekâr mutlaka piyasa şarkısı bestelemeye mecbur kalıyor. Fakat bizim gibi maişetleri piyasaya bağlanmamış olanlar elbette bu dar çember içinde bulunmaktan uzak kalıyoruz. Fakat radyolarımız, solistlerimiz ve bestekârlarımız el ele verirlerse bu dava halledilir. Hem halkımızın seviyesi yükselmiş olur, hem de güzel eserler vermek imkânı doğar.
Hatıralarınızı yazdığınızı işittik; doğru mu?
– Evet musiki sahasındaki hatıralarımı kaleme almış bulunuyorum. Bu yazılarımda bilinmeyen bazı hakikatleri de açıklıyorum. Meselâ memleketimizde Darul Müsiki’yi Osmaniye namıyla musikimizin ilk teşekkülünü Koska’da (Lâleli) kanuni Hacı Arif Bey vücude getirmiştir. Sonra bu teşekkülü güzel kanun çalan şehzade Ziyaettin Efendi himayesine almıştır. İbrahim Ağa çayırındaki köşkünde de ayrıca bir musiki heyeti vardı. Bu heyetin başında Beste Nigârı Üsküdarlı Hoca Ziya Bey bulunurdu. Ben de bumusiki heyeti içinde okuyucu olarak yer almıştım. Kemani Sadi Işılay, Udi Şevket Bey, Ayan’da başkâtip Etem Ulvi Bey, her akşam musiki çalışmalarına devam ederdik.
İki saatlik paydos vakti dolmuştu. Fatih Noteri bulunan Zeki Ârif derin bir iç çekişinden sonra:
– Yaaaa… İşte böyle, diğer hatıralarımı da kitabımdan okursun artık dedi.
(Vechi Benderli / 21 Kasım 1953 / Radyonun Sesi / Arşiv çalışması: Serhan Yedig / Dizgi, redaksiyon: Ferruh Yazıcı)
Zeki Arif Bey Hasta Yatağında
1954 yılında sağlığı bozulan Zekai Arif Ataergin, 20 gün Bakırköy Hastanesi’nde tedavi görmüştü. Hastanede ziyaretine giden gazeteciye bakın neler anlatmış:
Mevsim itibarıyle bir türlü düzelemeyen havaların, yağış ve soğuklara biraz ara verdiği sakin bir günde Zeki Arif Bey’i yoklamağa gittik. Kendisini eskisine nazaran çok zayıflamış buldum. Müzik sahasında, vefatı ile hepimizi hüzne gark eden Neyzen Süleyman Bey’in onu, son derece üzüp vücudu üzerinde meydana getirdiği tahribata 2,5 aydır rahatsız oluşu bâriz bir şekilde göstermiştir. Üstad arkadaşını çok fazla sevdiği için onun ölüm hâdisesi kendisini epeyce sarsmış, Bakırköy Hastahanes’nin üçüncü asabiye koğuşunda 20 gün yatan kıymetli bestekâr evinde hâlâ istirahat halinde…
Bizi karşısında görünce memnuniyetini ifade maksadı ile yavaş yavaş konuştu:
– Hoş geldiniz çocuklar…Eksik olmayın… İnsan hasta olunca gözü yolda oluyor.
– Rica ederim hocam… gayet tabiî… vazifemiz… dedim.Gülümsüyordu. İnşallah rahatsızlığınız tamamen geçti…
Yatağında haififçe doğrularak cevap verdi:
– Çok şükür şimdi iyiyim… Fakat şu acımı, hastalığım esnasında gösterdiği ihtimam ve kadirşinaslıı ile medyunu olduğum âli ruhlu insan Fahri Celâl Bey’e borçluyum. meğer beni ne çok sevmiş. bu sırada Alâeddin’in (Yavaşca) de uğraşmasını unutmam. Evlâdım, çok didindi, dedi.
Bunları anlatırken gözleri yaşarıyordu.
– İnsanlığı hakkı ile hazmetmiş olan bu iki insan beni cidden mütehassis ettiler.
Kendisini fazla rahatsız etmemek için sual sormaktan ziyade, ekseri onun anlattığını dinliyordum. Yastığının üzerinde duran gözlüğünü gözüne takarak biraz evvel tetkik etmekte olduğu bir notayı gösterdi:
– Bu eseri hastahanede besteleyerek Fahri Celâl Bey’e ithaf ettim. Bakın size de okuyayım:
Cefanı çekmeye yok tahammülüm.
Ağlatma garibim ey gonca gülüm.
Her acı ruhuma sesinden geldi,
Ağlatma garibim ey gonca gülüm.
Yorulmasından korkuyordum. Kendine soracağım suali ben sormadan cevaplandırdı:
– Güftesi Mustafa Nafiz’indir bu eserin… Alâaddin Yavaşça da okuyacak.
Bu sırada kapı açılarak içeri kızı Betül hanım girdi. Kucağında nur topu gibi bir bebek vardı:
– Hoş geldiniz efendim, dedi, sonra:- Oğlum Ömer diye bana takdim etti.Henüz pek küçük olan hassas Ömer bile dedesinin hastalığından müteessir ve neş’esizdi. Özlediği kucağa atılmak ister gibi gözlerini dedesinden ayırmıyordu. Zeki Arif Bey Türk musikisinde, verdiği eserleri ile nasıl ki tam bir değer olmaya hak kazanmışsa aile muhitinde de olgun bir aile reisi, müşfik bir baba, hattâ dededir. Az bir zaman sonra küçük Ömer, dedesinin kucağındaki yerini almaya muvaffak oldu. Şimdi büyükbaba da hayatından memnun torun da… Bestekârımızın çok boğazına düşkün olduğunu bildiğimiçin sordum:- Hocam! perhiz yapıyor musunuz?Şikayetkâr bir sesle:
– Tabiî, dedi. Hastalığımdan beri rejime tâbiyim. Ama artık yemek istiyorum.
– Rahatsızlığınıza ne teşhis koydular? deyince:
– “Heni prazı” dedi. Değil yemeğe, dolaşmaya bile izin yok.
– Aman efendim zaten dışarda da çıkılacak hava yok ya…Diye teselli etmek istedim. O tekrar:
– Biraz sıhhatim düzelince yatak beni sıkıyor, dedi. Sağ olsun dostlarım yoklamağa geliyorlar da memnun oluyorum. Dün de Salâhaddin Pınar’la Fehmi Tokay gelmişlerdi, dedi.
Kucağında uslu uslu oturan torununun yumuk ellerini okşayarak devam etti:
– Hele geçen gün Tülin Korman gelmişti. Bilseniz ne kadar sevindirdi beni… Fakat bu arada mahzun olduklarım da olmadı değil. Bilhassa Feriha’yı kızlarım kadar sevdiğim için onun bir defa bile arayıp sorması ihmâli beni gücendirdi, diye sitemde bulundu.
Zamanımızın en hürmet edilmeğe lâyık bestekârlarımızdan olan Zeki Arif Bey yalnız musikişinaslara değil, mütevazı ve samimî hali herkese kendisini sevdirmiş bir insandır. Nükteli konuşmaları, neş’eli tavırları ile görmeğe alışık olduğumuz üstadı yatakta bulmak kısa bir istirahati takip eden günlerden sonra sıhhatine kavuşacağı temennisi olsa bile hepimizi, hattâ herkesi üzdü. Çünkü onlar kendilerinin oldukları kadar, cemiyetin de değerleri oldukları malûmudur. Karısı ve aile efradı neş’e kaynağını, evin reisinin de olduğuna inandıkları için en ufak bir şeye üzülmesine tahammül edemiyorlar. Düşünceleri de gayet tabiî, değil mi?
(Şükran Konukçu / 13 Mart 1954 / Radyonun Sesi / Arşiv çalışması: Serhan Yedig / Dizgi, redaksiyon: Ferruh Yazıcı)