Leyla Pamir / Babamdan miras kalan ülke sevgisi ve topluma karşı duyarlılıktı

0

Akademisyen babasının hayaliydi: İyi bir piyanist, iyi bir sanatçı olacaktı. Özel derslerle piyanoyu öğrendi. 12 yaşında Alis Manukyan’a eşlik edecek düzeye gelmişti. Heidelberg ve İstanbul Konservatuvarı’nda öğrenim gördü. 1979’da parmakları iflas edince sahneyi bıraktı, kalemi aldı. Derin kültürü, analiz bilgisiyle müzik literatürümüze önemli kitaplar kazandırdı. 70’li yaşlarda zihni demansa tutsak düşmeseydi Türkçeye pek çok eser kazandıracaktı…

Bildiğim kadarıyla ailemin öyküsü Bebek’te, bir yalıda başlıyor. Sadrazam Arifi Paşa’nın yalısında… Büyükannem 1962’de öldüğünde mirasçı olduğum bu nefis yalı şimdiki Boğaziçi Üniversitesi’ni iki üç kapı geçtikten sonraydı. Bebek’in son yalısıydı. Arkasındaki koru tepeye kadar uzanıyordu. Ve bize aitti tümüyle.

Büyükannem, 14 yaşındayken Sadrazam Arifi Paşa’nın oğlu Mehmet Bey’le evlenmiş. Çok mutluymuş.

Robert Kolej’in kapısının öbür yanında da, yine Arifi Paşa’ya ait ahşaptan bir harem dairesi vardı. Upuzun bir yapı. Büyükannem orada yatardı. Alman dadılar, büyükannem beni görsün diye götürürlerdi. Yatalaktı büyükannem, kalkamazdı yerinden. Tuvalet ihtiyacını bile başkasının yardımıyla görürdü. Bu nedenle hep yardımcı olurdu yanında.

Büyükannemi kayınpederi evlendirmiş

Büyükannem 19 yaşındayken, kocası Mehmet Bey’i yitirmiş. Genç yaşta dul kalınca böyle, yakın çevresi onu oyalamak için sandaI sefalarına, Kağıthane âlemlerine götürmüş, eğlendirmeye çalışmış. Bir süre sonra da, Babıali’de Hariciye Nezareti’nde görevli dedem göz koymuş ona. Varlıklı biriymiş dedem: Hem Çubuklu’da, hem de Babıali’de konakları varmış. Büyükanneme göz koyduğunda evliymiş. Onu alabilmek için karısını boşamış. Sonra da gelip Arifi Paşa’dan

gelinini istemiş. Arifi Paşa annemi kızı gibi seviyormuş. Genç yaşta dul kalmasına çok üzüldüğü için kendi eliyle evlendirmiş büyükannemi. Yalının kapısından Bebek İskelesi’ne kadar halılar serdirmiş, o halıların üzerinden geçmiş gelinle damat. Bebek’ten karşıya…

Bükannemin bu yeni evliliğinden annem olmuş. Ancak bu mutluluğu da uzun sürmemiş kadının. Büyükbabamın eski eşi, yani üvey büyükannem kendisini boşayan eşini Babıali hükümetine şikâyet etmiş. Abdülhamit devri olmalı. Şikâyet konusunu araştıran yetkililer, üvey büyükannemi haklı bulmuşlar! Zaten çok akıllı bir kadındı üvey büyükannem. Hoş ve kültürlüydü, piyano çalar, edebiyatı bilirdi… Bunun üzerine, büyükbabama demişler ki; ya Fizan’a sürgüne göndeririz seni, ya da eski karına dönersin…

Büyükbabam, Fizan’a sürülmektense eski karısına dönmeyi seçmiş çaresiz! Hükümet zoruyla.

Yatakta geçen 70 yıl

Büyükannemin talihsizliği ondan sonra da bitmemiş. Dünyaya getirdiği kızıyla birlikte yeniden Arifi Paşa’nın evine dönmüş. Paşa, evladı gibi bağrına basmış onu. Gelgelelim bu kez de felç geçirmiş büyükannem. 33 yaşındaymış henüz, yatağa bağlanıp kalmış. Öldüğünde 103 yaşındaydı. 70 yıl yaşamıştı o yatalak haliyle. Neyse ki, o devirlerde yardımcı kadın bulmak güç değildi. Bebek’te bir de doktoru vardı, arada bir muayene eder, ilaçlarını yazardı. Sürekli bakım altındaydı…

Büyükannem yatağa bağlı halde yaşarken İstanbul’da toplum hayatında birçok değişiklik oluyordu. Sözgelimi telefon vardı ama o hiç kullanmamıştı. Yalnızca, birine haber ileteceğinde telefon edin diyordu, o kadar.

Tramvayı gördü ama hiç binemedi. Yayının önünden geçen tramvayı yalnızca uzaktan görürdü.

Basmacı Moiz Efendi vardı o yıllarda. Moiz Efendi yalının önünden geçerken ona seslenir, içeri çağırırdı. Moiz Efendi bohçasındaki basmaları çıkarır, yatağın çevresine sererdi. Büyükannem beğendiklerini alır, kendi eliyle, yattığı yerde diker ve giyinirdi. Yatağının çevresi bohçalarla kaplıydı. Hangisi gerekiyorsa, bastonunun ucuyla çekip alırdı. Bohçalardan birinde de evrakları vardı. Bazen bir defter çıkarır, hesaplarım gözden geçirirdi. Bütün gün uğraşırdı böyle yatağının içinde, meşguldü. Zaten konu komşu da yalnız bırakmazdı onu. İlgilenir, hatırını sormaya gelirlerdi. Beni de çağırtırdı görmek istediği zamanlar. İlginç hikâyeler anlatırdı ama benim başımın üstünde kavak yelleri estiği için durup da büyükannemi dinleyecek bir havada olmazdım.

Ahmet Haşim, babamla annemin çöpçatanı

Babamla annem de Bebek’teki yalıda tanışmışlar. Babam ilk kez dışarıda görmüş ve çok beğenmiş annemi, arkadaşı Ahmet Haşim’e sormuş, kim bu kız, diye. Haşim o yıllarda Bebek’te oturuyor ve cuma günleri yalıda edebiyat sohbetleri toplantılara katılıyor. Böylece, babamı ilk kez Ahmet Haşim yalıya getirmiş ve annemle babamın tanışmalarına aracı olmuş.

Babam Üsküplüydü. Babamın babası orada yargıçlık ederken dünyaya gelmiş. Ama annem İstanbulluydu. 1935 yılında, dört yaşında olmama karşın, annemi ağır hastalığı sırasında çok iyi hatırlıyorum. Özellikle bazı acı sahneleri hiç unutmadım. Annem hastaydı ve o şahane güzelliğinden eser kalmamıştı!

O dönemdi, babamla birlikte Cağaloğlu’nda bir eve taşındık. Dolayısıyla çocukluğum Cağaloğlu’nda geçti. Evimiz, dev kestane ağaçlarının arasındaki İstanbul Erkek Lisesi’nin karşısındaydı. Oturduğumuz ev de bahçe içindeydi. Biraz ötemizde Mazhar Osman’ın evi, onun da ilerisinde, dönemin kültür ocağı olan Eminönü Halkevi yer alıyordu. Cağaloğlu şimdiki gibi değildi, sıra sıra ahşap konaklar vardı. Çoğu bahçeli göz alıcı konaklardı. Seçkin insanların oturdukları bir semtti Cağaloğlu.

Babam Türkiye’de jeoloji biliminin kurucusuydu

4,5 yaşındaydım buraya, yani Süreyya Paşa Apartmanı’na taşındığımızda. İlkokulu da, ortaokulu da burada okudum. Babam, hem annelik hem de babalık etti bana.

Üniversitede jeoloji hocasıydı babam. Bir jeolog olarak yalnızca okulda ders vermez, bütün Anadolu’yu dolaşır, özellikle deprem bölgelerinin yapısını inceler, kitaplar yazar, raporlar hazırlardı. Bu bakımdan babam, Türkiye’de jeolojinin kurucusu olmuştur. Doktora tezini, 1916’da, Ural Dağları’nın jeolojisi konusunda yapmıştı. Bu çalışması dolayısıyla yurt dışında da tanınıyordu. Ordinaryüs Profesör Hamil Nafiz Pamir 1917-18’lerde yurda döndüğünde hiç beklemeden jeolojik çalışmalarına başlamıştı. Savaş sonu. Bu tarihe kadar da, jeoloji yalnızca ek ders olarak okutuluyormuş üniversitede. Fakültenin temelini babam atmış. Buluş yapan bilim adamlarının üye olduğu Leopoldina Akademisi’nin onur ödülünü alan tek Türktü. Rusça, Almanca ve Fransızcayı çok iyi bilirdi. Bilim adamlığının ötesinde çok şeker, eğlenceli, neşeli bir adamdı.

Okul konserlerinde çok alkış alırdım

Alman mürebbiyelerle büyüdüm. Daha sonra Alman okuluna gittim. Almancayı küçük yaşta ve iyi düzeyde öğrenme olanağı buldum. Bir de babam, iyi bir müzisyen, piyanist olmamı istiyordu. Gerçi kendisi “Şeftalisi ala benziyor” ya da “Turnalar uçu”‘u pek severdi mesela. Buna karşın beğenisi incelmiş bir insandı. Uzunca bir süre, Rus asıllı bir piyanistten dersler aldırdı bana. Vedat Nedim Tör, babamın yakın dostuydu. Vedat Bey, Alis (Manukyan) Hanım’la gelirdi bize. Alis Hanım’ın sesi güzeldi ve şarkılar söylerdi. Ben, 10-12 yaşlarımda bile Alis Hanım’ı “akopane” edecek düzeydeydim. Aynı biçimde, Eminönü Halkevi’ndeki müsamerelerde arkadaşlarımı “akopane” ederdim. Lise yıllarında da, okul konserlerinde çokça alkış alırdım, duyarlı çalardım çünkü. Ama olgun bir düzeyde değildim henüz. Bunun ayrımındaydım ve başarıya ulaşmak için kendi kendime uğraş veriyordum.

Çocukluk yıllarıma ait unutamadığım anılarımdan biri de, büyükbabamın Çubuklu’daki köşkünde geçen günlerimdir. O köşkte yaşamanın bir adabı vardı. Arkalara gittikçe vahşileşen ve 3-4 katlı setlerden oluşan bahçesinde bir de dans pisti yer alıyordu. Büyükbabam özel yaptırmıştı bu pisti. Birbirini seven annemla babam mutlu olsunlar diye. Orada partiler verilirdi, büyükbabam da gençlere katılır, dans ederdi güzel hanımlarda. Gramafonla müzik çalınırdı. 10-15 çift arkadaşı vardı babamın. Çarliston, Viyana valsleri, tango yapılırdı gramofonla… Benim de en mutlu yıllarımdı o yıllar. Komşu çocuklarıyla tiyatro yapardık, büyükbabam herkesi, bizi izlemeye çağırırdı. Konser piyanosu bulunan bir salon vardı konakta, görkemli odaları vardı. Büyükbabamın özel odası bunlardan biriydi. Yemek salonundaki mermer havuzlu musluklarda mutlaka çocuklara el yıkatılırdı. Hele o aşçıların pişirdiği pilavları, bademli helvaları asla unutamıyorum misk gibi kokardı… Ünlü edebiyatçılar da gelirdi büyükbabamın köşküne. Halit Ziya Bey, Hüseyin Rahmi Bey gibi…

Sonra annemin hastalığı ve ölümü o mutlu yıllarımın üzerine bir gölge gibi düştü!

Annem öldü, babam evlendi, yatılı okula başladım

Babam yeniden evlendiğinde ben lise çağımdaydım. Cağaloğlu’ndaki evimize üvey annem gelip yerIeşti. Ben de, Arnavutköy Amerikan Kız Koleji’ne yatılı verildim. Üvey annem sert ve şefkatsizdi. Bu yüzden hayatımın bir dönemi kara bir sayfa gibidir. Yatılı okulun koşulları ve üvey annemin tutumu gerçekten korkunçtu. Hele babamın ölüm döşeğinde uğradığı ilgisizliği hiç iyi duygularla anmıyorum. İlgi gösterilmiyordu, çünkü parasız bir insandı babam. Yalnızca hocalık maaşıyla geçiniyordu. Öldüğünde de, o dünya çapında tanınan bilim adamının üzerinden 2,5 lira çıkmıştı. 2,5 lira, evet!

Babamdan bana miras kalan tek şey ülke sevgisiydi. Cumhuriyet’e ve Atatürk’e bağlılıktı. Toplum sorunlarına karşı duyarlı olmaktı.

Hikayesini okudum Haldun Taner’le tanışmak istedim

Haldun Taner’le tanışmamıza gelince… Haldun ilk eşim değildi. Öncesinde kısa bir evililik geçmişti başımdan. 1,5 yıl gibi… Haldun’u yazar olarak tanıyor ve beğeniyordum elbette. “Şişhane’ye Yağmur Yağıyordu” hikayesine hayran kalmıştım. O hikâyesi nedeniyle onunla tanışmak istemiştim.

Eminönü Halkevi’nde edebiyat matineleri düzenlenir, şairler şiirlerini okurdu, hikâyeciler de hikâyelerini… Sait Faik, Sabahattin Kudret, Haldun Taner gelirlerdi o matinelere.

Bir gün onu Bebek’e, büyükanneme götürdüm. Hiç unutmuyorum. Arkadaşız daha… Gözlüğünü şöyle bir düzeltip yakından baktı büyükannem. Haldun’u inceledi. Bir şey söylemedi o gün. Daha sonra ben yalnız uğradığımda, “Senin bu evlenmeyi düşündüğün adamda Kürtlük var!” dedi. “Var, büyükanneciğim dedim. “Çok inatçı ve çok alıngan bir adam” diye ekledi. “Ona karşı bir şey yaparsan seni bağışlamaz. Çünkü kinci bir yanı da var.

Fala bakar gibi söylüyordu bunları büyükannem; sonra bütün bu dedikleri aynen çıktı. Bir defasında Adnan Benk’e kinlendi Haldun. Birlikte çalıştıkları dönem. Hakkında bir eleştiri yazmıştı Adnan. Şöyle başlıyordu yazı: “Haldun Taner sanatçı mıdır, yoksa zenaatçı mı?”

Haldun öyle kinlendi ki, asla bağışlamadı Adnan’ı. Onları barıştırmak istedim, bana da kırıldı. Babam araya girdi, “Sen karışma” dedi bana. Onun üzerine Adnan’la, ve karısıyla bir daha hiç görüşmedik! Onlar da üzüldüler.

Heidelberg’e müzik eğitimine gittim

Kısa süren evliliğim noktaladıktan ve Haldun’la tanıştıktan sonra, dönemin hükümetinden bir miktar öğrenci dövizi koparıp yurtdışına çıktım. O dönemde müzik eğitimi görecek bir öğrencinin döviz bulabilmesi çok güçtü. Menderes dönemiydi ve döviz sıkıntısı çekiliyordu. Ali Naci Karacan etkili oldu döviz bulmamda. Yıl 1954. Haldun’la da aramızda flört başlamıştı, evet… Almanya’da konservatuvara girebilmek için önce özel dersler aldım. Nazari bilgim hiç yoktu. Özel hoca çok uğraştı beni iyi bir düzeye getirebilmek için.

Bir kontesin evinde kiracıydım Almanya’da. Büyük bir kütüphanesi vardı. Tiyatro üzerine yazılmış tüm eserleri okuyordum… Müzikolojiye aklım ermiyordu henüz. Haldun da o sırada beni görmeye geliyordu. Karşımızdaki pansiyonda kalmasını sağlamıştık. Bu gelişlerinin birinde bana evlenme teklif etti. Ama kendisi tiyatro öğrenmek için Viyana’da kalmak istiyordu… Bir gün onu, kendi okuluma götürdüm. Braun diye bir hocanın dersine. 0 sıra, Brecht okutuluyordu. Henüz Türkiye’de bilinmiyor Brecht. “Sezuan’ın İyi İnsanı”nın analizi yapılıyor… Haldun, o edebi Almanca karşısında apıştı kaldı! O incelikler, o rafinman… Oysa onun okulunda çok klasik düzeyde tiyatro okutuluyordu.

Her şeye karşın Haldun’un evlenme önerisini kabul ettim. Ve Viyana’ya gittim. Onun babacan ve koruyucu tavrı beni çekiyordu. Kıskançlığı da yok değildi. Neyse…

Viyana’da sağlığım bozuldu

Viyana yaşamı bana iyi gelmedi. Bir kez tiyatro hocasıyla aramızda hep soğukluk oldu. Birbirimizi sevemedik. Sonra, eksi 20 derece soğuklarda sobalı bir evde kalıyoruz. Haldun’un gömleklerini yıkıyorum. Asarken buz tutuyor, çözülmek bilmiyor. Sağlığım bozuldu. 10 kilo zayıfladım. Haldın tanıdık bir doktora götürdü beni…

İki yıl sonra İstanbul’a döndük. Haldun’un annesi Bahariye’de oturuyordu, onun evine yerleştik. 13 yıllık evlilik süreci Viyana’da başlayıp İstanbul’da sürdü.

Piyano çalışmalarımı da sürdürüyordum. Bir yandan Belediye Konservatuvarı’nın mezuniyet sınavına hazırlanıyordum. TRT konserleri vardı o sırada. Yılda üç kez çalma hakkını elde etmiştim. Ne yazık ki tam bu sırada önemli bir ameliyat geçirdim. 1960’ların ilk yarısıydı. Tedavi uzun sürdü. Konservatuvar sınavını veremedim… Ancak piyano konusunda okumayı, kendimi yetiştirmeyi aralıksız sürdürüyordum. Bu alanda, Madam Bosko’dan çok şey öğrendim. Dünyanın ünlü piyanistleri, kemancıları İstanbul’a geldikleri zaman ona saygılarını sunmadan gitmezlerdi. Rus asıllıydı… Filarmoni Derneği’nin kuruluşundan sonra Saray ve Şan sinemalarında büyük konserler verilmeye başlandı. Bütün dünyanın en büyük piyanistleri İstanbul’a geliyordu. Hepsi de Madam Bosko’yu tanırdı.

Sait Faik, Özdemir Asaf dostumuzdu

Öte yandan Haldun dolayısıyla geniş bir edebiyatçı çevremiz olmuştu. Kemal Tahir, Aziz Nesin, Sabahattin Kudret, Özdemir Asaf… Kemal Tahir, çok kültürlü, çok canlı bir insandı. Onların sohbetlerinden yararlanırdım.

Aziz Nesin ile ahbaplık kurmak daha kolaydı. İçten ve sıcaktı. Sabahattin Kudret ise çok zeki, ince ve derin bir kişilikti.

Özdemir Asaf, Haldun’a karşı çok saygılı davranırdı. Haldun’la ortak hocamız Mazhar Şevket İpşiroğlu da dostlarımız arasındaydı. Sait Faik’le Kulis’te karşılaşırdık ama evimize hiç gelmedi.

Haldun, Sait Faik’i beğenirdi ama, hafif bir kıskançlıkla… Bense Sait Faik’in de hikâyelerine hayrandım.

Keşanlı Ali Destanı uzun süre çekmecede bekledi

1962 yılında önemli bir olay başladı. “Keşanlı Ali Destanı” olayı. Oynanmadan önce kimse beğenmemişti. Çekmecelerde kaldı. Sonra Nüvit Özdoğru dostumuz ilgilendi. Yalçın Tura müziğini yapmak istedi. Tura, Karaca Tiyatrosu’ndaki odasında şarkılar üzerinde çalışırken, Genco Erkal ile Gülriz Sururi’nin dikkatini çekmiş. Onlar da o sırada Palto oyununun provasını yapıyorlar… Hemen Haldun’u aramaya karar vermişler. Ama on paraları yok, borç içindeler! Oyuna güvenerek yeni borçlar buldular, mallarını ipotek ettiler. Yanılmamışlardı! Çünkü daha ilk gösteride kıyametler koptu! Hiç unutmam o ilgiyi, o alkışı… Büyük bir çıkıştı ve her gece gişe önünde uzun kuyruklar oluşuyordu.

Haldun ilk kez o zaman yazarlığından kazanç elde etmeye başladı. Ondan önce onun kalemiyle geçindiğimiz söylenemez. Annesinin aylığı ile benim küçük bir kira gelirim vardı, o ikisini bir araya getirip geçinmeye çalışırdık. Büyükannemden miras, Arifi Paşa Korusu içindeki yalı da satılınca belli bir varlığımız oldu, rahatladık…

Parmaklarım katlandı, 1979’da sahneyi bıraktım

Haldun’la ayrılışımız 1968’e rastlar. Bir sürecin sonuna gelmiştik. Daha doğrusu ben bir sürecin sonuna gelmiştim. Haldun’un annesi de sorunlarımızdan biriydi. Oturup konuştuk. Ayrılmaya karar verdiğimizde ikimiz de üzgündük! Hiç unutmam: Haldun ağladı bu kararımızdan sonra. Ama bu demek değil ki ben Haldun’u aramadım! Çok şefkatli bir insandı benim için… Baba gibi, abi gibi, en yakın yoldaşım olarak bağlıydım ona… O da severdi beni. Entelektüel, bilgili bir adamdı. Dâhi miydi? Hayır… Sanat konusunda ayrıldığımız noktalar olurdu bazen: Ben avangard edebiyatı severdim de, Haldun yadırgardı mesela… Ama tabii bunlar sorun yaratmazdı aramızda.

Haldun’dan ayrılınca yeniden Almanya’ya gittim. Almanya’da 2,5 yıl hocalık ettim, konserler verdim. Sağlık sorunlarımla boğuştum. Âşık oldum. Gezilere çıktım. Ancak, genel vekâlet verdiğim bir avukat tarafından dolandırılınca, Türkiye’ye geri dönmek durumunda kaldım… İstanbul’da yeni bir yaşam bekliyordu beni. Kazalar, ameliyatlar… Hepsinden kötüsü, parmaklarım katlandı! Artık sahneye çıkamadım. 1979’dan beri… Kendimi kuramsal çalışmalara verdim bu kez. Piyano hocalığını sürdürdüm. İlk kitabım olan “Çağdaş Piyano Eğitimi’ni yazdım. Müzik kongrelerine katıldım. İkinci yapıtım, “Ayşe’nin Müzik Kitabı”nı yazdım ve yayımlandı. “Müzikte Geniş Soluklar”, “Skryabin: Piyano Yapıtlarındaki Evrim ve Düşünce Dünyası”, “Müzik ve Edebiyat” adlı yapıtlarım peş peşe yayımlandı. Sağlık sorunlarım arasında fırsat yaratarak kitaba yönelik çalışmalarımı sürdürüyorum. Şimdilerde, “Şarkılarla Müziğin Temel İlkeleri” diye yeni kitap üzerinde çalışıyorum.

(Ana fotoğraf: Filiz Kutlar / Arşiv çalışması: Zeynep Erdoğan)

 

Çalıyor, inceliyor, yazıyor

Onat Kutlar, onu “Hakkı yenmiş bir öğretici” olarak tanımlamıştı. Ve “ruh durumunu” anlamak isteyenlere büyük çağdaş besteci Schönberg’in şu sözlerini okumalarını önermişti: “Bu son 50 yıl içinde başladıklarımın, bitirmeye çalıştıklarımın başarı olarak değerlendirilmesi bana abartılı geliyor (…) Kendimi kaynar sulardan bir okyanusa düşmüş gibi hissediyorum, pişmediğimden, başka bir çıkar yol bulamadığımdan, kollarımla ve bacaklarımla debelenerek bu işi denedim. Ne kurtardı beni, nasıl oldu da bozulmadım, canlı olarak haşlanmadım bilmiyorum. Belki de kazanmamın tek nedeni var, o da hiçbir zaman vazgeçmemiş olmam ama denizin içinde insan vazgeçebilir mi?”

Kutlar’ın sözünü ettiği; uzun ama sonuçsuz bir birlikte çalışmadan sonra “Ben bu sonuçsuz uğraştan müthiş kazançlı çıktım, çünkü olağanüstü bir insanı, biraz daha yakından tanımak mutluluğuna ulaştım” dediği kişi Leyla Pamir’di. Piyanist, 34 yıllık piyano hocası, yazar ve kendisi Schönberg gibi fazla “abartılı” da bulsa Müzikolog Leyla Pamir… Şu günlerde yedi incelemeden oluşan Müzik ve Edebiyat adlı yeni kitabı Varlık Yayınları tarafından piyasaya çıkacak olan Pamir’i herkes değil, daha çok sanat çevresi, piyanistler, müzikologlar tanıyor. Türkiye’den çok da Batı… Ama o uzun süredir, Moda’daki evinde piyano derslerinden arta kalan zamanında sürekli okuyor, inceliyor ve yazıyor. Hasta olduğu zamanlar dışında üretmeye bir an bile ara vermemiş, hatta çok hastalık, kaza, ameliyat geçirmiş ve okuyup yazmayı hep “İyileşmek için bir ilaç” gibi kullanmış. “Yazdığım, yaptığım her şey, kitap, konser, konferans, hepsi bir iyileşme çabası…” Bu yazının amacı ise onu tanımayanlara birazcık olsun tanıtma; biraz tanıyanlara ise daha yakından tanımaları için bir kapı aralama çabası…

İştahsızlık tedavisi müzik

LeyJa Pamir, bir tarihte doğar (Biyografisinde ‘ tarih yok, bunun bir önemi de yok zaten) 1930’lu yıllarda Türkiye’deki ilk jeoloji fakültesinin kurucularından, MTA genel müdürlerinden Profesör Hamit Nafiz Pamir’in tek çocuğu olarak… Bir konakta, annesiz, Sahibinin Sesi gramofonlardan yayılan Rigoletto aryalarıyla ve “kimisinin fazlasıyla eziyetini gördüğü Alman matmazellerle” büyür. “Üç yaşındaydım. Çok iyi hatırlıyorum, çünkü bu yüzden çok dayak yedim. Yemek yemeyen bir çocuktum. Bu durum ancak müzikle telafi ediliyordu. Çünkü bana dinletildiği zaman yiyordum ancak!” Müziğe babası teşvik etmiş; küçük yaşlarda piyano dersleri almaya başlamış. Anlattığına göre, babası müziği seviyor, ama “Tabii piyano hocasından anladığı yok”. Bu nedenle çok da iyi bir eğitim aldığını düşünmüyor o zamanlar.

Ortaokulu Alman Mektebi’nde okuyor. Koyu bir Nazi okulu; ama çok eğlenceli günler geçirmiş, hiçbir şeyin farkına varmadan Nazi marşlarım coşkuyla söylemiş, uygun adım yürüyüşler yaparak Cumhuriyet bayramlarındaki birincilikleri paylaşmış. En eğlenceli olan ise okulun karşısındaki kulübe giderek akordiyon eşliğinde yapılan danslarmış… İkinci Dünya Savaşı sonunda Alman okulu kapanıp “leyli” olarak Amerikan Koleji’ne “tıkılınca” hayatı kararır Pamir’in. Çünkü bu kez hayatına “zalim” Mrs. Summers girer. Bir yandan “istibdad”, bir yandan konserler, mezun olur. Olur olmaz da kısa sürede “yanlış” olduğunu anlayacağı bir evliliğe imza atar, Faruk Erdener’le. Dönemin önemli müzisyenleri Bülent ve Haluk Tarcan’la yakın arkadaşlığı ise sürer. Yıl 1952.

“İlk defa halka açık konsere çıktım. Gayet iddialı bir programla. Seyirci son derece amatör, kıyamet koptu alkışlardan, ama çok kötü çaldığımı biliyorum. O konserden sonra Bülent Tarcan, ‘Sen ya piyanoyu bırak, ya da doğru dürüst bir hocaya kendini teslim et’ dedi. Ben günlerce ağla ağla… Böyle çok ağladım.”

Hoca da şaşırdı

Eşinden ayrılıp müzik eğitimi için gittiği Münih’te de hocası dinler onu ve o da şaşkınlıkla bakakalır. Ben hiç hayatımda böyle piyano çalmışına tanık olmadım. Müthiş duyarlısınız ama hiçbir tekniğiniz yok… Yine gözyaşları ve yeniden başlanan sıkı çalışmalar… 1954-57 yıllarında Münih ve Viyana üniversitelerinde Müzikoloji ve Tiyatro Bilimi derslerine devam eder. (Araya ikinci evliliği sıkıştırır: Haldun Taner’le!) Münih’te Oskar Koebel, Viyana’da Prof. Hinterhofer, İstanbul’da Ferdi Statzer ve Madam Vosko’nun piyano öğrencisi olur.

1964’te Avusturyalı Piyanist Paul Badura Skoda‘nın Hamburg’ta yönettiği ustalık kursundan sertifika alır. İşte orada açılır: “Skoda’ya gittiğimde Chopin sonatının bir bölümünü çalışıyorum, süratli rüzgar bölümünü. Ben kendimi beğenmiyorum, hoca da beğenmiyor. Sürekli uyarı; daha çalış, daha çalış… Olmuyor işte! Herr Skoda’ya beni özel olarak bir 10 dakika dinlemesini rica ettim. Dinledi. Parmak tekniğiniz iyi, dedi. “Şimdi gözlerinizi kapayın, bütün hareketleri bir kedi gibi yumuşak aşağıdan yukarı, aşağıdan yukarı, yavaş… Kolla beraber… Biraz daha hızlanın şimdi… Böyle en yavaştan en hızlıya…” Aylarca olamayan şey o 10 dakikada olur.

Edebiyat ve müzik birlikte

Böyle böyle herkesten bir şey öğrenir Pamir. 1969’da Heidelberg Devlet Konservatuvarı’nın Yüksek Bölümü’nden mezun olur. İstanbul’da radyo programlarına katılır, resitaller, piyano dersleri verir. Heidelberg Konservatuvarı’nda piyano eğitim görevlisi olarak çalışır. Halka açık konserler verir. Sonraki yıllar İstanbul Radyosu ve Ankara Televizyonu’nda piyano solo programları sunar, konserlere devam eder. Ve bu zamana kadar pek çok sempozyuma katılır, konferanslar verir, sanat dergilerine, gazetelere yazılar yazar. Birçok da kitap: İnci’nin Müzik Kitabı, Çağdaş Piyano Eğitimi, Ayşe’nin Müzik Kitabı, Müzikte Geniş Soluklar, Skryabin, Müzik ve Edebiyat…

Onu saatin altına götürdüm

1950’lerin İstanbul’u… Beyoğlu’nda, Galatasaray’da ”Edebiyat Matinesi” yılları… O dönemin şanslı insanları, Sabahattin Kudretler, Özdemir Asaflar, Sait Faikler’in kendi seslerinden kitaplarını dinleyebilirlermiş (Kulağa ne hoş geliyor!). Haldun Taner de matinelerde hikayelerini okuyan bir yazar. Leyla Pamir ise onun hikayelerine bayılan, hatta “12’ye bir var”ı kendi kendine Almanca’ya çeviren ve ona platonik olarak aşık olan genç bir piyanist. Bu arada Haldun Taner dönemin güzellik kraliçelerinden Ayten Akyol ile nişanlı. Bir edebiyat matinesi sırasında kararını verir Pamir: “Kürsüye gittim. Önce hikayenin Almanca çevirisini beğenmediğimi söyledim, ardından da onu yalıya, küçük müzikal bir toplantıya davet ettim. Kıpkırmızı oldu, başka türlü bir kızardı, arkadaşım da o arada Ayten Akyol’u oyalıyordu. Kabul etti ve geldi. Ben ve Haluk piyano çaldık. Evde bir Rönesans saati vardı. Bir punduna getirip Haldun’u saatin altına götürmüşüm, artık ezberlediğim hikayesinden pasajlar okuyorum. Kafama koymuştum, benimki olacak evlilik değildi, babama söyledim ve eşimden ayrıldım”.

Çekişmeli bir diyalog

O sıralar kitap çevirmektedir, “Bazı terimleri öğrenmem gerekiyor” açıklamasıyla ara sıra Haldun Taner’i görmeye gider. Arkadaşlıkları ilerler, söylediğine göre çekişmeli bir diyalog şeklinde… Karşılıklı birbirlerini kızdırırlar ve sonra bir bakarlar ki “Aşk” başlamış. Haldun Taner, kalabalık bir tekne yolculuğu sırasında açılır ona. Yıllar boyu dostu olacak İdil Biret o sıralar dokuz yaşındadır. Ayten Akyol, kendisine evlenme teklif eden zengin bir profesöre evet demiştir çoktan.

Hiç pişman olmadım

Birbirlerine söz verirler ve Pamir, Münih’e okumaya gider. Orada, ünlü bir orkestra şefi olan Louro von Matacic hayran olur kendisine; evlenme teklif eder. Bunu duyan ve Haldun Taner’den de haberi olan babası soluğu Münih’te alır. Sokaklarda dolaşırken, lüks bir iç çamaşırı mağazasının önünde babası kızma dönüp şu tarihi sözleri haykıracaktır: “Bak, şu dantelli, ipekli güzelim çamaşırları görüyor musun? Eğer Matacic’le evlenirsen hayatın boyunca böyle şeylere sahip olursun. Ama o Babıali dürzüsüyle olursan patiska don senin neyine yetmez!”

Pamir, bütün akıllı ve aşık kadınlar gibi doğru olanı yapar; babasını dinlemez. Zaten babası ve Haldun Taner de daha sonra çok iyi iki dost olurlar.

“Haldun’u seçtiğim için hiç pişman olmadım. 13 yıl birlikte olduk. Çok güzel bir dostluğumuz oldu. Ama bir evlilik içinde olmaması gereken şeyler de oldu. Ayrılmak zorunda kaldık. Başka aşklar da oldu, ama bizim dostluğumuz hep devam etti”.

Kafkasal serüven

“1988’de bir müzisyen dostumla aklımıza geldi; çocuklar için bir müzik belgeseli yapmak… Özdemir Asaf’ın oğlu Olgun senaryo tekniği konusunda yardım etti, aşağı yukarı 500-600 sayfalık büyük bir evrak çıktı ortaya. Gerçekleşemedi bir türlü. Daha sonra yeniden ele aldığımda bu çalışmanın içinden bir Mozart araştırması çıktı. Bunu yine çocuklar için dört bölümlük bir belgesele dönüştürdüm. Onat Kutlar bayıldı”. Bu belgeselin TRTde yayınlanmak üzere çekilebilmesi için çok uğraşmış Leyla Pamir. Akbank biraz destek olmuş ama yetmemiş. TRT, tam dokuz ay beklettikten sonra verdiği sözü tutmamış. “Bu arada ben küçük Mozart’ı, büyük Mozart’ı, bütün oyuncuları bulmuşum. Müzikleri hazırlamıştım, eğlenceli diyaloglar yazmışım… Kültür Bakanlığı’na gitmeye karar verdik.” Proje orada da epey süründükten sonra red cevabı almış. Daha sonra Pamir’in öğrendiğine göre şu gerekçeyle: “Dede Efendi dururken, bizim çocukların Mozart’la işi ne?”

Artık bu projeyle uğraşmak istemiyor. “Ne yapayım” diyor, “Bulduğum bütün oyuncular büyüdü, değişti”.

Kutlar ise daha sonra kaleme almış bu uzun ve yorucu süreci: “Senaryo oya gibi işlenmişti. Leyla ile benim önce bir müzik tarihi olarak başlayıp sonra 200. ölüm yıldönümü nedeniyle sadece bir Mozart projesine dönüşen ve bütün amacı çocuklara doğru ve eğlendirici bir müzik eğitimi vermek olan bu iyi niyetli çabayı gerçekleştirmek için iki yıl süreyle yaşadığımız Kafkasal serüveni burada anlatmam olanaksız, yersiz”. Ama “yersiz” bulmadığı başka bir şeyi yazıyor Kutlar. Leyla Pamir’i:

“Kimi insanlar vardır tanıdıkça bir sığlık, sıradanlıkla karşılaşırsınız, kimileri ise bir anda ele vermedikleri kişilik birikim ve renklerle onları yakından tanıdıkça belirlenirler. Leyla Pamir’le de tıpkı böyle oldu”.

Edebiyat ve müziği birlikte inceliyor

Şu sıralar yine ders veriyor ve yeni yazılar yazıyor. Aslında okurları müzik, daha çok da klasik müzik çevresinden. Ama son kitabına biraz kızacaklarını düşünüyor; çünkü salt müzik kitabı değil. Edebiyat ve müziği birlikte inceliyor. Müziğin ve edebiyatın felsefesini yapıyor.

Kızabilirler ama edebiyatçılar da müziğin yapısına girip çıksınlar ve tabii müzisyenler de biraz daha edebiyat okurlarsa fena mı olur yani…”

(Emel Armutçu / 20 Ekim 1996 / Hürriyet / Arşiv çalışması: Zeynep Erdoğan)

Not: Leyla Pamir, 14 Ekim 2023’te, 18 yıldır demans tanısıyla yattığı Balıklı Rum Hastanesi’nde hayata veda etti.

 

 

 

Share.

Leave A Reply

20 − 14 =

error: Content is protected !!