Besteci, akademisyen Cengiz Tanç en verimli çağında, 64 yaşında hayata veda etmişti. 50 yaşında, müzik yaklaşımı üzerine soruları yanıtlarken “Dile düşmüş formüller farklı düşünmek isteyen çağımız insanına bir şey kazandırmaz” diyor.
20. yy’ın sonuna yaklaşmaktayız. Çağının müziğini inceleyip, onun getirdiği teknik ve yöntemlerden yararlanan bir besteci olarak size şu soruyu yöneltelim: Kimi eleştirmenler, 20.yy’ı müzik tarihinde “geçiş dönemi” kimileri müziğin geçirdiği “en büyük fırtına” olarak nitelerken, kimileri de müziğin vardığı “yüce bir doruk” olarak görüyor. Bu tartışmalara dayanarak, size göre temel yapı taşlan ve önceki yüzyıllardan ayrımsanabilen özellikleri nedir? Bir sonraki yüzyıla neler aktaracağız bu çağdan?
– Bence 20. yy müziği, kendi başına bağımsız ve kopuk veya geçmişin müzik akımlarından estetik-teknik düşüklükler gösteren, sekonder bir müzik anlayışı değildir ki, kimilerinin dediği gibi bir “geçiş dönemi”, bir acayip “fırtına”, bir “yüce doruk noktası” gibi abartılmış nitelikleri olsun. Bu yüzyıl müziği de dünden gelip bugünü yaşayan, doğal evrimini sürdüren, çevreye ve çağa göre şartlanıp, yaratıcı gücünü işleten, böylece çevreyi ve kendini sürekli yenileyen, her zamanki soyutlamasını yapan insan beyninin, mekanizmasının doğal ürünü. Tabii burada 20.yy müziğiyle neyi kastettiğimiz önemli. Ben, burada, evrensel müzik sanatındaki tarihsel evrimin eskiyi taklit etmeyip, eskiye sığınmayıp, geleceğe yönelmiş tek beşeri çizgisini kastediyorum. Bu çizgi içinde bütün bölgesel kültürler erir, yeni bireşimler oluşturur. Bu çizginin toplumların önünde ve bütün insanlığa yol gösteren bir yüceltici niteliği vardır. Bu çizgiye kendi kültürlerini de eriştirebilen uluslar, o zaman kendi değerleriyle övünebilir. Bu erişmenin temel kuralları vardır. Bu kurallar o kadar değişmez ki, müzikte, edebiyatta, resim ve heykelde de aynı kuralları görebilirsiniz. Değişen ve gelişen şey, o çağın şartlandırdığı bireyin derin düşüncesi (öz) ve bu öze uygun olan yapı taşları ve biçimdir. Bu öğelerin bireşimini sağlayan temel kurallar değişmez. Şüphesiz her çağ kendi bireşimini gerçekleştirdikten sonra bir sonraki çağa onun özünü aktarıyor, öz diyorum çünkü dış görünüşle ilintili biçim ve malzeme öz olmadıkça bir şey ifade etmez. Bunları istediğiniz kadar ustaca kullanın; ister sert, ister yumuşak renkler seçin; ister tonal ister atonal yazın, hepsi birer araçtır. Yoksa aynı malzemeyi kullanan bir armoni öğrencisinin kusursuz bir ödevi ile Bach koraller arasındaki sanatsal farklılığı nereden duyacaktık?
Besteci kullandığı malzemenin
türüne göre değerlendirilmez
Veya o korallerden birini keman konçertosunun özü içinde eritiveren Alban Berg ne yapıyordu? Bunun tam tersini de söyleyebiliriz: Bartok, tonal çalışmalarında, atonal çalışmalarında, Rumen danslarında da aynı evrensel Bartok’tur. Bir besteciyi kullandığı malzemenin türüne göre değerlendiremezsiniz. O malzemeyi kullanmaktaki ustalığına göre de. Bu malzemenin arkasında yatan şey nedir? Kullandığı malzemeyi de o öz yönlendirir, biçimlendirir.
Onun için 20. yy müziğinin de bütün bu malzeme çeşnisine karşın söylemek istediği bir öz vardır. Bu öz, bu çağın, yaşadığımız bugünün çevre ve doğa koşullandırmasının ve geleceğe yönelmiş düşüncelerimizin tartışması ve felsefesidir. Ama bu öz gökten inmedi. Geçmiş çağların bireşimleri de bunun içinde yatıyor. 21.yy ise, bizden bu bireşimi devralıp, kendi çağının bireşimini kuracak. Biz bu özle yaşıyor, düşünüyor ve nefes alıyoruz. Tersini düşünmek mezarlıkta ah-vah ile diri diri ölmektir. Geçmişi şüphesiz anacağız ama günlük hayatta geçmişi yaşamak, insanın evrimine ters düşen bir olaydır.
Görülüyor ki, etki-tepki ile değişen ve değiştiren insan, psikolojik değişimini sanatta bir romantik akım, sonra bir izlenimci akım olarak nasıl ortaya koymuşsa ki, bu duygular o çağların bütün insanlarının ortak duygulandır, 20. yy insanının en ortak, evrensel duygu ve düşüncesi de bugünün sanatının özünü oluşturmakta. Makine endüstrisinin etkileri, tepki olarak yeni bir primitivizm, yeni bir egzotizm veya yeni bir mistisizm çıkartıyor ortaya. Belki özelliği bu yüzyılda doğal olarak devinimin hızlanması. Belki hepsinin karmaşası söz konusu. Ama bugünün insanının, bu çağın özellikleri, iletişim araçlarının gelişmesinin sağladığı daha evrensel ve ortak bir dil de söz konusu. 12 Ton’culardan sonra yeni anlatımcılar, soyutçular, yeni romantiklerin içindeyiz. Bu hızlılık içinde duygusal ve düşünsel benliklerimizin çelişkisi de bizi yeni gerçekler aramaya yöneltmiyor mu? Yığmaların gerginliği yoğunluklar, benzersizleri bulmanın mutluluğu ve sonsuzluğun huzuru, çağdaş insanın en ortak duyguları. Bu gerçeklerden kaçamayız. Herkesin diline düşmüş formüller, başka türlü düşünmeyi özleyen insanoğluna artık hiçbir şey kazandıramaz.
Farklı düşünmek konusunda Osmanlı’dan
gelen tembelliği sürdürüyoruz
Bu evrensel akışın içinde bizim müzik yaklaşımımız, bizim bu konudaki düşünce biçimimiz nasıl gelişti?
– Bizde Cumhuriyet öncesi düzenin topluma yerleştirdiği gelenekselleşmiş bir tembellik var: “Başka türlü düşünmeyi istememek.” Düşünce üretimine başlamak evrenselliğe giden yolun en başında gelir. Bu olmadığı zaman, statik değer yargılarının tutsağı oluruz. Sonra da yanlış bir gelenekçilik ve slogancılık anlayışına sığınıyoruz.
Cumhuriyet sonrası müzik devriminin başlangıcında tüm sanatçılarımızın karşısındaki hastalık buydu. Bu hastalığın nasıl asırlarca yerleşip büyüdüğü bugün 50 yıl sonra onu hâlâ yok edemeyişimizden belli. Üretken düşünce evrimine girmemiş bir toplumun sanatı da doğduğu ilkel noktada yok olmaya mahkûm demektir. Halk sanatlarını toprağın kendisi kabul edersek, bireyin yaptığı sanat, bu toprağın üzerine kurduğu bir insanlık yapıtıdır. Bu yapıt o toprak üzerindedir, ama 20.yy insanının eriştiği en son teknoloji ile donanmış bir gökdelen gibidir.
Cumhuriyet bestecisi, zümresel divan edebiyatına dayanan Osmanlı müziğiyle bugünün çağdaş Türk düşüncesinin evrensel ses mimarisi arasında büyük boşluğu doldurmak için 50 yıldır uğraş veriyor. Bazı çevrelerce ümitsizce tüketildiği, hiçbir işe yaramadığı öne sürülen bu yıllar içinde, üç-beş besteci çağdaş Türk üretken düşüncesini, evrensel çizgi içinde, şurasından burasından oturtmayı başardı. Üstelik onların da devraldığı “bir önceki bireşim” de yoktu. Onun için varılan sentezlerde etkileşmenin çeşitliliği göze çarpıyor. Ama hepsi bir noktada birleşiyor: Evrensel ölçülere varmak gereği… Evrensel çizgiye ulusal sentezimizi ulaştırmak gereği… Bu yapıtlar bu toprakların üzerinde kurulan çağdaş Türk üretken düşüncesinin verileridir. Artık geleceğe umutla bakabiliriz. Türk sanatçısı pek iyi bildiği gelenekçilerle, alışkanlıklarına saplanıp kalanlar ve toplumculukla köylülüğü birbirine karıştırıp, ilericiliği ilkellik ve çağdışılıkta bulma yanlışlığına düşenlere aldırış etmeden tarihsel görevini yerine getirecektir. Bunun yararını toplumun sürekli yenilenen ve çağdaşlaşma çabası içinde olan genç kuşaklarının arasında göreceğiz. Sanatta ölçülerin evrenselliği benimsediği an, pek özlediğimiz çağdaş ve evrensel yöntemler diğer alanlarda da işler duruma gelecektir.
Gazino müziği, arabesk, halk dalkavukluğuyla uğraşmak yerine evrenle ilişki doğrultusunda yazmalıyız
Ne yazık ki, günümüzde bulunduğumuz nokta daha pek gerilerde. Gazino müziği ile ciddî sanat müziği aynı kefeye konuyor hâlâ. Devletin belirli bir kültür politikası yok. TRT, ayrı toplum kesitlerine seslenmek için kurduğu 1, 2 ve 3. programlarında aynı dakikalarda aynı müziği yayınlıyor: Saz eserleri… Buna TV’yi de katabilirsiniz. Ortaçağa duyulan bu kadar hayranlığa şaşmamak elde değil. Çağdaş Türk bestecisinin problemi artık ne gazino müziği ne dolmuş müziği ne arabesk ne de ‘halk melodisi’ dalkavukluğu. Biz, diğer sanat dallarında olduğu gibi sanatçı ile evren arasındaki diyalog içindeki yerimize bakalım. Aksi halde yazmaya zaman kalmıyor. Herhalde sorumluluk duygusu yetkili kişileri bir gün bu sorunlarla uğraşmaya itecektir.
Çağdaş Türk resmiyle müziğim
arasındaki paralellik beni sevindiriyor
Günümüzde bir Türk bestecisi, içinde yaşadığı ortamın diğer sanat dallarıyla nasıl bir etkileşim içindedir? Size esin kaynağı olan bir başka sanat dalından söz edebilir misiniz?
– Tarihsel gelişimleri içinde, sanat dalları arasındaki benzer estetik ve teknik değişimler ilgimi doğal olarak çekiyor. Sanatçının yeri ve görevi hangi dalla uğraşırsa uğraşsın, doğa, yaşadığı çevre, toplum ve evren arasındaki evrensel diyalog. Ben biraz içime kapanık olduğumdan şimdiye kadar o çevrelerle pek temasım olamadı. Son yıllarda gidebildiğim sergilerde, okuyabildiğim kitaplarda gerek çağdaş Türk edebiyatında, gerekse çağdaş Türk resminde hep aynı endişeyi seziyorum. Özellikle daha soyut bir sanat dalı olması bakımından resim çizgi ve renk mimarlığının, ses çizgi ve renk mimarlığı ile ne kadar kavram benzerlikleri içinde olduğunu görüyoruz. Zaten Batı’da da sanat tarihi içinde resim ve müzik çok büyük bir paralellik içinde gelişmiştir. Son “Soyut Dışavurumcular” grubunun şu özelliklerine bakınız: Figür ve çevresi gibi ayrımlar ortadan kalkmış, çizgi kontur görevini yitirmiş. Resim yüzeyi her an hareketlendirilebilen sonsuz bir alan olmuş gibi… Daha homojen bir biçim anlayışı bende de var. Bu ve benzer paralellikleri görmek beni sevindirdi. Değişik dallarda birbirlerinden habersiz bile olsa çağdaş Türk ressam ve bestecisinin aynı koşullandırma, aynı etki-tepki zinciri ve yorum süzgecinden sonra vardıkları sonuçların değişik materyal ile hemen hemen aynı bireşimlere erişmesi, onların doğru kavram ve realizasyon yöntemleri ile çalıştığını gösteriyor, özetle, çağdaş Türk sanatçısı, ulusal verilerin izdüşümlerinin evrensel alanla kesiştiği noktalarda Doğu-Batı sentezini bulmaya ve bu yeni Türk derin düşüncesini, yeni kuşakların yaratıcılığına evrensel çizgide başlamalarına olanak sağlayacak bir düzeye getirmeye çalışıyor.
(Evin İlyasoğlu / 1 Nisan 1983 / Milliyet Sanat)
ADNAN SAYGUN’UN ÖĞRENCİSİ
1933’te İstanbul’da doğdu. Ankara Atatürk Lisesi’nde okurken keman dersi almaya başladı. 1952’de Ankara Devlet Konservatuvarı’na girdi, Adnan Saygun’un öğrencisi oldu. Babasının görevi nedeniyle 1953’te İngiltere’ye giderek müzik eğitimini Londra Guildhall Music School’da sürdürdü. Ankara’ya döndükten sonra yine ADK’ya girdi. 1960’ta İleri Devre Kompozisyon bölümünü bitirdi. Aynı yıl ADK’ya solfej ve teori öğretmeni atandı. Bundan sonra sırasıyla TRT’de kayıt teknisyenliği, Ankara Radyosu’nda Batı Müziği Şube Şefliği, II. Program Şube Müdürlüğü, Çağdaş Türk Sanat Müziği ve Çoksesli Müzik Şube Müdürlüğü yaptı. 1973’te TRT’den ayrılıp Devlet Opera ve Balesi’de dramaturg oldu. 1976’dan itibaren İstanbul Devlet Konservatuvarı’nda kompozisyon dersi verdi. Bartok ve Stravinsky etkisindeki ilk çalışmalarından sonra, Batı tonal tekniklerinin dışına çıkmak gereğini duyarak, atonal yazı türü içinde tını ve mod renkleri aradı. Sinfonia’dan itibaren mikrotonal teknik denemeye başladı.
Başlıca Yapıtları
Orkestra İçin: Doğaçlama, Soyutlama, Divertlmento, Çağrışımlar, Yankılar, Sentes I. Yaylı çalgılar için: Slnfonia, 1 ve 2. Süitler, Üfleme Çalgılar için Beşli. Koro için Halk Türküleri. Piyano İçin: İmge Serisi (I, II ve III),10 Küçük Parça, Meditasyon, Doğaçlama. Deli Dumrul Operası. Yaratılış balesi.