Koloratur soprano Suna Korat, yaşasaydı 2018’in ilk gününde 83’üncü yaşını kutlayacaktı. 1960’larda Avrupa’da sesini duyurmayı başaran iki Türk divasından biriydi. Devlet Sanatçısı ünvanıyla onurlandırılmasına karşın İstanbul ve Ankara’nın opera sahnelerinde engellerle karşılaştı. Küskünlüğü nedeniyle sahneden erken çekilip eğitime yöneldi. 2003’te, Ankara’da yalnız yaşadığı evde ölü bulunduğunda 67 yaşındaydı. Korad, 1973’te yayımlanan mülakatta “Yeniden doğsam yine operayı seçerdim” diyor.
Sayın Suna Korat, bugüne dek sizinle birçok röportaj yapıldı. Biz özel düşüncelerinizi, biraz da özel hayatınızı okurlarımıza duyurmak istedik. Şu anda İstanbul Devlet Operası’nda Anna Bolena’nın başrolünü canlandırdığınıza göre, konuya buradan başlayalım. Bir rolü, hele böyle tarihe geçmiş bir kadın kahramanı dile getirmek kolay olmasa gerek. Acaba Anna Bolena’yı sevdiniz mi?
— Evet, çok sevdim. Anna Bolena, şerefi uğruna hayatını veren ve de kendisini öldürmek amacını güdenleri affedecek kadar yüce bir kadın. Bu operadaki rolümü kolaylıkla benimsedim ve söylerken yaşamak bir bakıma da kolay oldu diyebilirim.
Anna Bolena, İngiltere Kralı VIII Henri’nin altı karısından ikincisinin, hüzünlü fakat sizin de belirttiğiniz gibi yüce öyküsü. Bunu operaya dönüştüren Donizetti size göre iyi işlemiş mi konuyu? Yahut başka bir deyişle gerçekçi yönünü bugünkü modern sanatla karşılaştırırsak geçen 143 yıl eseri yıpratmış mı?
— Asla. Zaten klâsik operanın, zamanın tahribine uğramayan bir yönü var. Nasıl ki Shakespeare’in dili eskimiyorsa, onun dili de daima yaşıyor ve yaşayacak. Sonra Donizetti’nin tiyatro anlayışı çok güçlü. Anna Bolena’yı gayet iyi işlemiş. Ayrıca, Donizetti’yi günümüz bestecileri ile karşılaştırmak düşüncesi, bence, tamamen hatalı. Nasıl ki Rembrandt ile Chagall’ı karşılaştırmak yersiz ise, Donizetti’yi de bugünkü bestecilerle kıyaslamak o derece ters.
Şan inkar edilince tiyatro
öne geçer, buna opera denmez
Yeri gelmişken soralım. Donizetti, belkanto türünün üstadı. Kanımızca bu belkanto sözcüğü yanlış anlaşılıyor. Siz belkanto’yu nasıl tanımlarsınız?
– Tam tercümesi, güzel şarkı söylemek. Belkanto ile opera o kadar birbirinin içinde ki bunları ayıramazsınız. Ayrı düşündüğünüz zaman o opera olmuyor. Müzik bir fon olarak ikinci planda kalıyor. Şan inkar edildi mi tiyatro ön plana geçer. O zaman ortaya çıkan opera değildir, adını başka koymalı. Gerçek operada tiyatro, müzik ve şan birbirine iyice kenetlenmeli. Belkanto türü Rossini, Bellini ve Donizetti devrinde ilk klasik şekliyle ortaya çıkmış, sonra Verdi ve Puccini bunu geliştirmiştir. Günümüz bestecileri içinde bu akıma, bir bakıma bağlı kalanlar var. Örneğin Menotti. Zaten belkanto’yu inkar eden bestecilerin verecekleri eserlerin yaşayabileceği kanısında değilim.
Biz gene Anna Bolena’ya dönelim. Donizetti, eseri ünlü soprano Giuditta Pasta için yazmış. Sizin bu soprano hakkındaki fikriniz?
– Giuditta Pasta olmasaydı bugun Anna Bolena olmazdı. Sonnambula olmazdı. Bu soprano devrinin en büyük dramatik koloraturuydu. Besteciler onun için, ses imkanlarına göre bu eserleri vermiştir.
Dramatik koloratur sözcüğünü de bu arada tanımlasak.
– Bir koloraturun sahip olduğu yukarı ses kolaylığına, ses kıvraklığına (agilite) ve ses genişliğine sahiptir. Ayrıca sesinin, koloratur özelliği dışında güçlü bir dramatik niteliği vardır.
Özel yaşantınızla ilgili iki soru sormak istiyorum, izin verirseniz tabii.
– Rica ederim, buyurun.
Batıl inançlarım var
fakat açıklamak istemem
Bugüne dek oynadığınız roller içinde sizi en çok etkileyen ve en çok sevdiğiniz hangisi?
– Lucia di Lammermoor. Nedeni ise belki ilk gözağrısı olmasıdır. Çünkü operaya adımımı ilk olarak Lucia ile attım.
Sahnede yaşadığınız en heyecan verici olay?
– Bir Çekoslovakya turnesinde, Prag’dan sonra Brno’da Sihirli Flüt’de Gece Kraliçesi rolünü oynayacaktım. Temsil günü vardığım Brno’da sahne provası yapmak olanağını bulamamıştım. Yalnız rejisör tarif etti. Gece Kraliçesi’nin aryasını, yukarıdan aşağıya inen bir yarımay üstünde söyleyecek, aryanın bitiminde ay aşağıya inecek, bense arkadan çıkacaktım. Arya bitti, ortalık karardı, ben de o telaşla arkadan çıkacağımı unuttum ve yandan çıkmak istedim. Yürürken kulisten çığlıklar işittim ve önüme bir pano indi. Çığlıkları duyduğumda bir adım gerilemiştim. İyi ki yapmışım. Fakat bir şey anlamamıştım. Soyunma odama gidip, çığlıkların nedenini sorunca “geçmiş olsun” dediler. “Önünüze inen pano 300 kilo ağırlığında ve çok inceydi. Sizi bir anda ikiye bölebilirdi.” Tabii benim korkum sonradan gelen korkuydu.
Dünyaya bir kez daha gelseniz, hangi mesleği seçmek isterdiniz?
— Gene operayı isterdim.
Opera sanatı dışında nelerden hoşlanırsınız?
— Yemek pişirmesini çok severim. Çok yemek çeşidi bilmesem de, gene de iyi yemek yaptığımı dostlarım söyler.
En iyi yaptığınız yemekler?
– Pilav ve meyveli jöle.
Mesleğinizde sizi üzen olaylar?
— Bunun için kitap yazmak icap eder.
Bâtıl itikatlarınız var mı?
– Var. Fakat açıklamak istemem.
Uğurlu saydıklarınız?
– Hayvanları çok severim. Fakat at ve aslanın uğurlu olduğuna inancım sonsuz. Afrika’da bulunduğum sırada yerlilerin de uğurlu saydığı aslanın bıyığından elde etmiştim. Fakat gene uğurlu sayılan arslan tırnağını, maalesef bugüne dek elde edemedim…
(Gürçil Çeliktaş / 1 Mart 1973 / Orkestra Dergisi)