Renee Fleming / 40 yaşında olgunlaştım, mahcubiyetimi yendim

0

1990’ların başında Metropolitan’da Almamiva (Figaro), Desdemona (Otello), Violetta (La Traviata) yorumlarıyla yıldızı parlayan Amerikalı lirik soprano Renee Fleming, Başkan Clinton döneminde “Halkın divası”ydı. Başkanı uğurlama ve Obama’nın yemin töreninin yıldızları arasında yer aldı. Albümlerinin sayısı o yıllarda 30’a ulaştı. 1998-2009 arasında üç Grammy kazandı. 2011 Haziranı’nda Paris Operası’nda Otello’da Desdemona’yı seslendiriyordu, ertesi ay Salzburg’da Viyana Filarmoni’nin, kasımda Rodelinda operasıyla Metropolitan’ın solisti olacaktı. İstanbul Festivali konseri öncesinde, Paris’ten aradık. Her ne kadar vedalaşırken kibarlığından vazgeçmeyip “üzerine düşünülmüş, iyi hazırlanmış sorularınız için teşekkür ederim” dese de geçmişteki kötü günleri hatırlatan soruların birbiri ardına gelmesinden pek hoşlanmamıştı. Bu nedenle sohbetimiz sadece 20 dakika sürdü, divanın caz merakından, korsan kayıt koleksiyonuna uzanan birçok soru defterimde kaldı.

 

 

Fotoğraflar:Timothy White

Uzun bir aradan sonra Paris’te ikinci kez Otello’da Desdemona’yı seslendiriyorsunuz, bugün Fransız basınında okuduğum eleştirilerde yorumunuz övülüyor. 1994’te Metropolitan’daki ilk yorumunuzdan bu yana Otello’ya, Desdemona’ya bakışınızda değişiklik oldu mu, bu rolde hâlâ keşfedecek ayrıntılar kaldı mı?

– İlginçtir, bu kez esere yaklaşımım değişti. Bildiğiniz gibi, Shakespeare’in eserinde Otello ile Diago arasındaki gerilim eserin merkezini oluşturur. Erkek, başkalarının sözüne dayanarak karısı hakkında bir yargı oluşturur. Karısına olayın ayrıntılarını, gerekçelerini bile sormadan onu öldürür. Eser üzerine düşünürken, bugünün değerleriyle konuyu ele aldığımızda burada aile içi şiddet hatta suistimal olduğunu görüyoruz. 400 yıl sonrasının değer yargılarıyla esere bakınca, önümüzde yepyeni bir kapı açılıyor. İşte bu perspektiften Desdemona’yı biraz daha güçlü bir karakter olarak yorumladım. Eserin tümüne yansıyan kurban durumundan biraz uzaklaştırdım. Yani “Bu sorunun kaynağı ben olamam, bu adam neden böyle çıldırdı” diye soran ve buna göre davranan bir Desdemona hayal ettim. İzleyiciler Otello’da telaş içinde sürekli Casio’yu arayan bir Desdemona görmeye alışışık. Ben bunun yerine olayları gözlemleyen, analiz eden bir karaktere dönüştürdüm. Şan tekniği açısından bakarsak, tecrübe kazandıkça yorumcunun üstündeki gerilim ortadan kalkıyor, rahatlıyor. Zaten yorum açısından işin sihri de burada: Gerilim ve rahatlama…

Opera dünyası globalleşiyor

Klasik müzik atmosferi, izleyici, üslup açısından Avrupa ve Amerika’daki farklılıkları 1984’ten bu yana gözlemliyorsunuz. Hazır sizi Paris’te bulmuşken sormak istiyorum: Bu farklar son 25 yıl içinde değişti mi; global köye dönüşen dünyanın opera sahneleri arasındaki farklar ortadan kalkıyor mu?

– Opera sahneleri gittikçe globalleşiyor. Paris, Londra ya da New York’ta sahneye çıktığımda, neredeyse hep aynı sahne amiri, yönetmen, orkestra şefleriyle çalışıyorum. Kuşkusuz bürokrasi, finansal boyut açısından farklar olmalı, fakat ben bunları gözlemleyemiyorum artık. İzleyici tepkileri, beklentileri açısından bakıldığında ise Avrupa’nın önemli konser salonlarındaki dinleyicilerin Houston, San Francisco hatta daha muhafazakar olan Metropolitan’dan bile farklı olduğunu söyleyebilirim.

Avrupalıların, klasik müzikte Amerikalılara tepeden bakma alışkanlığı değişti mi?

– Evet Avrupa’da yüzlerce yıldır sahnelenen, sevilen bir sanat dalı opera. Amerika’da ise topu topu 100 yıllık tarihi olan yeni bir sanat. Daha yenilikçi bir bakış açısıyla yaklaşılıyor. Önemli konu dil farkı. Amerikalılar çoğunlukla yabancı dil öğrenme gereği duymuyor. Öğrenecek olsa da, işine yarayacak dil İspanyolca. Dolayısıyla eserlerle izleyiciler arasında dil engeli oluşuyor. Buna karşın Amerika’nın operayı olabildiğince kucakladığını söyleyebiliriz. Avrupalılar artık opera izlemeye ABD’ye geliyor.

Yaklaşık 10 yıl önce bir röportajda Fransa’da takım çalışması ruhunun zayıf olduğunu söylemiştiniz, bu tür ayrıntılarda bir değişiklik oldu mu?

– Kuşkusuz değişim yaşanıyor.

Peki salonların en tehlikeli şahsiyetleri: Müzik eleştirmenleri?

– Bazı büyük kentlerin sadece bir yerel gazetesi var. Ulusal gazeteler pek fazla sanata yer vermeyebiliyor. Gördüğüm kadarıyla tek farklı kent Londra. Tam yedi gazete yayımlanıyor. Londra’daki gazeteler, müzik eleştirmenleri büyük bir rekabet içinde. Diğerlerinden ayrışmak için çabalıyor. Bu da diğer kentlerden farklı sonuçlar çıkarıyor ortaya.

Avrupa salonlarında daha rahat söylüyorum

Avrupa’da sahneye çıktığınızda kendinizi Amerika’daki kadar özgür, rahat hissediyor musunuz; çekindiğiniz, yapmamaya çalıştığınız şeyler var mı?

– Hayır her yerde aynı şekilde davrandığımı söyleyebilirim. Önemli, hatta büyük bir fark var: Avrupa’nın konser salonları Amerika’dan daha küçük. Çok daha içten, özel bir üslupla söyleyebiliriyorum. Bu açıdan kendimi daha özgür hissediyorum.  Metropolitan 4 bin kişilik bir salon. Avrupa’da bu büyüklükteki salonların sayısı az. Neyse ki Metropolitan’ın akustiği çok güzel. Pianossimo (küçük sesle) söylediğim bölümler bile rahatlıkla duyulabiliyor. Fakat forte (yüksek sesle, vurgulu) söylediğimde en yüksek fortemi kullanmam gerekiyor.

Üslup açısından Avrupa’daki yaklaşımla, kendi yaklaşımızı karşılaştırırken eklektik bir sanat anlayışını savunduğunuzu söylüyorsunuz. Bu eklektisizmin önemli unsurları neler?

– Müziğe olan genel ilgim açısından bakılırsa eklektik olduğum söylenebilir. Farklı dillerde şarkı söylüyorum. Çağdaş müziği seviyorum. Yüzyıllar öncesinin müziğine ilgi duyuyorum. Yani tek alanda uzmanlaşmak yerine geniş bir perspektiften müziğe yaklaşıyorum. Şu anda uzmanlaştığım tek müzik Strauss’un eserleri.

1998’de La Scala’da Donizetti’nin Lucrezia Borgia’sında yuhlanınca hayatınızın en büyük travmasını yaşamıştınız. Röportajlarda çok açık yüreklilikle konuştuğunuz, özeleştiri yaptığınız için soruyorum: Sizce bu tepkilerin haklılık yönü var mıydı, yoksa Amerikalı olduğunuz için Avrupalı muhafakarlığının saldırısına mı uğradınız?

– Sadece Milano’da değil, İtalya’nın birçok kentinde opera bir ulusal gurur olarak değerlendiriliyor. Özellikle 19’uncu yüzyıl ve 20’inci yüzyıl başındaki eserler İtalyanlar için çok çok önemli. Bu gururlu tavır sahneye de yansıyor. İtalya’da sık sık sahneye çıkan, izleyicilerin bu tür tepkilerine alışkın sanatçılar için çok önemli bir olay değil sahnede yuhlanmak. Fakat La Scala’da ilk kez sahneye çıkan, en iyi yorum için çabalayan bir sanatçı bu tavırla karşılaştığında üstesinden gelmekte gerçekten zorlanıyor. Avrupa’da 40 yıldır yönetmenlerin de benzer tepkilerle karşılaştığını görüyoruz. Örneğin Almanya’da yorum beğenilmezse yönetmenler de yuhlanıyor. Bu neredeyse olağan karşılanıyor. (Gülüyor) Gördüğünüz gibi herşey algılamaya bağlı.

Sahne korkusunu yenme formülüm

2002’de Sunday Times’taki röportajda uzun yıllar öğretmenliğinizi, ses danışmanlığınızı yapan Beverly Johnson’la, diğer hocanız Elisabeth Schwartzkopf’u karşılaştırmışsınız. “Schwartzkopf, Fleming’in sesini öyle geri çekmeye çalıştı ki, bu zorlamanın yıkıcı etkilerini düzeltmek Johnson’ın yıllarını aldı” yorumu yapılmış. Schwartzkopf’un yaptığını pek anlayamadım, üslubunuzu gereksiz süslerden arındırıp sadeleştirmek mi istemişti?

– Bir konu haftalık masterclass’larda anlatılan, detaylı ve önemli bir şan tekniği. Bir röportajda, teknik terimler kullanmadan açıklamak çok zor. En basit sözcüklerle anlatmam gerekirse, sesteki öntitreşimle bulunduğunuz alan arasında denge kurma çabası, diyebilirim. Bu dengeyi bulmak gerçekten hassas bir konu. Bir solistin sesini değiştirmek, bunun için etkin bir çare bulmak zor, sesin doğasını izlemek gerekir. Bunun sadeleşmekle, üslupla pek ilgisi yok, teknik bir konu.

Konuşurken bile yüzü kızaran, utangaç bir genç kız, sonraları mahcup bir opera yıldızıyken 2000’lerde aniden utangaçlığınızdan nasıl kurtuldunuz; bunun aynı tarihlerde yaşadığınız kendinizi sorgulama süreciyle bir bağlantısı var mı?

– Bu olayla bir bağlantısı yok. Sanıyorum belirli bir olgunluk düzeyine ulaşınca bir anda ortadan kalktı. Bir yorumcunun hayat boyunca mahcup olması mümkün değil. Sahneye çıkıp sanatını icra edecek cesarete sahip olması gerekir.

Bu gelişme sahne korkusunu ortadan kaldırdı mı?

– Mahcubiyetle sahne korkusu birbirinden tamamen bağımsız konular. Sahne korkusuna karşı önlem almanın, kendimi korumanın yollarını iyi biliyorum artık: Çok iyi hazırlanıp, sahneye bundan sonra çıkmak gerekiyor. Zaman içinde olgunlaşmak ve konserden önce iyi hazırlanmak beni bu sorunlardan kurtardı.

İstanbul’a ailemle geliyorum

Temsilden önce sizi rahatlatacak küçük ritüelleriniz var mı?

– Hiçbir ritüelim yok. Tüm hazırlıklarımı önceden yapıyorum.

Bugüne kadar yolunuz Türk bestecilerle, yorumcularla kesişti mi hiç; Türkiye’ye tatil için geldiniz mi?

– Türkiye’ye ilk kez geliyorum. İstanbul’u çok merak ediyordum. Bu nedenle kızlarımla geliyorum ve dört günde kenti keşfetmeye çalışacağız.

Şan tekniğinin doruğu kabul edilen “bel canto”yu kaya tırmanışı, rafting, paratent gibi “ekstrem spor” kabul ediyorsunuz. Ve gördüğüm kadarıyla İstanbul konserinde ekstrem spor denemesi yapmayacaksınız. Programı nasıl oluşturdunuz?

– Bu konser için söylemekten zevk aldığım, farklı türlerden eserlerden oluşan bir tanışma programı hazırladım. Uzun yıllardır söylediğim eserlerle, bir gala konserinde olması gerekenleri dengeli şekilde bir araya getirdim. Ayrıca son dönemde üzerinde çalıştığım repertuvardan da örnekler taşıyor. Bel canto türündeki aryalar çok uzun, yorucu. Böyle bir konser için pek uygun olduklarını sanmıyorum. Umarım dinleyiciler konserden hoşnut ayrılır.

(Serhan Yedig / Andante Dergisi / Temmuz 2011)

AİLEDEN ŞANCI

Renee Fleming, 1959 Indiana doğumlu. Müzisyen bir aileden geliyor. Annesi Patricia şan öğretmeni, babası Edwin ise müzik öğretmenliğinin yanı sıra kasaba kilisesinde koro şefi. Kardeşleri Ted ve Rachelle de müzikle ilgileniyor. Hatta annesinin bir zamanlar ailece radyo programı hazırlamayı hayal ettiğini söylüyor.

Fleming, ergenlik döneminde çok utangaç bir çocuktu. Beş dönümlük bahçelerinde atlarıyla, tavşanıyla oynar, eve kapanıp kitap okur, Joni Mitchell dinler, şarkı bestelerdi. “Lisede lakabım Bayan Mükemmel idi. Bir de yüzümde mimik olmadığı için Taş Surat derlerdi. Gerçekten çok mahcup bir kızdım. Okul balosunda yakışıklı bir delikanlıyla dans etmem gerekmişti. Sigarasının dumanını tuhaf bir şekilde yüzüme üflediğinde adeta şoka girmiştim. Eve kapanıp, bir şarkı bestelemem gerekmişti bu travmayı atlatmak için” diyor bir TV röportajında o günleri anlatırken.

11 yaşında dişimde kredi kartıyla şarkı söylemeye çalışıyordum

ABD’nin ilk kadın cumhurbaşkanı olmayı hayal ediyordu. Müziğe başlangıcı keman, viyola, kompozisyon dersleriyle oldu. Ayrıca bale kursuna gidiyordu. “Aslında annemin karnında müzik derslerine başlamışım. Şan öğretmenliği üzerine eğitim alırken, üniversitenin son yılında bana hamile kalmış. 5-6 yaşlarında evde şan dersi verirken dizinin bibinde otururdum.  Operada söylediğinde beni de götürürdü. Ayrıca üniversitede şan üzerine master yapıyordu. Babamla koro çalışmalarını izlerdim. Çevremde hep müzik vardı, fakat ben pop ve caz dinlemeyi tercih ediyordum.” Sesi çok daha sonra keşfedildi. “11 yaşında dişlerimin arasına kredi kartı sıkıştırılıp, şan eğitimi almaya başladım. Çok tuhaf bir durumdu ve hiç hoşnut değildim. Tabii ki ilk öğretmenim annemdi. Geçenlerde 18, 19 yaşlarında, öğrencilik günlerimde kaydedilen kasetler geçti elime. Sesim sivrisinek gibiydi. Ancak beş yıl sonra sesim kişiliğini buldu…”

Juilliard’da okurken akşamları caz barda sahneye çıkıyordu

16 yaşına geldiğinde Fleming besteci olmaya karar vermişti. 20’li yaşlara kadar müzikte seçim yapamadı. Ancak bundan sonra hedefini netleştirdi. New York Üniversitesi’nde Patricia Misslin’in şan öğrencisi oldu. Onun yönlendirmesiyle operaya yöneldi. Üniversite yıllarında okul barında caz üçlüsüyle konserler veriyordu. Başarısını gören saksofoncu Illinois Jacquet’ten turne daveti aldı. Ancak o Eastman Müzik Okulu’nda şan eğitimini sürdürmeye karar verdi. Fulbright bursunu kazanıp bir yıl Avrupa’da Arleen Auger ve efsanevi Elisabeth Schwarzkopf’tan dersler aldı. “Schwarzkopf’la geçirdiğim bir haftanın sonucunda yaptığım tek şey oturup saatlerce ağlamaktı. Bir gün çok iyi olduğumu söylüyor, diğer gün felaket buluyordu tekniğimi. Özgüvenim zedelenmişti. Yine de ondan öğrendiğim bir şey gelişmemde çok önemli rol oynadı: O güne kadar sağlığıma dikkat ediyor, iyi prodüksiyonlarda rol almaya özen gösteriyordum. Bunlar yetmez, sesinin kontrolünü sağlaman gerekir, kalite, renk, tınlama ve güzelliğini kontrol edebilmen lazım, demişti. Bana farklı tonlar aramayı öğretti.”

ABD’ye dönüşte Juilliard Konservatuvarı’na girdi. Bir yandan okul masraflarını karşılamak için caz söylerken, diğer yandan Juilliard Operası’nda, Puccini’nin La Boheme (Mussetta), Tamu – Tamu gibi (Menotti’nin karısı) gibi rolleri canlandırdı.

Aktör Rick Ross’la da Juilliard’daki öğrencilik yıllarında tanıştı, yedi yıl birlikte yaşadıktan sonra 1989’da evlendiler. İki kızları oldu. Çift 2000 yılında boşandı. Bel Canto adlı romanıyla dikkat çeken yazar Ann Pachett’ın çöpçatanlığıyla Washington’lu avukat Tim Jessell ile tanıştı, 2,5 yıldır mutlu bir birliktelikleri var.

Solti: Bebeğim, istediğin kadar çocuk yapabilirsin!

1980’lerde New York’ta Musica Viva konserlerinde sahneye çıkan Fleming, ilk önemli fırsatı 1986’da Salzburg Landestheater’da yakaladı. Konstanze rolünü canlandırdı. 1988 ise kariyerinde sıçrama yılıydı. Houston’da Figaro’nun Düğünü’ndeki Kontes rolüyle ilk önemli başarısını kazandı. Bu önemli çıkışın ardından sınavı kazanıp Metropolitan Operası’na kabul edildi. Aynı zamanda New York City Opera’da rol aldı. Sonrasında hızla yıldızı parladı. Kolaratur, lirik ve spinto soprano repertuvarıyla dikkat çekti. “Çok geç kaldığım düşünülebilir belki. Fakat 20’li yaşların başında henüz hazır değildim, sesime henüz çekidüzen verememiştim. Ayrıca bu stresi kaldıracak güce sahip değildim.”

Eğitimini bitirse de şan öğretmeni Beverly Johnson, 2001’de ölene kadar Fleming’in danışmanlığını sürdürdü.

Fleming’e göre, hayatının üç önemli dönüm noktasından biri 1995’te Georg Solti’yle karşılaşması. Londra’daki Royal Festival Hall’da Fiordiligi’yi (Cossi fan tutte) seslendirmesi. Bir röportajda ondan bahsederken Solti “Uzun sayılabilecek ömrüm boyunca bu nitelikte sadece iki soprano gördüm, diğeri Renata Tebaldi’ydi” diyecekti. Fleming ise usta şefi tüm röportajlarda sevgiyle anıyor: “Kariyerimin önemli bir aşamasında çocuk yapmaya karar verdim.

Solti’ye danıştım. Sevgili Bebeğim, istediğin kadar çocuk yapabilirsin, demişti.” Bu dostluk Fleming’i Decca plak firması solistleri arasına katacak, önemli sahnelerde yeteneğini göstereceği roller almasını sağlayacaktı.

Diğer önemli iki dönüm noktası ise 1991’de Tanglewood Festivali’nde Mozart’ın Idomeneo’sunda Seiji Ozawa şefliğinde sahneye çıkması, 1996’da Metropolitan’da Armida ve Fiordigi’niyi seslendirme fırsatını yakalamasıydı.

Parfümü, tatlısı yapıldı

Geçmişin Callas gibi divalarına benzemiyor Fleming. Kaprissiz, dinleyicileriyle sıcak ilişki kurabiliyor, röportajlarda özeleştiri yapacak, hatalarını anlatacak kadar özgüven sahibi. Halktan kaçmıyor, sohbet ediyor, soruları cevaplıyor. “Artık halk geçmişteki gibi sevilebilecek fakat aynı zamanda iletişim kurulabilecek, kullanıcı dostu divalar istiyor” diyor. Geçmişin kaprisli diva imajından çok rahatsız. Bunu kimi zaman espriyle ifade ediyor: “Diva lekesini çıkaracak detarjanın keşfini dört gözle bekliyorum!’

Opera dünyasının dışında da çok popüler. 2001’de ABD’nin en şık kadınları listesine girdi. Yohji Yamamoto, Isley Miyake, Gianfranco Ferre’den giyiniyor. Adına çok sevdiği türde çikolata ve meyve içeren özel bir tatlı üretildi (La Diva Renee),  parfüm yapıldı (La Voce), porselen tasarlandı (Renee Fleming Iris), ayrıca Rolex reklamlarında Kiri Te Kanawa’nın yerini aldı. TV’de Susam Sokağı programına katıldı.

1993’te ilk kez Don Giovanni’de Dona Elvira rolüyle sahneye çıktığı İtalya’nın ünlü La Scala Operası’nda beş yıl sonra Donizetti’nin Lucrezia Borgia’sında yuhlanması hayatının en büyük travmasıydı. Hayatında ilk kez kötü eleştiriler aldı.

Hemen ardından Andre Previn’in İhtiras Tramvayı’ndaki Blanche rolünün rahatsız edici olduğu yazıldı. Bu sarsıntılı dönemde, hayatı boyunca beklediği teklifi aldı. Metropolitan’da Zeffirelli’nin sahneleyeceği La Traviata’da Violetta rolü verildi. Fakat yeni bir yorum bulamadığı gerekçesiyle, sessizce bu rolden çekildi. Yaklaşık iki yıllık bir sorgulama süreci yaşadı. Ardından sahnelere yeni bir enerjiyle döndü.

Kitap yazdı, Chicago Operası’nın danışmanlığına atandı

İyi düzeyde Fransızca, Almanca, biraz İtalyanca bilen Fleming’in operada en sevdiği lisan Fransızca.

2004’te şan eğitimi görmek, opera sanatçısı olmak isteyenlere ışık tutacak kitabı “The Inner Voice: Making of Singer / İçses: Bir Şancı Yaratmak”ı yazdı. 2008’de Metropolitan Operası’nın açılışını ilk kez bir kadın, Renee Fleming yaptı.

Bugüne kadar operada 52 karakter canlandıran Fleming, rol seçiminde hep ihtiyatlı davrandı. Örneğin, yeterli olgunluğa erişene, yeterli hazırlığı yapana kadar Violetta karakterini canlandırmadı sahnede. 2003’te Violetta’yı oynadığında 43 yaşındaydı. “Çünkü bunlar operanın ikonları. Benim kuşağımdan birçok solist Tosca, Butterfly, Violetta gibi rollerden uzak durdu. Bunların pek çok klasikleşmiş albüm kaydı mevcut. Biz gençler bu rolleri seslendirdiğimizde dinleyici çok insafsız davranabiliyor. Genç kuşağı kolayca kabullenmek istemiyor.”

Sekiz ay önce Lyric Opera of Chicago’nun yaratıcı danışmanlığına atandı. Bu görevi beş yıl sürdürecek. Fleming danışmanlığa başlayınca ilk iş operanın hemen Amerikan müzikalleri de sahnelemesini istedi. İlk eser olarak Oklahoma’yı seçti. Ayrıca 2015 için yeni bir opera siparişi verilmesini talep etti. Şimdi 100 besteci arasından sipariş verilecek kişiyi seçmeye çalışıyor.

Operanın yanı sıra Dark Hope adlı bir pop albüm yayımlayan Fleming, piyanist Brad Mehldau’yla Rilke’nin şiirleri üzerine bir caz albümü hazırladı, ayrıca basçı Charlie Haden’ın Sophisticated Ladys  albümünde yer aldı.

KONSER ÖNCESİ
Konser öncesindeki saatleri yalnız ve sakin geçirmeye özen gösteririm. İcra için düşünsel odaklanma gerekiyor. Akşam yemeğinde bir arya bile söyleyecek olsam, benim için üç saatlik opera gibidir. Eğer sahne korkunuz varsa, buna karşı sahneye çıkmadan önce düşünsel olarak hazırlığınızı yapmış olmalısınız.

SES DEĞİŞİMİ
Şanda teknik yetkinliğe ulaştıktan sonra, bunu korumak için her gün çalışmak gerekir. Sürekli mikro düzeyde ayarlar yaparsınız. Her gelen gün bir öncekinden farklıdır: Kasların gerginliği, yaşadığınız stres, hava koşulları, alerjenler sesi etkiler. Vücudun bir parçasını enstrümana dönüştürüp icrada kullanmak gerçekten zorlu bir uğraş. Bu nedenle sesi korumak gerekir. Sesi neyin, nasıl etkilediğini pek bilmiyoruz. Bu da en gizemli yanı. Tabii ki ben de her şancı gibi sesimle ilgili endişeliyim. Hatta zaman zaman bu endişe halini sanat düzeyine çıkardığımı bile düşünüyorum. Çok dramatik, çok zorlu rollerden uzak duruyorum. İstemdışı kaslardan oluşan bir organ, aynı zamanda bir ensrüman ses telleri. Çalışıyoruz, umud ediyoruz, dua ediyoruz, düş gücümüzü kullanıyoruz, düşünüp tartışıyoruz. Oysa sesin kendi belleği var. Her an isyan edebilir. Her an sesimi kaybedebilirim. Sesi korumak için elimizde iğneler, tabletlerle koşturuyoruz. Farkında olmasak da, çoğu zaman bu formüller işe yaramıyor. Kimi zaman duygusal travmalar sese yansıyor. 2000’lerdeki boşanma sürecinde bunun olumsuz etkilerini yaşamıştım.  Şancıların meslek yaşamları kısadır. 20 yıl göz açıp kapayıncaya kadar geçer. Bunu fark ettiğinizde kendinize sorarsınız: Daha ne kadar şarkı söyleyebileceğim acaba? Bundan sonraki her gün bir armağandır. Sesimi zorlamam, bana uygun olmayan rolleri seslendirmem. Bugüne kadar 52 farklı karakter seslendirdim. Artık söylemeyi hayal ettiğim bir rol kalmadı. Geçen yıldan bu yana La Traviata’daki Manon ve Thalis’i repertuvarımdan çıkardım. Uzun yıllar yaptığım gibi, artık her gün yüksek dağlara tırmanmak istemiyorum. Çok tehlikeli bir besteci olan Verdi’nin zorlu eserlerini de artık söyleyemem. Bu nedenle Strauss ve Wagner üzerine uzmanlaşmaya çalışıyorum. Günün birinde yavaş yavaş ya da aniden sesim esnekliğini kaybedecek, konserleri bırakmak zorunda kalacağım. Eğer opera hayatımdaki tek şey olsaydı buna katlanmak zor olacaktı. Neyse ki şimdi dengeli bir hayatım var artık: Çocuklarım, dostlarım, iyi bir ilişkim. Gayet iyiyim ve her türlü sürprize hazırım.

SAHNE KORKUSU
Bir zamanlar, operayı bırakacak kadar yoğun yaşadım sahne korkusunu. Sahnede ürpermekten, titremekten bahsetmiyorum. Ciddi, çok ciddi panik yaşıyordum bazen. Vücudumdaki tüm hücrelerin, hep bir ağızdan şu anda bu sahnede olmamam lazım, dediğini hissediyorum. 10 yıl önce bu korkuyu yenmeyi başardım.

POP DÜNYASI BENİ ŞAŞIRTTI
Dark Hope albümü için teklif geldiğinde kararsızdım. Kızlarım Amelia (18) ve Sage’e (15) danıştım. Zaten Sage, pop şarkıcısı olmak istiyor, onun için de kendini sınama fırsatı olacaktı bu proje. Fakat “hiç iyi fikir değil” dediler önce.

Ardından onları ikna ettim. Şarkılar hakkında bana fikir verdiler. Aslında bana çok uzak bir işti pop söylemek. Yıldızların bana yardım edeceğini hissettim, kabul ettim. Durağanlığı hiç sevmem, hep yeni bir şeyler öğrenmek, denemek isterim. Bu açıdan iyi bir tecrübeydi. Bence klasik müzik, dünyayla bağını güçlendirmeli. Bu işe başladığımda hiç hayal etmediğim bir atmosferle karşılaştım. Solistin üslup açısından özgürlüğü neredeyse hiç yok, dahası müthiş bir disiplin var. Gördüklerim rock konusundaki kanılarımı baştan aşağıya değiştirdi. Popta şimdilerde çocuksu, tiz, gençkız sesleri çok popüler. Ben olgun kadın sesiyle söyledim şarkıları.

HEDEFİM DAHA İYİ OLMAK
Gelecekle ilgili tek hedefim işimi daha iyi yapmak. Birlikte çalışmaktan mutlu olduğum kişilerle, orkestralarla, daha derin, katmanları olan icralar sunmak istiyorum dinleyiciye. Artık tırmanmam gereken çok yüksek zirveler yok, sadece küçük tepecikler kaldı geriye. Önemli olan süreklilik ve sesimi mümkün olduğunca uzun zaman kullanabilmek. Sesi korumak bile, dağcılık kadar heyecanlı bir uğraş. Her gün müthiş bir kararlılıkla çalışmak gerekiyor. Kendinize dikkat etmezseniz, hiç beklemediğiniz anda sesinizi kaybedebilirsiniz.

DOYUMSUZUM
Birçok şarkıcı, ben şarkı söylemek için doğmuşum, der. Bana sorarsanız, evet iyi bir sesim var. Ama yaşadığım şehirde en az 100 bin kişi daha var sesi güzel olan. Ben kişisel niteliklerim ve bunları fark edip geliştirme çabam nedeniyle şanslı ve onlardan farklıyım. Belki bundan biraz doyumsuzum. Kendini sorgulayan, araştıran tüm müzikçiler gibi. İçimden bir ses sürekli, haydi bir Violetta yorumu daha, diyor.

VERİSMO
Genellikle iki yılda bir albüm hazırlıyorum. Son albümüm Verismo’nun hazırlıklarına başladığımda diskografime baktım. Ne eksik, diye sordum kendime. Dram eksikti. Dönem eserlerini gözden geçirdim. Mascagni, Catalani, Cilea, Zandonai’nin eserlerinde güzel aryalar buldum. Bu eserlerin bazıları komik denecek kadar basit öyküler, bazıları sahnelenmeye değmeyecek yapıda. Ama içlerindeki müzik müthiş. Mesela Zaza’dan, içinde bir de çocuk konuşması olan, 10 dakikalık kesit aldım. Hüzünlü, çok etkileyici bir eser. En sevdiğim ise Lodoletta. Bu çalışma sırasında dönemin birçok önemli solistini keşfettim. Bu eserlerin bazılarında sahne kayıtlarını albümde kullandım.

(Röportajın dışındaki tüm metinler Sunday Times, New York Times, The Guardian, Operanet, Independent’ta son 15 yılda yayımlanan röportajlardan, You Tube’e yüklenen TV röportajları ve söyleşi kayıtlarından alınmıştır)

MEZZOSOPRANO EZGİ SAYDAM’IN KONSER İZLENİMLERİ

39. İstanbul Müzik Festivali çerçevesinde, 22 Temmuz Cuma akşamı Aya Irini’ de Avusturyalı Şef Sascha Goetzel yönetiminde Borusan İstanbul Filarmoni Orkestrası dünyaca ünlü soprano Renée Fleming ile bir konser verdi.

Ünlü soprano konserin ilk yarısında Richard Strauss liedler ve Jules Massenet Cléopatre ve Thais’den iki arya seslendirdi.

Opera aryalarına başlamadan önce aryalar ve rolleri hakkında İstanbul seyircisini aydınlatan birkaç küçük açıklama yaptı.

Fleming, son derece hafif, yumuşak ses rengi ile olağan üstü kolay yaptığı pianissimo’ları ve asla zorlayıcı olmayan vokal tekniği ile gerçekten Aya Irini kilisesinin akustiği içinde büyüleyici ve kendine özgü bir yorum sundu. Borusan Filarmoni orkestrası da bu denli yumuşak bir sesi kapatmadan gerçekten bütün nüansları ustaca ortaya çıkararak ve de seyirciye duyurarak ve eşlikte pek çok yerde şarkıcının sesini pianissimo kalarak destekledi.

Henüz ikinci yarıya gelmeden Fleming’in gerçek bir Puccini sopranosu olduğu zaten duyulmaktaydı. İkinci yarıda söylediği Puccini’nin La Boheme operasından Mimi’nin ‘Donde lieta usci’ aryasındaki ustalığı ile bu tez bir kez daha doğrulanmış oldu.

Konserin ikinci yarısında değiştirdiği olağan üstü kostümü ve de Dvorak ‘ın Rusalka’sı Çek dilinde söylediği ‘Song to the Moon’ isimli Arya ile gerçekten sesinin ve müzikalitesinin bütün imkânlarını ustaca kullandı. Bu aryadan önce yaptığı açıklamaları. doğal tavırlarıyla Fleming divalığı zaten özümsemiş çok tecrübeli bir sanatçıydı.

Konser G. Verdi’nin I Vespri Siciliani’den ‘Merce,dilette amiche,’ Elena’nın Bolerosu ile son buldu.Bu görkemli bitiş ile Fleming ve Borusan İstanbul Filarmoni Orkestrası’nın ustaca düzenlenmiş programı da sona erdi.Ancak İstanbul seyircisinin bitmeyen alkışları Renée Fleming’e dört kez daha bis yaptırdı.

Söylediği ilk bis parçası zaten ondan en çok beklenendi. Tabiki G. Puccini’in Gianni Schicci operasından‘o mio babbino caro’ isimli soprano aryasıydı. Fleming çok yumuşak ve kendine özgü bir yorum sundu. Ardından G. Gershwin’in Porgy and Bess müzikalinden ‘Summertime’ ve L.Bernstein’ın Batı Yakasının Hikâyesi müzikalinden I Feel Pretty isimli şarkılar ile devam etti. Gershwin ve Bernstein’ı anadili İngilizce dolayısı ile ve stil olarak son derece başarılı yorumladı.

Hatta ‘Summertime’ı söylerken kendisindeki Puccini repertuarının yumuşaklığını ve Gershwin’ın 20.yy stilini ustaca birleştirdi.

G.Puccini’nin Tosca Vissi d’arte aryası ile gerçekten çok profesyonel bir bitiş yaptı.

İstanbul seyircisi Renée Fleming’e ve Borusan Filarmoni orkestrasını ayakta alkışlayarak veda etti.

Kokteylde sohbet ettik

23 Temmuz Cumartesi günü saat 18.00-20.00 arasında uzun süredir Amerika da yaşayan değerli bilimadamı Dr. Yalçın Ayaslı ve eşi, Serpil Ayaslı Türk kültürünü tanıtmak amacı ile Nuriosmaniye’de yeni açtıkları ‘Armaggan’ isimli mağazalarında Renée Fleming için önemli bir resepsiyon düzenledi. Resepsiyonda Fleming kendisi ile tanışmak isteyen herkesi tek tek dinledi. Kendisine iletilen sorulara çok mütevazi bir şekilde cevap verdi.

Ben de bu vesile kendisi tanışma ve kısada olsa konuşma fırsatı buldum.

Her şeyden önce İstanbul’a gelmekten çok mutlu olduğunu söyledi. Kendisi benimde müzisyen olduğumu duyunca bana Leyla Gencer’in La Scala’da kendisine çok yardımcı olduğunu, Gencer’in çok önemli bir kişi olduğunu iletti. Ben de Leyla Hanım’ı kişisel olarak tanımış olmanın ve de Babam piyanist Ergican Saydam ile verdikleri konserleri bildiğim için bir kez daha Leyla Gencer isminden bir Türk olarak gurur duydum.

Ardından kendisine eğitim verip vermediğini sordum. O da eğitim için gerekli zamanı olmadığını söyledi. Genç sanatçılara kendi deneyimlerini yazdığı ve pek çok dile çevrilmiş kitabını okumalarını önerdi. Son olarak Fleming ile yapılan bir röportajda Elisabeth Schwarzkopf ile çalışmasının kendi tekniğine olumlu etkisi olmadığını okumuştum. Dayanamayıp kendisine bu soruyu ilettim. O da evet Schwarzkopf çok önemli bir isim dedi ama bu durumu da bir kez daha onayladı.

Bu da bana dünkü konserdeki Strauss Lied’lerin neden Elisabeth Schwarzkopf’u hatırlattığını kesinleştirdi. Fleming’in Schwarzkopf ile bir dönem çalıştığı belli oluyordu. Ama Fleming’e Schwarzkopf’un tekniği besbelli iyi gelmemişti.

Fleming, Mevlana’nın Mesnevi’sini okumuş, Türkiye gezisini bu nedenle heyecanla beklemişti.

Resepsiyondan çok güzel duygularla ayrıldım Fleming ile tanışmak benim için çok önemli bir deneyimdi. Çünkü neredeyse Fleming dünyada yaşayan Diva’ların sonuncuları arasında belki de bir ekol artık değişiyor diye düşündüm.

 

Linkler

Biyografisi

Kişisel web sayfası

 

Share.

Leave A Reply

thirteen + twelve =

error: Content is protected !!