Evin İlyasoğlu / Müzik edebiyatı hep beslemiştir

0

Piyanist, müzik eleştirmeni, yazar, eğitimci, radyo-TV programcısı, Boğaziçi Üniversitesi konserlerinin organizatörü… Evin İlyasoğlu, 40 yılı aşkın süredir müzikle müzikseverler arasında köprü. 2017’de İKSV’nin düzenlediği İstanbul Müzik Festivali’nin Onur Ödülü’ne layık bulundu. İlyasoğlu, 2005’te yazar Feridun Andaç’a yaşamını ve çalışmalarını anlatmıştı…

 

Yetiştiğiniz aile ortamınız nasıldı, çevrenizdekiler neleri uğraş edinmişlerdi, ilgileri nelerdi?
– Tanıklık, yani benim tanık olduğum olaylar çok azınlıkta. Ancak aile arasında sürekli anlatılan olaylar ve unutulmayan karakterler vardı. Şimdi ağabeyime sorsanız kimbilir daha ne renkli çizgiler anımsayıp aktaracaktır. Geriye dönüp bakınca doğup büyüdüğüm Arnavutköy’le yeniden buluşmak beni çok etkiledi. Demek Arnavutköy son derece ilginç bir semtmiş. Komşulukların, dayanışmanın din ayrımı gözetmeden sıcacık yaşandığı bir semt. Benim aile ortamıma gelince bir memur ailesi. Babam Sadık Sander, Tekel’de Yaprak Tütün Şubesi müdürüydü. İşini çok ciddiye alan, hep mide spazmları geçiren titiz bir insandı. Aslında bir Edirne beyzadesi. 12 yaşında Balkan Savaşı sırasında iki yıl boyunca bir Yunan adasında sürgün yaşamış. Ondandı korkaklıkları hayatta. Sonra Heidelberg’e gidip felsefe okumaya çalışmış, ne yapmış bilmiyorum ama dönünce devlet memuru olup annemin izdivacına talip olmuş. Annem ise Gümrükler Genel Müdürü ve aynı zamanda birkaç tarikatı birden buluşturan ‘şeyh’ mertebesinde bir din ulemasının tek kızı. Amerikan Koleji’nde okumuş, piyano çalmış; evlenme uğruna son sınıftan okulu terk etmiş. Yani her ikisinin de tamamlanamamış hayalleri vardı. Babam içgüveysi olmanın ezikliğinde; annem bunu ona hissettirmemek uğruna hep olduğundan daha alçakgönüllü davranmış. Ben büyürken, artık dökülüp dağılmaya başlasa da yine de bu köşkte yaşamak, çevrenin gözünde yüksek değerlere sahip olmaktı. Köşk, herkesi ve her zamanı barındıran bir ortak paydaydı.

Büyük köşkün şımartılmış kızıydım

Çocuk/genç kız Evin’in düşü, istekleri, uğraşları nelerdi bu süreçte?
– Büyük köşkün en küçük çocuğu, şımartılmış kızı. Zamana göre en iyi şekilde yetiştirilmeye çalışılmış: Kolejde okutulmuş, piyano dersleri aldırılmış, sürekli annesinin kaş göz işaretleriyle ‘adabı muaşeret’ dersleri verilmiş. Yüksek sesle gülmemek, büyüklerin yanında ayak ayak üstüne atmamak, onların lafına karışmamak öğütlenmiş. Ağabeyim, İkinci Yeni şairlerinden, Necatigil’in öğrencisi Ergin Sander. Onun edebiyatçı dostlarına, okuduğu kitaplara öykündüğümü anımsıyorum. Yedi yaşımdan beri piyano çaldığım için müzik kendime özel dünyamdı. Ama edebiyata yatkınlığım daha ilkokulda yazdığım kompozisyon ödevlerimle kendini göstermişti. Ağabeyimin kitaplığında ne kadar şiir kitabı varsa tümünü ezberleyecek kadar çok okudum. Babam ise Divan edebiyatına meraklıydı. Geceleri yemek sonrasında Nedim’den başlayıp Haşim’e varan dizeler okurdu. Benim de doğru vezin içinde doğru şiveyle okumama özen gösterirdi. Ne olmak istediğimi somut olarak dile getiremiyordum ama derin düşünceye karşı büyük tutkum vardı. 11 yaşımdan sonra devam etmeye başladığım konservatuarda müziği de piyanonun tuşlarının ardında düşünüyordum. İstanbul’da hiç konser kaçırmamaya çalışıyordum. Değişik yorumcuların sesleri beni büyülüyordu. Sömestr tatillerinde Ankara’daki halamın yanma gidip tiyatro ve opera izliyordum. Hep perdenin önündeki şekillerin ardında yatan bir şeyler keşfetmeye, sanatçı daha derinde neler demiş diye konuşmaya bayılıyordum. Hatta nice ukalalıklar ediyordum kendi çapımda…
Edebiyat penceresinden baktığınızda ilk izler, okumalar, etkilenmelerden neleri anımsıyorsunuz?
– Orhan Kemal, Yaşar Kemal, Fakir Baykurt derken Nâzım keşfedilmişti. Lise yıllarında herkesin defterlerden el yazısıyla kopya ettiği Nâzım şiirleri geçti elimize. Ardından İngilizceyi sökünce İngiliz ve Amerikan edebiyatı, derken çevirilerle keşfettiğim Kafka, Camus… Neredeyse çocuk yaşımda şiir yazmaya başladım. Tıpkı İkinci Yeni şiirleri gibi. Hatta biraz daha karamsar, anlaşılmayan dizeler… Yalnız, unutulmuş, keşfedilmemiş, boğuntulu çıkmaz sokaklar… Ah, tabii âşıktım bir de taa 15 yaşımda. Ve sevgilim de o yaşlardaydı. Aileden saklanmakla geçti yıllarımız. Bir yanda kolej dersleri, diğer yanda konservatuvarın zorlu koşulları ve bir başka yanda gizli bir sevgili…

Ayla Erduran’ın hayatı
zaten roman gibiydi

Biyografik romanınız “Ayla’yı Dinler misiniz” 2002’de yayımlanmıştı. Okurunuz sizi müzik yazarı olarak tanıyor. Böylesi bir kitap şaşırtıcı da gelmemişti. Ayla Erduran’ı yazmak/anlatmak düşüncesi nasıl oluşmuştu sizde?
– Tarih içinde dünya ve Türk müziği kadar, çağımızda dünya ve Türk müziğini irdeleyen yazılar yazdım yıllarca. Söyleşiler, eleştiriler, radyo ve televizyon programlan derken kitaplarım oluşmaya başladı. ‘Zaman İçinde Müzik’, kitaba ekli 10 CD’yle en kapsamlı çalışmam oldu. Sonra çıkan Cemal Reşit Rey, Necil Kazım Akses, İlhan Usmanbaş, Zehra Yıldız, Bülent Tarcan gibi belgeye dayalı müzikçi biyografileri yazdım. Ayla Erduran’ı yazmak bütün bu çalışmalarımdan çok daha farklı bir şeydi. Onun yaşamı, hani derler ya “hayatım roman” şeklinde geçmiş. Dünya müzik tarihinin dev isimleriyle büyük yakınlıklar kurmuş; kimi ustası, hocası, mentoru; kimi meslektaşı, kimi de sevgilisi olmuş. Ayla’yı yazarken biraz da o kişilerin yakın yaşamlarına girmek beni etkiledi doğrusu: David Oistrakh, Yehudi Menuhin, Isaac Stern, Henryk Szeriyng, Zino Francescatti… Onların kendi biyografi kitaplarında bile olmayan anılar vardı elimizde. Dünyanın en büyük sahnelerine kadar tırmanmış, ama hazin çöküşler yaşamış bir sanatçının perde arkasındaki kimliği en gerçek yüzüyle Ayla’da yansıyordu. Onun biyografisine kurmaca tadlar katabildim. Böylece kuru bir biyografiden öte bir biyografik roman oluştu.
Biyografik bir roman yazmanın güçlükleri vardır. Üstelik yaşayan bir sanatçı üzerineyse bu… Bunları nasıl bertaraf ettiniz ya da böylesi zorluklar çıktı mı karşınıza?
– İki yıl boyunca Ayla Erduran’ı dinledim. Önce gerçekleri olduğu gibi anlatıyordu. Sonra anlattıklarından kendi rahatsız oluyordu. Yazdığım her bölümü ona okutuyordum. Mutlaka bir şeyler çıkartıyor veya değişik söylemler istiyordu. Sonuçta böyle bir romanı daha alımlı kılabilecek tutkulu, yalnız bir kadının aşk dünyasını anlatamadım. Sevgililerine değinmemi engelledi. Çünkü kiminin çocukları yaşıyor, kimi o kadar tarihe mal olmuş kişilik ki artık onunla tensel ilişkileri anlatmak tarihe zarar verecektir, diye düşündü. Ayrıca ailesindeki trajik olayları da olduğu gibi aktarmamı engelledi. Oysa teyzesinin ve teyze kızının bir cinayete kurban gitmesi roman içinde başlı başına bir başka roman heyecanı yaratabilirdi. Ayla’nın bütün isteklerine saygı gösterdim. Hatta kitap basıma girmeden önce her sayfasını karşılıklı paraflayıp noterde tasdik ettirdik. Doğal ki çok büyük coşkularla yazdığım ve roman olarak çok daha albenili olacağına inandığım bir dolu sayfamın çizilip atılması beni çok üzdü. Kitap, sadece üç baskı yaptı. Yalnız müzikçileri ilgilendirdi. Oysa insan olarak Ayla’yı anlatabilmiş olsaydım çok daha geniş kitleye mal olacaktı. Ama o zaman da Ayla Erduran’ı kaybedecektim, bunu biliyordum.
Romanınızı yazarken sizi besleyen hangi duygulardı?
– Beni besleyen değil, frenleyen duygu öncelikteydi: “Dikkat kırılabilir” levhasını taşıdığım duyguydu. Her an pişmanlık duyacak, yeni bunalımlara girecek, diye kahramanımı incitmekten yüksündüğüm duygu. Besleyen duygu ise sayfa üstündeki notalara can verip üstün anlamlar katan bir portrenin iniş çıkışlı yaşamından aldığım yaratıcı ışıklardı. Yani bir roman yaratabilmenin coşkusu.
Bu kez edebi yanı ağırlıklı bir romanla karşımızdasınız: ‘Teodora’nın Düşmanları’ (2005, Remzi Kitabevi). Önce şunu sormak istiyorum: Bu romanın sîzdeki çıkış noktası neydi?
– Aslında diğer kitaplarımda da edebi yöne hep ağırlık vermeye çalıştım. Konu müzik ve müzikçiler de olsa tümce yapısına, yazdığım bölümlerin bütünlüğüne, kendi içinde tutarlılığına elimden geldiğince özen gösterdim. Belki bu kez kurmaca yönü, roman yönü ağırlıklı bir çalışma diyebiliriz. Bendeki çıkış noktası Teodont adlı bir karakteri tanımış olmaktı. Öylesine renksiz ve tekdüze bir yaşamı vardı ki, karşıtında düşmanlar, düşler ve düşlemler yarattım onun için. Tanıklık/yaşanmışlık yanı ağır basan bir roman ‘Teodora’nın Düşmanları’. Çağ ve aile romanı, hatta bir semt romanı da diyebiliriz.

Romanın mimarisi, dem sesi üzerine
kurulu Bizans müziğini çağrıştırıyor

Hep roman yazma düşüncesinin kıyılarında gezindiğinizi bilirim. Sonunda da ‘zor’ olanın üstesinde geldiniz. Bu romanın oluşma, biçimlenme sürecini anlatmanızı istiyorum.
– Bugüne dek her yaptığım işi, şiir yazmak, piyano çalmak, radyo-televizyon programları, söyleşilerle başlayan dergi yazıları, denemeler, müzikle şiiri buluşturmaya çalıştığım satırlar, eleştiriler ve müzik/müzikçi konulu kitaplar… Bunların tümünü dışavurum olarak görüyorum. Roman da bir başka biçimle dışavurum. Bunca yıl hep başkasına karşı sorumlu yazılardan sonra romanın kurmaca lüksü bana büyük bir özgürlük getirdi. Gerçeklere dayansa da anlattığım öyküleri dilediğim gibi kendi imge dünyamda süsleyip kanatlandırmak adeta bir lüks oldu. Oluşma süreci belki çocukluğumdan beri kafamın bir yanında olgunlaşmaktaymış. Biçimlenme süreci ise Ayla Erduran’ın romanını yazarken yapılanmaya başladı. İki yıl gibi bir zaman diliminde ortaya çıktı. Tabii bunu yazarken araya başka çalışmalar da girdi. Örneğin Bülent Tarcan kitabım da aynı sırada yazıldı.

Karşımızda sağlam bir kurgu, incelikli anlatım örgüsü var. Diğer bir yan ise her satırında ‘roman ayrıntı sanatıdır’ düşüncesini pekiştiren örüntü… Romanın biraz bu yanı üzerinde duralım…

– Böyle düşündüğünüz için teşekkür ederim. Elimden geldiğince kurgusuna özen gösterdim. Ayrıntılar ise, söylediğiniz gibi, romanın örgüsü oldu. Zaman ve mekân birliğine dikkat ettim. Aynı konakta aynı gün içinde geçiyor. Çok yavaş ilerleyen günün içine hızla akıp giden öyküler girip çıkıyor. Bir de sonuna müzikteki coda (kuyruk) misali bir hızlı akış ekledim. Bunu bilinç akımı şeklinde noktasız virgülsüz düzenlemiştim ama yayınevinin editörü uygun bulmadı, kendince noktalama koydu sonunda.
Daralmış bir zamanı yazıyorsunuz. Ama bütün bir geçmişi (gerçeklikleri dile getirilenlerin) içine alan bir anlatım örgüsü… Böyle bir yöntemi seçerken neler düşündünüz?
– Belki biraz da müziksel yapılara sığındım. Örneğin Bizans müziğinde bir kalın bas çizgisi vardır. Korodaki soprano sesler onun belkemiği üstüne örgüler örer. Bu beni hep etkilemiştir. Kurguda böylesi bir yapı düşünülebilir. Hiç değişmeyen aynı notayı tutan bas sesi, üstünde dans eden ince sesler. Bir türlü tutmayan mayonezin kaşıkkâse vuruşları. Bu süreklibas imgesini çağrıştırdı bana. Teodora’nın düşünceleri, düşmanları ve erotik düşleri de o sürekliliğin o yeknasaklığın üst çizgisinde dans eden şekiller.
Sunduğunuz aynı zamanda yaşadığımız günlere dair bir bellek. Romanın böylesi bir işlevi olduğunu düşünür müsünüz?
– Kesinlikle inanıyorum. Özellikle ülkemizde kimse kendi arşivine sahip çıkmıyor. Bunca yıl hazırladığım belgesel nitelikli çalışmalarımdan gözlemlediğim bu. Aileler kendi albümlerini bile saklamıyor. Yoksa herkesin tavan arasında nice romanlar yatıyor. Daha doğrusu bu tür yaşanmışlıktan bir roman kurgusunda sunarak hem kendi değerlerimize sahip çıkmış oluyoruz, hem de okunması, akılda kalması daha kolay olan bir yazı türü seçmiş oluyoruz.
Peki, kimdir sizin önünüzdeki romancılar, örneğin el aldıklarınız, sizi sürekli besleyenler?
– Marquez, Calvino, Oğuz Atay, Zweig, Yusuf Atılgan, James Joyce, Virginia Woolf, Tahsin Yücel, Adalet Ağaoğlu, Boris Vian, Thomas Mann.
Günümüz romanını izleme olanağınız var mı, bunlar arasında dikkatinizi çeken kimler?
– Orhan Pamuk bence çok büyük adımlarla ilerledi. Murathan Mungan, Hamdi Koç ve Ayfer Tunç’un gözlemleri etkileyici.

Müziği olmayan şiir, akışsız
ve ritmsiz düzyazı olabilir mi?

Nedir sizi edebiyata yönlendiren duygu. Müzik ile edebiyat arasındaki uzak/yakın duruşlara baktığınızda, hangisi ötekini daha çok beslemiştir?

– Edebiyat benim bunca yıl yaptığım çalışmaları tümleyici bir sanat. Kimseler duymasın ama bence hep müzik edebiyatı beslemiştir. Müziksiz, uyumsuz şiir; ya da akışı olmayan, sözcüklerin ritminden güç almayan düzyazı düşünebiliyor musunuz?
Romanımızda böylesi bir dokudan söz etmek mümkün mü, bu bağlamda kimler geliyor aklınıza?
– Müziksel yapıyı edebiyat yazısına uygulamış yazarlarımızla, müziğin roman ya da öykü süresince yarattığı gelgitlerle yapıtını ören yazarlarımızdan söz edebilirim. Örneğin Ahmet Hamdi Tanpınar gibi klasik Türk müziği ile Batılılaşma sürecindeki müziği karşıtlayan Halit Ziya Uşaklıgil’in ‘Aşk-ı Memnu’su; Oğuz Atay’ın ‘Demiryolu Hikayecileri’, Pınar Kür’ün bir konçerto formunda işlediği ve Brahms’a göndermeler yaptığı ‘Bir Deli Ağaç’ adlı romanı; Adalet Ağaoğlu’nun ‘Ruh Üşümesi’; Tomris Uyar’ın Miles Davis’e koşut bir anlatım uyguladığı ‘Siesta’sı, Enis Batur’un Bach’tan esinleme romanı ‘Acı Bilgi’, hemen aklıma gelen birkaç yapıt. Ayrıca müzik sanatının öğelerini anlatım aracı olarak kullanıp Türk dilini bu yolda işleyen yazarlarımız da var. Çağdaş müziğin kakışımlı anlatım dilini müziğe hiçbir gönderme yapmaksızın romanında kullananlar, daha yumuşak bir dil ararken sözcüklere aliterasyon yoluyla uyuşumlu bir işlev yükleyenler de var. Bu arada İlhan Usmanbaş gibi şiirin yapısallığını müziğinde kullananarak Necatigil’in Kareler’ini, Ece Ayhan’ın ‘Bakışsız Bir Kedi Kara’sını müziğine aktaran bestecilerimiz de var.
Şimdilerde neler yazmaktasınız?
– Yine kravatlı kitaplarımla başbaşayım: Şu sıralarda yayına hazırlanan ‘Bülent Tarcan: Bir Hekimin Senfonik Öyküsü’ adlı bigorafi kitabımı yeniden gözden geçirdim. Bir sonraki biyografi kitabım olan Nevit Kodallı’yı yazmaya başladım. Ayrıca önceki yazılarımı söyleşiler, değinmeler ve portreler olarak sınıflandırarak ‘Müziğin Kanatları’ ana başlığında üç kitap halinde derledim, onu da basıma hazırlıyoruz. ‘Çağdaş Türk Bestecileri’ kitabımın yeni baskısını hazırlıyorum. Ve ‘Zaman İçinde Müzik’ kitabımın genişletilmiş, yeniden gözden geçirilmiş sekizinci baskısına hazırlanıyorum. Bunların arasından güleç yüzlü bir roman başını uzatabilirse beni de çok sevindirir doğrusu.
(Feridun Andaç / 1 Ekim 2005 / Gösteri Dergisi)

Konservatuvarlı eleştirmen

1947’de İstanbul’da doğdu. Yedi yaşında Marie Çobangil’le başladığı piyano derslerini 1957-1963 arasında İstanbul Belediye Konservatuarı’nda sürdürdü. Özen Veziroğlu, Şerif Yüzbaşıoğlu, Raşit Abet’in öğrencisi oldu. Sonrasında Ferdi Statzer’den de özel dersler aldı. Arnavutköy Amerikan Kız Koleji’ni bitirdi (1966). ABD’deki Michigan Üniversitesi’nin Müzik Eleştirisi ve Karşılaştırmalı Müzik Tarihi seminerlerine katıldı (1969-1971). TRT 3’te açıklamalı Klasik Batı Müziği programları (1973-1993), TRT Televizyonu’nda söyleşili Klasik Batı Müziği programları (1982-1992) hazırlayıp sundu. Halen Boğaziçi Üniversitesi’nde Albert Long Hall konserlerini düzenliyor ve ders veriyor. Müzik yazı ve eleştirileri birçok gazete ve dergide yayımlandı, Cumhuriyet Gazetesi’nde sürekli yazıyor.

Kitapları

Yirmibeş Türk Bestecisi (1989), Müziğin Kanatlarında Söyleşiler (1992), İlhan Usmanbaş’a Armağan (1994), Zaman İçinde Müzik + 10CD (1994), Cemal Reşit Rey ‘Müzikten İbaret Bir Dünyada Gezintiler’ + 2CD (1997), Galatasaraylı Besteciler + 2CD (1997), Çağdaş Türk Bestecileri (1998), Zehra’nın Öyküsü + 2CD (1998), Necil Kazım Akses ‘Minyatürden Destana Bir Yolculuk + 2CD (1998), İlhan Usmanbaş ‘Ölümsüz Deniz Taşlarıydı’ + 2CD (2000), Ayla’yı Dinler misiniz? (2002). Teodora’nın Düşmanları (2005) Bülent Tarcan-”Bir Hekimin Senfonik Öyküsü” (Dünya Kitapları, 2006)
Nevit Kodallı-Mersin’den Yükselen Cağdaş Bir Ses (Pan Yayıncılık, 2009), Yalçın Tura-Müziğimizin Çok Yönlü Bestecisi (AKSAV, Ekim 2009) Gürer Aykal+10 CD (Remzi Kitabevi, 2017)

Ödülleri

* 1968 Yeni Dergi Eleştiri Yarışması Birincilik Ödülü (Salkımsöğüt’ün Türküsü/Nâzım Hikmet şiirinin müzik açısından incelenmesi)
* 1978 Türk Dil Kurumu Radyo TV Ödülü (TRT İstanbul Radyosu’nda hazırladığı ‘Çağdaş Müzikte Folklor’ programı)

Linkler

Kişisel web sayfası

Share.

Leave A Reply

three × five =

error: Content is protected !!