Ivo Pogorelich / Sesi güçlü olsa da top gürledikten sonra unutulur, piyanonunki ise dinleyicinin ruhunda yaşar

0

Pogorelich, pırıl pırıl aydınlatılmış sahnelerden, eser bitmeden alkışa başlayan heyecanlı dinleyicilerden hoşlanmaz. Loşlaştırılmış sahneye çıkar, izleyiciyi selamlamaya bile gerek duymadan, kandil gücündeki spotun aydınlattığı piyanonun başına oturur. 2006 Şubatı’ndaki İstanbul resitalindeki gibi bir program varsa elinde alkışa izin vermeden dört eseri birbiri ardına seslendirir. Chopin’in noktürnünde, Scriabin ve Rahmaninof’un sonatlarında tempoları yavaşlatıp, vurguları öyle değiştirir ki, bu eserlere Artur Rubinstein ya da Vladimir Horowitz ‘in yorumlarıyla bağlananlar neye uğradığını şaşırır. Öfkeyle tırnaklarını kemirip, salondan kaçmanın yollarını arar. Önyargıdan uzak dinleyiciler ise konser salonlarında çok nadir rastlanan bir olaya tanık olmanın keyfini sürer. Bugüne kadar binlerce kez seslendirilen eserleri o an yaratılıyormuş, bir kez daha duyulamayacakmış hissiyle dinler. Konserden sonra, yorumların ardındaki öyküyü düşünür. İşte hayatı dramlar, orta boy skandallarla dolu bir piyanistin deha ile cinnet arasında iki kez gidip gelen 47 yıllık yaşam öyküsü ve zorlu bir telefon söyleşisinden arta kalanlar.

 

Hollywood prodüktörleri 1996’daki “Shine” benzeri Oscar’lı, hasılatı bol bir film yapmak istese, hayatı piyanist David Helfgott kadar dramatik bir klasik müzik virtüözü arasa herhalde sıradaki ilk isim Ivo Pogorelich olurdu. Dram bir yana her ikisi de piyanist, Liszt ekolünden geliyorlar, Rahmaninof’la özel bir ilişkileri var: Helfgott, Rahmaninof’un 3. Piyano Konçertosu’na çalışırken sinir krizi geçirmiş, hayatla bağını kesmişti. Pogorelich ise İdil Biret’in 34, diğer bazı piyanistlerin 30 dakikada yorumladığı Rahmaninof’un 2. Piyano Konçertosu’nu temposunu düşürerek tam 50 dakikada seslendirdi. Avrupa’nın tutucu müzik eleştirmenleri CD’yi dinlerken sinir krizi geçirdi. 1990’ların başında Gramophone, BBC Müzik gibi dergilerde çok sert eleştiriler yayımlandı. Pogorelich, düşmanlığa varan bu eleştirilere karşı hayatta kalma mücadelesi verdi yıllarca.

                                     Skandalın nedeni politika

1996’da İstanbul Festivali’nde vereceği konser öncesinde Londra’dan yaptığımız telefon röportajında, saldırılardan nasıl etkilendiğini sormuştuk. O günlerde yastaydı. Tutkuyla bağlandığı 16 yıllık eşini birkaç ay önce kaybetmiş, hayata küsmüştü. Sesi mezardan konuşuyormuşcasına derinden geliyordu. “Ben de gelenekçiyim” dedi sürpriz bir ifadeyle. Belli ki savaş baltasını gömmüştü. “Unutmayın, akademik eğitim gördüm. Belli bir ekolden geliyorum. Bu yüzden muhafazakar olduğum bile söylenebilir. Katalan bir mimarın sözünü hatırlıyorum: Orijinal olmak için orijine dönmek gerekir. Ben de bunu yapıyorum. İyi ve saygın bir gelenekçi olmak mümkün.”
Soruları önceden görmek, belli konulara girmemek gibi sayısız ön koşulla kabul ettiği, telefonu her an yüzümüze kapatacakmış edasıyla konuştuğu röportajın sonlarına yaklaşmıştık. Cesaretimizi toplayıp sorduk: “Peki kim kötü gelenekçi?”
Cevap bir kahkahanın ardından geldi: “Yaratıcılığı bir yana bırakıp paranın peşinde koşanlar…”
Ardından “Aslında benim klasik müzik dünyasında muhafazakarlarla hiç problemim olmadı” dedi. “1980 Chopin Yarışması’ndaki skandal, politik yargıların işin içine girmesinden dolayı yaşandı. Varşova Paktı üyesi bir ülkenin jürisi Yugoslav müzikçiye ödül vermek istemedi.”
Oysa son 5 yılın haber arşivlerini taradığımızda Amerikalı eleştirmenlerin sınırsız övgüsüne karşılık Avrupa basınının sert eleştirilerini hayretle okumuştuk. Avrupalılar “artistlik (poseur) yapıyor, herşeyi çok abartıyor, kaba yorumlarıyla bestecilerin kemiklerini sızlatıyor” şeklinde serzenişte bulunurken Atlantik Okyanusu’nun karşı kıyısında Pogorelich el üstünde tutuluyordu. Mesela Los Angeles Times’ın eleştirmeni “Çalarken Paderewski, Horowitz gibi yeni çağın biçemini yaratıyor” derken, New York Times eleştirmeni övgüde çok daha cömertti: “Tek kişilik orkestra gibi, zamanından en az 200 yıl ileride.” Bir başka eleştirmen Avrupalı muhafazakarları depresyona sokan 50 dakikalık Rahmaninof yorumu için şunları yazmıştı: “Bu albümü, bestecinin kaydıyla karşılaştırmak hakaret olurdu. Çünkü Pogorelich’inki gelmiş geçmiş en iyisi.”

Öğretmeniyle evlendi

Pogorelich, Belgrad’ta yolları kesişen Hırvat baba ve Sırp kökenli annenin iki piyanist oğlundan biri. Babası konservatuvarda kompozisyon sınıfında okuyup, şeflik dersleri alırken, son anda fikrini değiştirip akademisyenliği seçti. Oğulları aynı kararsızlığı yaşamadı, çünkü geleceklerini o belirledi. İkisini de altı yaşına geldiklerinde piyano başına oturttu. Ivo, ilk talihsizliğini işte bu günlerde yaşadı. Akut romatizmal ateş tedavisi sırasında verilen kalitesiz antibiyotikler, el tendonlarını zedeledi. Vücuduna oranla küçük ellerinin ağrısı uzun yıllar dinmedi. 1970’de, 12 yaşındayken ailesi Moskova’ya taşındı. Ivo, Çaykovski Konservatuvarı’na girdi. Başlangıçta çok zorlandı. 1976’da Gürcü piyanist Alice Kezeradze’nin öğrencileri arasına katılması hayatını değiştirdi. “Olağanüstü duyarlılıkta, sınırsız teknik yetkinlik ve perspektife sahip, coşkusunu çevresine aktarabilen nadir bir öğretmen” dediği Kezeradze’ye aşık oldu. 1980’de evlendiler. Bu tutkulu aşk, 1996’da Kezeradze’nin kanserden ölümüne kadar sürdü.
Pogorelich röportajlarda, Kezeradze’den dört konuda öğrendiklerinin müziğe bakışını belirlediğini söylüyor: “Teknik mükemmeliyet, piyanist bestecilerin 19.yy ve 20.yy başında enstrümanı binbir renk üretebilecek insan sesi ve orkestra gibi değerlendirme yaklaşımını kavrama, bu yeni yaklaşımla piyanonun nasıl kullanılacağı, farklılık yaratmanın önemi…”

Sınav jürisi neden dağıldı?

1978’de İtalya’daki Casagrande Yarışması’nda, 1980’de Montreal Uluslararası Müzik Yarışması’nda birinci olan Pogoreliç asıl şöhreti bir yıl sonra kazanamadığı yarışmayla yakaladı. Chopin Müzik Yarışması’nın ikinci turunda elendi. Ünlü piyanist Martha Argerich “Dahiyi harcadılar” gerekçesiyle jüriden çekildi. Pogorelich manşetlere çıktı. Yarışmayı kazanan Japon müzikçiyi bugün kimse hatırlamıyor. Pogorelich ise bir yıl sonra Deutsche Gramaphon’la anlaşma imzaladı ilk CD’si üç günde 100 bin adet satıldı.
O günden bugüne 20 civarında CD’si yayımlandı. Bunların büyük bölümü solo piyano albümleri. Nedenini açıklarken Gramophone dergisine “Abbado dışındaki şefler ve orkestraların çoğu müziğe benim kadar değer vermiyor” demiş. Telefon röportajımızda gönlündeki orkestrayı bulduğunda en çok hangi eseri seslendirmek istediğini sormuştuk. “Orkestra üyeleri sendika kurallarına çok bağlı, provanın ortasında saatimiz doldu gerekçesiyle gidiyorlar” demişti. Herhangi bir çağ ya da besteciye özel yakınlık duymadığını anlatmıştı: “Tüm bestecilere saygım sonsuz. Bana şefkatle kucak açıyorlar. Repertuvar seçerken önemli olan bestenin beni istediğini hissetmem. Bach’ın eserlerini bugünün insanıyla buluşturuyorum. Zaman farkı, müzikal çağlar önemini yitiriyor. Günde sekiz saat çalışınca her şeyi seviyorsunuz.”
Müzik dünyasında kendine yer edinmeyi başaran Pogorelich, yetenekli gençlere yol açmaya yöneldi. 1986’da Hırvat müzikçilerin yurtdışında eğitimi için burs veren bir vakıf kurdu. 1989’da genç müzikçileri ünlü virtüözlerle sahnede buluşturan Bad Worishofen Festivali’ni, 1993’te Şikago’da adını taşıyan piyano yarışmasını başlattı. 100 bin dolar ödüllü yarışmada yaş sınırı yoktu. “Biliyor musunuz, kazananlar ödül yerine, benimle 100 saat özel çalışma yapmayı tercih ediyor” diyordu. Yarışma daha sonra Almanya’ya taşındı.

Üç şok ardı ardına geldi, Pogorelich hastanelik oldu

İsviçre ve İngiltere’de birer evi bulunan Pogorelich, vatanından uzakta yaşasa da, Yugoslavya’da iç savaşın çıkmasından duygusal olarak çok etkilendi. Zaten çocukluğu anne ve babasının savaş öykülerini dinleyerek geçmişti. 16’sında partizanlara katılan babası esir düştüğü Almanlar’ın elinde asılmaktan son anda kurtulmuş, yakınlarıyla birlikte toplama kampına gönderilen annesi evine tek başına dönmüştü. Ülkesindeki etnik gerilimi fark eden Pogorelich, 1987’de Belgrad yönetimine karşı tavrını açıklamış, Hırvat olarak anılmak istediğini söylemişti. Ertesi yıl UNESCO tarafından iyiniyet elçisi seçildi. Klasik müzikçiler arasından bu sıfata layık görülen ilk isimdi. Savaş çıkınca bir kenara çekilmek yerine, kanlı savaşın durdurulması için aktif tavır aldı. 1994’te bir vakıf kurdu, Saraybosna’ya çocuk hastalıkları enstitüsü ve hastanesi kurulması için kampanya başlattı. 1996’da para toplamak amacıyla 200 konserlik turneye çıktı. Açılışı İstanbul’da yaptı. Çabasına gönülden destekleyen Süleyman Demirel’i de resitaline davet etti, bu sayede açılış dışındaki bir İstanbul Festivali konserinde ilk kez cumhurbaşkanı görüldü.
Vahşetin tavana vurduğu bir çağda müziğin toplumlar arasında yakınlaşmaya, barış sürecine katkısı olup olmayacağını sorduğumuzda iyimserdi: “Piyano sesi hâlâ toptan daha zayıf. Ama top bir kez gürledikten sonra unutulur. Piyanonun sesi dinleyicisinin ruhunda yaşar.”
AKM’nin küçük salonundaki resitaline Mandrake benzeri peleriniyle çıktı. Uzun, dağınık saçları yüzünü kapatıyordu. Çok zayıflamıştı, çevresiyle tüm bağını kesmiş gibiydi. Programı değiştirdiğinde, anons etmeye gerek bile duymadı. Tek insani teması, konser sonunda tebrik etmek için sahneye çıkan Cumhurbaşkanı Demirel’le kurdu. Sevgiyle kucaklaştılar.
Salondakiler piyanistin tavrını egzantirikliğine verdi. Oysa Pogorelich, altından kalmakta zorlandığı iki acının yükünü yaşıyordu. Doğduğu topraklar kan denizine dönüşmüştü, tutkuyla bağlandığı eşini kanserden kaybetmişti. Üzerine 200 konserlik turnenin yorgunluğu binince sinirleri iflas etti. Yine de konserleri sürdürdü. 140 milyon dolarlık proje için en büyük bağışı, tarihinin ilk piyano resitaline sahne olan, piyano bulmakta zorlanan  Kuveyt’ten alacaktı.
1999 ortasında ruhsal sorunları katlanılmayacak boyuta ulaşınca konserlerini iptal etti. Altı ay tedavi gördü. Bu arada vücut geliştirme çalıştı. 2000 başında sahnelere döndüğünde The Independent’tan Michael Church gözlemlerini şöyle aktarıyordu: “BBC’deki In Tune programını izledim. Birkaç yıl önce röportaj yaptığım pelerinli, incecik, Osmanlı paşası ruhlu Pogorelich gitmiş, yerine kulüp fedaisi gibi kaslı, at kuyruklu yepyeni biri gelmişti. Sunucuyu tehlikeli bir saldırganlıkla yerden yere vuruyordu. Neden üç yılda bu kadar değişmiş? Hangisi gerçek? Çılgın dahi virtüöz tanımı bu durumu açıklar mı?”
Açıklayamadığı birkaç ay sonra ortaya çıktı. Babasının ölümü üzerine ağır bir kriz geçiren Ivo Pogorelich 14 Aralık 2000’de Londra yakınlarındaki Florance Nightingale Hastanesi’ne yatırıldı. Hastalığı basından gizlendi. 2002’de çellist Misha Maisky’le yaptığımız röportaj sırasında yakın dostları Argerich ve Pogorelich’in sağlığını sormuştuk. “İkisi de pek iyi değil, Martha kanserle mücadele ediyor. Ivo ise umarım yakında sağlığına kavuşacak” demişti. Oysa Pogorelich’in bir manastıra kapandığı, dünyadan elini eteğini çektiği haberleri geliyordu.
Nihayet 2003 Temmuzu’nda yeniden müziğe döndü. Saçlarını kazıtmış, kilo almıştı. Tel Aviv ve Hayfa’daki resitallerin ardından Avrupa ve Amerika sahnelerinde görülmeye başlandı. 2005’e kadar konser sayısını çok sınırlı tuttu. Bu yıl ilk kez yoğun bir turne programıyla sahnelerde olacak. İş Sanat yöneticileri tam beş yıl önce bu konser için rezervasyon yaptırmış, Pogorelich’in programına girmek için gereken işlemleri başlatmıştı. Nihayet muradlarına erdiler, bilet almayı başaran dinleyiciler de perşembe akşamı erecek.

BESTECİLERİ İNCİTMEK İSTEMEM
Hiçbir besteciyi ya da eseri incitmek, zedelemek istemem. Tüm çabam anlatımı netleştirmek, saflaştırmak, akıcılaştırmak. Eserin bu yönü ortaya çıkınca bazıları işin içinde bir üçkağıt var sanıyorlar.

KONSERVATUVARLAR YETERSİZ
Eğitim sisteminin yetersizliği nedeniyle klasik müziğin geleceğinden endişeliyim. Hızla değişen bir dünyada öğretmenler genç müzikçilere geçmişteki değerleri öğretemiyor. Sonuçta yaratıcılıktan uzak, amatör müzikçiler ordusu çıkıyor ortaya.

SEVDİĞİM CAZ PİYANİSTİ PETERSON
Vokal müziği severim. Klasik müzikten başka türü çalmayı denemesem de dinlemekten hoşlanırım. Mesela caz piyanistlerini yakından izlerim. En sevdiğim caz piyanisti Oscar Peterson. Sebebi mi? Profesyonelliği.

BANA FRANKEŞTAYN DEDİLER
Bana piyanonun Frankeştayn’ı dediler, piyanonun deri pantolonlu şeytanı adını taktılar. Oysa hiç deri pantolonum olmadı. Yorumumun dışında her yönüm tartışıldı. Ve şimdi, müzik dünyasında birkaç mevsimlik menekşe olmadığımı, yazdıklarıyla yok edemediklerini gördükten sonra yorumumda olgunluk izleri aramaya başladılar. Yüzümdeki çizgilerle yorumumu birbirine bağlıyorlar. Tabii ki bunları okumak çok eğlenceli. Ama içi boş laflar.

(Serhan Yedig / 19 Şubat 2006 / Hürriyet)

Linkler

Kişisel web sayfası

Biyografisi

Share.

Leave A Reply

sixteen − fourteen =

error: Content is protected !!