Atanasia Yeorgiadu, namı diğer Denizkızı Eftalya’nın müzik macerası Büyükdere’de, babasıyla mehtap akşamlarında söylediği şarkılarla başlamıştı. Sonra Galata kahvelerine, Kuşdili Çayırı’ndaki panayırlara uzandı. Bestekar Sadi Işılay’la evlenmesi kaderini değiştirdi. Adına şarkılar yazıldı, Atatürk’ün sofrasına davet edildi. Eftalya, 1935’te, 44 yaşına geldiğinde Taksim’de apartman yaptıracak kadar zengin olmuştu. Ölümünden 4 yıl önceki röportajda Kıbrıs’ta yaşadığı tuhaf olayı ve sahne tutkusunu anlatıyor.
Okumayı zahmet saymayacağınıza güvenerek, hayali hikâyeleri gölgede bırakan bir olmuşu anlatıyorum:
Kıbrıs’ın en büyük tiyatrosu, kapıları sayım arifesindeki kadar dolu.
O kadar ki gişe memurları, ellerinde paralarıyla kapıya dayanan müşterilerini içeri girmekten vazgeçirebilmek için, gecenin bütün kârına lanet okutacak kadar ter döküyor!
Nihayet, perde, ilân edilen zamandan yarım saat önce açılıyor. Fakat perdenin açılmasıyla, umulmayan bir kıyametin kopması bir oluyor.
Durulması beklenen bu kıyamet evvelâ, perdenin erken açılmasından doğan bir keyfin tezahürü sanılıyor.
Şarkıya başamak için, alkış sandığı bu gürültünün dinmesini bekleyen Eftalya’nın ağzı kulaklarında…
Başını, arkasında kemanını akorda çalışan kocasına yarım çeviriyor. Ve daima burnunda tuttuğu mendilin altından fısıldıyor:
– Bu alâkaya ne dersin Sadi? Biz bu rağbeti İstanbul’da bile görmemiştik!
Kemani Sadi Işılay da memnun:
— Musikiye susamış olacak biçareler!..
Fakat o sırada kendilerini alkışladıkları sanılan müşterilerin dışarıya doğru akına başlamaları ikisini de hayrete düşürüyor:
— Sadi ahali gidiyor?
Sadi’nin benzi sararmış kekeliyor:
— Evet… Bu pek alkışa benzemiyor?
— Ne oldu acaba?
Çok geçmeden, tiyatro gişesi, Versay’a saldıran Fransız ihtilâlcileri kadar isyankâr bir kalabalıkla sarılıyor.
Ve feryadlar yükselmeye başlıyor:
— Paraları geri verin …
— Dolandırıcılar. Hani bu kadının kuyruğu? İndirin şu camı.
— Nerede o sıçan kuyruklu, bıyıklı biletçi?
Sesimle apartman yaptırmama şaşıyorlar
Her tehlikeyi göze alıp aralarına karışan tiyatro sahibi, hayret, merak ve hiddetle bağırıyor:
– Susun da anlayalım istediğinizi…
— Paralarımızı geri istiyoruz.
– Neden?
— Biz Denizkızı Eltalya’yı dinlemek için para verdik.
— O halde neden paralarınızı geri istiyorsunuz; girip dinlesenize…
— Sahneye çıkardınız mı ki dinleyelim?
— Şimdi sahnede bulunan Denizkızı Eftalya’dır!
— Sen onu başka enayilere yuttur. Neresi Denizkızı onun?..
— Siz Eftalya’yı tanımıyor musunuz?
— Hayır!
— O halde sahnedekinin Denizkızı olmadığını nereden anladınız?
— Denizkızı dediğin böyle mi olur? Denizkızının belden yukarısı insan, geri yanı balık olur… Yabanın avradını Denizkızı diye yutar mıyız biz? Basbayağı avrat görecek olduktan sonra bizim köy ne güne duruyor?
Sevimli sanatkar Denizkızı Eftalya başından geçen garip macerayı gülerek tamamladı!
—- Meram anlatmak mümkün değildi. Onlara, efsanelerdekine benzeyen bir “Denizkızı” görmek için verdikleri paraları iade etmekten başka çare bulamadık…
— Sesimle apartman yaptırabilmeme mi şaşıyorlar? Ben de buna şaşayım. Eğer sesim sayesinde kazandıklarımı hançeremden fazla israf etmeseydim bugün sade bu apartmana değil, bütün evleri, dükkânları ve apartmanlarıyla bütün Talimhane Meydanı’na sahip olabilirdim.
Sahneye çıkmadığımda çileden çıkarım
— Sadece senin apartman yaptırabilmene değil, refah içinde yaşayabilecek vaziyette olduğun halde, sahnede yorulmaktan vazgeçmeyişine de şaşıyorlar…
— Bu şaşkınlıkları tabii bulmak lazım. Çünkü sahneye çıkmayan sahnenin ne olduğunu bilmez…
Sahne, ona alışanlar için, hava gibi, su gibi bir şeydir. Tekaüde sevk olunmuş aktörler varmış ki, kendilerinde bir ihtiyaç haline gelen sahne havasının dışında kalmamak için, en âdi hizmetten talip olurlarmış! Bu tıpkı, kleptomaniye müptela olanların, milyarlara sahip oldukları halde, üç beş kuruşu irtikâptan kurtulamamaları gibi bir şey… Ben sahneye çıkamadığım geceler, iğnesi yapılmamış, ilâcı verilmemiş sinir hastaları gibi çileden çıkarım.
— Size sahneyi bu kadar sevdiren nedir?
— Hiç düşünmedim. Fakat bana bu sebebi düşünsem de bulamayacağım gibi geliyor. Sahneye çıkmak arzusu, evvelâ tıpkı içki, sigara içmek, morfin yapmak isteği gibi. Sadece bir tecessüsü gidermek ihtiyacından doğuyor. Ve yavaş yavaş bir tiryakilik halini alıyor!.. Fakat muhakkak ki, sahne tiryakiliği, içki, cigara hattâ morfin tiryakiliğinden de beter…
Bunu ispata en yakın misal olarak da kendimi gösterebilirim. Ben eskiden rakı içmekle Neyzen Tevfik’ten aşağı kalmazdım. Ve tüm gün fabrikalarındaki çeşni eksperlerinden fazla cigara içerdim. Bugün içki kokusu, fazla koklanmış amonyak gibi başımı ağırlaştırıyor. Ve cigara dumanı zehirli gaz gibi genzimi tıkıyor.
Yani içki ve cigara tiryakiliğine yürekten tövbe etmiş vaziyetindeyim. Fakat sahne tiryakiliğinden vazgeçmeyi düşündüğüm zaman bile yeni yaptırmaya başladığım Billurses Apartmanı başıma yıkılmış gibi oluyor!
— Sahnenin en fazla nelerinden müştekisiniz?
Eftalya’nın gözleri sigaramdan savrulan dumanlara daldı:
— Çoooook… Hangi birini sayayım? Mesela tam hazin bir şarkı okurken, müşterinin biri yüksek sesle garsonu çağırır, hesap ister. Mesela tam önünüzde kıskanç bir kadın kocasını sizi alkışlamaktan meneder. Bunların arasında işi tokada dökenleri ve bayılanları bile görmüşümdür…
En sinirlendiğim şeylerden birisi de, en ön masalara sıralanan bazı züppelerin, gözlerini bacakları arasında tuttukları aynalara dikmeleri ve zaman zaman, son bir edayla birbirlerini kendi aynalarına bakmaya davet etmeleridir… Bereket ki, sanatkârların eteklerini uzatmaları bu tiplerin miktarını hayli azalttı.
Sağlığım bozuk
Eftalya, hizmetçinin getirdiği yeşil renkli mayii “Tohum” piyesini seyreder gibi yüzünü buruşturarak yuvarlarken sordum:
— Hasta mısınız?
— Evet… Safrakesemde taş vardı. Ameliyat olmuştum. Şimdi de böbreklerim sancılanıyor. Orada da ufak bir taş varmış…
Evvelâ yürekten bir:
— Geçmiş olsun, dedim. Sonra şeytanın dürtüşüne kapılmaktan kurtulamadım; güldüm:
— Aklıma tuhaf bir hikâye geldi… Budala Fransız diplomatlarından birisi hastalanmış. Muayene neticesinde böbreklerinde taş olduğu anlaşılmış. Bunu haber alan zeki bir muharrir gülmüş ve :
— Yanlış olacak! demiş, onun böbreklerinde taş yoktur…
Muhatapları merakla sormuşlar:
— Ya nedir?
Beriki kemali ciddiyetle cevap vermiş:
— Beyni böbreklerine inmiştir.
Şakalara mütehammil olan sanatkar gülerek yerinden fırladı:
— Hınzır, yani ben de mi taş kafalıyım?
Yazımı, onun sevimli hışmından kaçarken borçlu kaldığım cevabı ödeyerek tamamlıyorum:
— Estağfurullah!
(Naci Sadullah / 14 Kasım 1935 / Perşembe Dergisi / Redaksiyon, internete aktaran: Serhan Yedig / Ayvalık Esk’iz Sahaf’a teşekkür)
Linkler
İstanbul Kadın Müzesi’ndeki biyografisi
Emir Ertaş’ın kaleminden Denizkızı Eftalya
İcraları