Dört bin yıl önce Anadolu’da dünyanın ilk ekonomik birliğini kuran, tarihte ilk kez insanların, ağaçların ve hayvanların haklarını yasayla koruma altına alan, dilleri Almanca, Fransızca’ya kaynak olan Hatti ve Hititler’in aynı zamanda gitarın mucidi olduğu iddia ediliyor. Bahar aylarında Çorum’daki Karakaya – Alacahöyük parkurunda çıkacağınız yürüyüşü sizi hiç beklemediğiniz noktalara sürükler.
Alacahöyük’ün kapısına 100 metre kala, bir söğüt dalına tüneyip müthiş şarkılar söyleyen tombul bülbülün gür sesiyle donup kalmadan sadece birkaç dakika önce, Uygar Özesmi’yle kuş listesi hazırlıyorduk. “Karakaya’dan bu yana, yol boyunca sesini duyup tanımlayabildiğimiz ötücü kuşların sayısı herhalde 10’u bulmuştur” demiştim. Saymaya başlamıştık: Kamış bülbülü, bülbül, büyük baştankara, tepeli toygar, tarlakirazkuşu ve diğerleri… Evet, tam 10 olmuştu.
Yürüyüş arkadaşım Greenpeace Akdeniz Genel Direktörü Özesmi, jeolog ve çevrebilimciydi. 1990’larda Ankara ve İstanbul’da ilk kuş gözlem gruplarını kurmuştu. Tepelerin ardında öten kuşları hiç görmeden, sesinden tanımlayabiliyordu. Hafızasında onlarca kuşun sesi vardı. Yıllar önce yurtdışından plaklar getirtmiş, dinleyerek uzmanlaşmıştı. Böyle bir uzmanla doğa yürüyüşüne çıkmayı hayal ederdim hep. Hiç beklemediğim anda gerçekleşmişti. Özesmi’nin bu konudaki bilgisini birgün önce, minibüsle doğa harikası İncesu Kanyonu’na giderken keşfetmiştim. Onca gürültünün arasından yol kenarındaki kuşun ötüşünü duymuş “bu bir kamış bülbülü” demişti. Alacahöyük yürüyüşüne başlarken yanına gidip, rica edince yol boyunca duyduğumuz tüm kuşların isimlerini söyledi. Müthiş bir duyguydu dalların arasından şakıyan, yüzlerini göstermeyen kuşların ismini, özelliklerini o anda öğrenmek. Nasıl dişbudakla gürgeni, çınarla meşeyi ayırt ederek doğaya bakmak kişiyi “Ağaç işte canım, hepsi aynı şey” duyarsızlığından kurtarıp yeni bir algı boyutu açıyorsa, kuşların sesini tanımak da farklı bir zenginlik kazandırıyordu.
Hitit Yolu’nun Karakaya – Alacahöyük parkuru 9 kilometreydi. Kırmızı beyaz boyalı taşlar, sapaklarda tabelalarla işaretlenen yolumuz göz alabildiğine uzanan yemyeşil buğday tarlalarının kıyısından, Hititlerden bu yana pırıl pırıl akan küçük dereciklerin arasından, kıyısı boyunca dizilmiş söğüt ağaçlarının altından, sarı çiçeklerle bezeli yemyeşil çayırlardan geçiyordu. Güzergaha şirin, küçük tahta köprüler yapılmıştı. Yürüyüşçü için hayal ötesi güzellikte, fotoğrafçı için ilerlemesi çok zor bir parkurdu. Çünkü her köşesinde cazip bir kare saklıydı.
Benim aklım, sesini ayırt etmeyi beceremediğim iki toygar türüne takılmıştı. Bir yandan da Olivier Messiaen’in ünlü sözünü düşünüyordum. 20’inci yüzyılda, Debussy ve Ravel’den sonra Fransa’dan yetişen en büyük ses ustasıydı Messiaen. “Sanatsal hiyerarşide kuşlar gezegenimizin en büyük müzikçilerdir” diyordu. 10 yıl elinde dürbün, cebinde kuş kataloğuyla dağlarda gezmişti. Ses kaydı yerine, kuş şarkılarını doğrudan notaya almıştı. Bunlardan esinlenip “Reveil des Oiseaux”, “Oiseaux Exotiques”i bestelemişti. 1958’de, piyano için yazdığı başyapıtı “Cataloque d’Oiseaux,” yol boyunca dinlediklerimizi de içeren ötücü kuşlar rehberi gibiydi. Dağ ve kuş sevgisini yansıttığı eserleri okyanusu aşmış, Utah’ın White Cliffs’ine Messiaen Dağı adı verilmişti.
Peki Messiaen, kuşları en büyük müzikçi ilan etmekte haklı mıydı?
Alacahöyük’ün kapısındaki minibüslere, kalabalığa inat şarkısını söyleyen bülbülden geldi cevap. Hemen dürbünlerimizi çıkarıp, sahnedeki şarkıcıyı yakından izledik. Solistimiz karşıdaki korudan gelen şakımayı dinleyip, sonra uzun uzun cevap veriyordu. Özesmi’nin söylediğine bakılırsa, üreme döneminde şiddetlenen bu şarkılar ağustosa, yani göç zamanına kadar sürecekti. Çünkü bülbül bu şarkılarla bölgesinin sınırlarını da çiziyordu.
Tarihçilerin hatası
Alacahöyük’ün çevresi demir parmaklıklarla çevrilmişti. Yönetim binası, tuvaletleri, müzesi bakımlıydı. Ören yerinin girişine yöneldiğimde, insan barajıyla karşılaştım. Hiyerogliflerle çevrili geçidin iki yanında Fırtına Tanrısı ve eşine ait sfenksler yükseliyordu. Baş tanrıyla eşi içerideki altı Hatti kralının mezarını korumakla görevliydi. Çevrede hatıra fotoğrafı çektirilecek yegane kalıntı bu iki sfenksti. Kapıdan geçenler önlerinde durup poz veriyordu.
Baş tanrıyı meşgul etmeden içeriye süzüldüm. Karşıma çıkan manzara, sıradan bir göz için hayal kırıklığıydı. Ne Hattuşa’nın Yazılıkaya tapınağındeki gizem ne de Efes’teki görkem vardı. Muhibbe Darga, Muazzez İlmiye Çığ ya da Macqeen, Schickert’in çalışmalarını okuyanlar içinse gerçek bir mucizeler bahçesinde, Anadolu’nun en önemli sanat ve kült merkezlerinden birindeydim. MÖ 2500’den, MÖ 300’e kadar tam dört uygarlık geçmişti bu alandan. Hattiler’in ellerinde şekillenmiş, onları tarihten silerken tüm tanrılarını, ibadet dillerini ödünç alan Hititlerce mükemmelleştirilmişti. Burada geliştirilen ibadet yöntemleri, ritüeller sonra ortaya çıkan dinlere kaynak olmuştu.
Aşağılardaki, üstü oval cam kaplı, ağıl görünümlü altı mezar Hatti krallarına aitti. O krallar ki Anadolu’daki ilk büyük merkezi iktidarı, tarihteki ilk ticari birliği kurmuş, torunları Kafkaslara ulaşıp Adige, yani Çerkez kavimlerini oluşturmuş, Karadeniz’in kuzeyinden Avrupa’ya geçip İspanya’da isyankar Katalanlar’a dönüşmüştü. O mezarlar ki Erken Bronz Çağı sanatına ışık tutmuştu.
Aşağıdaki alana indiğimde 60 yaşlarında, ak sakallı, güler yüzlü bir Çorumluyla karşılaştım. O gün açılışı yapılan kral mezarlarını heyecanla inceliyordu. Selamlaşıp, sohbete başladık. Bay Caferoğlu, bir pasta ustasıydı. İstanbul’da Caferoğlu Pastaneleri’ni kurmuştu. “Hayırsever arkadaşlarımızla okuttuğumuz gençleri otobüsle İstanbul’dan açılışa getirdik, burayı tanımalarını istedik” dedi. Bir başka mezarın başında Alaca’dan bir köylü konuğuna açılışın öyküsünü anlatıyordu. “Kazıları yöneten hoca çok titiz. Mezarları koruyan bu camlar 190 TL’ye maloldu. Hoca firmadan cam muhafazaların suyun akacağı şekilde eğimli yapılmasını istemiş, ilk gelen düz camları söktürüp yeniden yaptırdı…”
Cam bölmelerin altında, mezarlar bulunduğu günkü gibi düzenlenmişti. Tüm kral iskeletleri yaklaşık 50 metrekarelik kum kaplı alanın bir köşesinde, yerde, başı batıya, yüzü güneye dönük yatıyordu. Çevrelerine mezardan çıkan objelerin replikaları yerleştirilmişti: Çömlek, geyik, boğa heykelcikleri, testiler ve meşhur güneş kursu. Uzun yıllar hatalı olarak Hitit’e atfedilen, Ankara’nın girişine dev heykeli yerleştirilen “Anadolu Güneşi” Hattiler’in dört bin yıl önce gezegenler, gökyüzü hakkında sistematik bilgi oluşturduğunu gösteriyordu. 18 yılını Hatti yazısını çözmeye adayan Chicago Üniversitesi öğretim üyesi Dr. Oğuz Soysal’la, altı yıl önce yazdığı ilk Hattice sözlük vesilesiyle yaptığım söyleşiyi hatırladım. Hititlere yerleşik kent yaşamını, çömlek çarkını öğreten Hattilerin, Anadolu’nun ilk kaliteli kuyumcuları olduğunu söylemişti. “Mezopotamya ve Asur’un tüccarlarına vergi uygulamadan kapılarını açıp Anadolu’da ticareti geliştirdiler. Tarihte AET benzeri ilk yapılanmayı oluşturdular” demişti. Anadolu sanatında öylesine derin iz bırakmıştı ki Hattiler, Alacahöyük’ün kral mezarlarından çıkan heykelciklerdeki süslemelerin aynısı Troya kalıntılarında bulunmuştu.
Köy kahvesinde Nazım Hikmet şiiri
Krallardan ayrılıp, arkamızdaki küçük tepecikteki ağaca yöneldim. Uzaktan çiçeğe benzettiğim beyazlıklar dilek bezleriydi. Dallarında neredeyse boş yer kalmamıştı. Demek ki Alacahöyük bugünün insanı için de dini ritüel merkezi özelliğini koruyordu.
Çıkışta müzeye uğradım. Alt kattaki ekranda Hatti ve Hitit uygarlıklarını anlatan bir belgesel dönüyordu. Camekanlardaki testi, matara, pişirme kapları birbirinden zarifti. Tasarımları aynen diğer uygarlıklara geçmiş, Anadolu’da binlerce yıl kullanılmıştı. 20 yıl öncesinin gündelik hayatla ilgili tasarımlarını bilmeyen, hatırlamayan günümüz insanı için şaşırtıcı bir gerçeklikti bu.
Alacahöyük’ün kapısından çıkarken “Hitit Yolu Açılış Şenliği” kapsamında paratent uçuşu ve model uçak gösterisi başlamıştı. Meydandaki sergilerde, yöre halkının el işleri satılıyordu: Taşlara elle işlenmiş Hatti, Hitit figürleri, seramik boğa, geyik heykelcikleri, sihir taşları. Çay içmek için meydandaki küçük kahvehaneye girdim. İçerdekilerin en genci 60’ın üstündeydi. 70’ini deviren beş dede, takım elbiselerini giymiş, rozetlerini takmış, çay içmeye gelmişti. Tebessümle selamladılar beni. Masa başında toplanmış 60’lıklar heyecanla 51 oynuyordu. Kahvehane sahibi ortada yoktu. Dedelerden biri önündeki dolu çay bardağını alıp, tezgahın arkasına koştu. Boşaltıp yıkadı, bana çay doldurmak için demliğe yöneldi. Boşaldığını görünce, bir koşu gidip kahveci Bektaş Sapsız’ı getirdi. Çay eşliğinde sohbete başladık. Sapsız, hayatından pek memnun değildi. “Eskiden üç köydük, birleştirip belde yaptılar. Beş binlik nüfusumuz 2 bin 400’e indi” diyordu. Eski günleri özlüyordu.
Bir ara gözüm duvardaki Mustafa Kemal portresinin yakınındaki yazıya takıldı. “Bir ağaç gibi tek ve hür / Ve bir orman gibi kardeşcesine / Bu hasret bizim…” Hemen dönüp diğer yazıları okumaya başladım. “Ayakkabım yok diye üzülüyordum, taa ki bir gün çarşıda ayaksız bir adam görene kadar / Arap atasözü…” Bir başka duvarda Dumas’ın ve diğer önemli yazarların özlü sözleri sıralanmıştı. Nazım Hikmet’in dizelerini, Dumas’dan alıntıları Anadolu’nun ortasında, muhafazakarlığıyla ünlü bir şehrin köy kahvesinde görmek şaşırtıcıydı.
Hattilerin torunu, günümüz Bektaşilerinden başka ne beklenebilirdi ki?
Gitarı kim icat etti
Alacahöyük’teki kazılarda bulunan 3300 yıllık kabartmada, gitara benzer bir enstrümanı bugünkü gitar stilinde çalan müzikçiler yer alıyor. Çorumlu klasik gitarcı Osman Ünsal Taşçı, bu kabartmadan yola çıkarak, enstrümanın Mısırlılar yoluyla Kuzey Afrika’ya, oradan İber Yarımadası’na geçtiğine inanıyor. Hititler’in Mısırlılarca tarihten silindiği, öncesinde onlardan esinlenerek hiyeroglif kullandığı düşünülürse savında haksız sayılmaz. Çorum’da gitar kulübü kuran, 73 genç yetiştiren Taşçı, öğrencileriyle önceki hafta Hattuşa ve Alacahöyük’te konserler verdi. Ayrıca Ricardo Moyano, Carlo Dominiconi, Margarita Escarpa, Galina Vale gibi ustaların katıldığı “Hitit Gitarının 3500 Yıllık Yolculuğu” başlıklı bir resital dizisi organize etti.
BİSİKLETÇİ VE YÜRÜYÜŞÇÜLERE HİTİT YOLU’NDA 23 PARKUR
Hitit Yolu parkurları, Çorum’daki Hattuşa, Alacahöyük, Şapinuva gibi kentleri birbirine bağlıyor. 23 parkurun haritaları, GPS koordinatları, çevre özelliklerini içeren kitap şubat ayında yayımlandı. Çorum Valiliği’nin girişimiyle Ersin Demirel’in hazırladığı kitapta uzunlukları 2 – 18 kilometre arasında değişen 11 günübirlik, uzunlukları 23 – 87 kilometre arasında değişen altı uzun yürüyüş, uzunlukları 32 – 103 kilometre arasında değişen altı bisiklet parkuru yer alıyor. “Hitit Yolu Yürüyüş Parkurları” kitabını valilikten isteyebilir ya da internetten indirebilirsiniz. (Serhan Yedig / 21 Mayıs 2011 / Hürriyet)