Aydın Gün / Bu jest kırgınlığımı biraz olsun azalttı

0

İstanbul Devlet Operası, kurucusu Aydın Gün’ü tam 45 yıl sonra, 2005 Sonbaharı’nda hatırladı. Atatürk Kültür Merkezi’ne büstü yerleştirildi. Devlet Opera ve Balesi Genel Müdürlüğü’nü üstlenen, 20 yıl İstanbul Festivali’nin yöneticiliğini yapan Gün, yaklaşık 50 yıl ders verdiği konservatuvardan 1999’da yaş haddi nedeniyle uzaklaştırılmıştı. Bu kırgınlıkla Türkiye’yi terk etti. Almanya’ya yerleşti. Gün, İstanbul’daki büstün açılışına da eşinin sağlık sorunları nedeniyle katılamadı. Almanya’daki evinden aradık. Bize kanalizasyon esprisi sayesinde belediye encümenininden nasıl opera kurma izni aldığını, yöneticiliği döneminde gurur duyduğu olayları ve pişmanlıklarını anlattı. Gün, 2007 Kasımı’nda aramızdan ayrıldı.

 

Ankara bürokrasini, İstanbul’a kendi yönetmeliği ve kadrosu olan bir opera kurmaya nasıl ikna ettiniz?
– Ankara bürokrasisiyle uğraşmam gerekmedi. Opera, İstanbul Belediyesi’nin desteğiyle kuruldu. Muhsin Ertuğrul ve İstanbul valiliği ile belediye başkanlığını birlikte yürüten Kemal Aygün’ün desteği olmasa kurulamazdı. En büyük sorun İstanbul Belediye Encümeni’ni ikna etmekti. Ankara’dan tanıdığım Aygün beni konunun görüşüleceği encümen toplantısına izleyici olarak çağırdı. Toplantıda bir encümen üyesi “İstanbul’un kanalizasyon sorunu çözülememişken opera kurmaya ne gerek var” diye sordu. Hiç beklemediğim anda, Aygün cevap için sözü bana verdi. Biraz durakladım. “İstanbul’a opera kurmak için başvururken en büyük rakibimin kanalizasyon olacağını hiç düşünmemiştim” dedim. Gülmeye başladılar. Ardından opera, tiyatro ve senfoni orkestrasının bir şehir için eğitici, arındırıcı, yüceltici kurumlar olduğunu anlattım. Bu kurumlarla aydınlanan bir toplumda kanalizasyon sorununun da çözüleceğini, hayatında birkaç kez operaya giden kişinin ne yere tüküreceğini ne de diğerlerinin haklarına saygısızlık yapacağını söyledim. Encümen başkanı “haklısınız” dedi. Diğer üyeler alkışla karşılık verdi başkana. Böylece opera kurulması kararı ve tahsisatı çıktı.

Disiplin, disiplin, disiplin!

1960’ların İstanbul’unda iyi eğitim almış solist bulmaktan, seslendirilecek eserlerin partisyonunu sağlamaya kadar herşey çok zor olmalı. En çok hangi konuda zorlandınız?
– Şanslıydım. Hiç zorluk yaşamadım. İstanbul gizli zenginliklerle dolu, şaşırtıcı bir şehir. Çok iyi solistler, hatta koro kulacak kadar eleman bulduk: Muhittin Sadak, Demirhan Altuğ, Pino Toros, Süha Eray, Oya Arıoba, Rezzan Abidinoğlu… Tam donanımlı Tepebaşı Tiyatrosu’nu kullandığımız için salon konusunda da şanslıydık. Zorlandığım tek konu bürokrasiyle ilişkileri ayarlamak oldu.
Bizzat yazdığınız yönetmelik operada bir disiplin abidesi olarak kabul ediliyor. Neden bu kadar katı bir metin hazırladınız?
– Dünyanın önde gelen tüm operalarının yönetmeliklerini alıp inceledik. Sonuçta opera ile tiyatroyu ayıran bu yönetmeliği hazırladık. İstanbul Şehir Operası’nı bakanlığın çatısı altına aldık.
Sizce bu yönetmeliğin hâlâ değiştirilmeden uygulanması doğru mu?
– Bugünün koşullarında artık bu yönetmeliğin yenilenmesi gerekiyor. Tabii içinde eksikler, yetersizlikler de vardı. Operayı kurduk ama ulusal bir opera ekolü yaratamadık. Yeterince eser bestelenmesini sağlayamadık. Bugün Türk bestecilerince yazılmış en az 50-60 eserimiz olmalıydı. Yarışmalar açılıp, sanatçılar teşvik edilmeliydi. Ne yazık ki bu konuda bürokratları ikna edemedik.
Bugün opera, bale ve senfoniye yöneltilen en önemli eleştiri, herbirinin bezgin memur cumhuriyetine dönüşmüş olması. Operayı kurarken, sanatçıların başarısının her yıl değerlendirileceği, gayretsiz ve isteksizlerin eleneceği bir sistem neden kurmadınız; gidenin yerine gelecek yeterli genç sanatçı yok muydu?
– Aslında her yıl yönetim kurulu toplanıp sanatçıların performansını değerlendirir. Bunu sanat yönetmeni denetler. İçlerinden Avrupa’ya giden, çok başarılı olan sanatçılar çıktı. Yaklaşık 60 eserlik büyük bir repertuvar oluşturduk. Sadece ben 50 civarında eserin yönetmenliğini yaptım. Ama elimizdeki kadroyu elediğimizde, yerine koyacak genç sanatçı yoktu. Bu nedenle etkin değerlendirme sistemini kuramadık.

Seyirci operaya sahip çıktı

Geri dönüp baktığınızda, İstanbul Operası’nda size en çok gurur veren başarınız neydi?
– İstanbul’da geniş sayılabilecek bir opera dinleyicisi yaratmayı başardık. Bu halk dinlemez, sevmez, istemez diyenler halkın opera sevebileceğini gördü. Toplumun iyiyi görme, fark etme, ayırma yeteneği olduğu ortaya çıktı. Sadece operada değil, 20 yıl yöneticiliğini yaptığım İstanbul Festivali’nde de toplumun anlaşılmaz denilen birçok esere, konsere büyük ilgi gösterdiğini, sahip çıktığını gördük.
İstanbul Operası’nda yapamadığınız için en çok üzüldüğünüz konu?
– Türk operası 4. Murat, Kerem, Köroğlu, Midas’ın Kulakları, Van Gogh ile sınırlı kalmamalıydı. Bestecilerin eserlerinden büyük bir repertuvar oluşturamamak; Türk opera ekolünü kuramamak en büyük üzüntüm. Konservatuvarlarda bugün bile Türk şan metodunu kuracak, bu yaklaşımla öğrenci yetiştirecek akademisyen yok. İyi icracılar, temsiller çıkarmak yeterli değil, çünkü kalıcı olan eserler. Ne yazık ki bu konulardaki arzumu gerçekleştiremedim. Çünkü çok sık sorun yaşadım, istifa ederek şerefimi korudum.
Operaya kazandırdığınız Erol Uras, Mete Uğur gibi seslerin yerinin hala doldurulamadığı kabul ediliyor. Elinizden kaçırdığınız, arkasından yas tuttuğunuz ses oldu mu?
– Yurtdışına giden gençler oldu. İstanbul’a kazandıramadığım için üzüldüm. Ama çok nazik bir konu bu, isim vermek doğru olmaz…

Kahveci Hüseyin izliyorsa, tamamdır

1968’de Ankara’da Maça Kızı Operası’nı sahnelerken Faruk Güvenç, Ulus Gazetesi’nde, iki oyuncunun sözleri değiştirerek komünizm propagandası yaptığını yazmış. Daha sonra “Afedersiniz, yanıltıldım” deyip özür dilemiş. Buna karşın opera yönetimine dava açılmış. Bu olaydan nasıl kurtuldunuz?
– Eserin Türkçe çevirisini, orijinal metnini bulduk. Faruk Güvenç’in elinde bantlar vardı. Suçladığı Lütfiyar İmanov ve Niyazi Takızade’yi yanımıza alıp birlikte dinledik. Bu bölümleri Takızade, Türkçe değil Rusça söylüyordu ve sözleri yanlış anlaşılmıştı. Güvenç özür diledi. Affetmedim. Beni en çok kızdıran dönemin Milli Eğitim Bakanı’nın araya girip “Hatadır olmuş, affedin kardeşim bu iş bitsin” demesiydi. Bakana “Beyefendi, suçsuzluğumuzu kanıtlayamasaydık bizi affedecek miydiniz” diye sordum.
Sahnelediğiniz bir eserin tutup tutmayacağını önceden kestirmek için özel yöntemleriniz var mıydı?
– Opera personeli şevkle provaları izliyorsa bu eser tutar. Mesela kahvecimiz Hüseyin kulisten provaları izlerdi, bir eseri beğenip beğenmediğini anlardınız. Hiç unutmam Tepebaşı Tiyatrosu’nda Yarasa Opereti’ni sahnelemeye başladığımız günlerde, bir sabah geldi “Aydın Bey, yarasanın kuyruğu Pera Palas’a kadar uzamış” dedi. Yani, gişede izdiham yaşanıyordu.
Endişeyle tırnaklarınızı kemirdiğiniz, tutmayacağını sandığınız, sonra müthiş ilgi gören ve sizi çok şaşırtan eserler oldu mu?
– Doğrusunu söylemek gerekirse her yeni eser hazırlanışında tırnaklarımı kemirirdim. Çok şükür, fiyaskoyla biten hiçbir eser olmadı. Alkışın arttığı, azaldığı zamanlar oldu; yine de hep belli bir kaliteyi tutturmayı başardık.
Opera yöneticiliği dönemindeki en büyük pişmanlığınız nedir? Mesela konservatuvarla opera arasında köprü kurulamaması, La Scala’da sahneye çıktıktan sonra hevesle İstanbul’a dönüp yıllarca rol beklemek zorunda kalan Suna Korat’ın görmezden gelinmesi bugün sizi çok üzüyor mu?
– Bizim zamanımızda Ankara’da konservatuvar ve opera adeta birlikte çalışırdı. Konservatuvar, operanın ihtiyaçlarına göre öğrenci alır, eğitim yapardı. İstanbul’da ise konservatuvarla opera arasında ilişki kurulamadı. Örneğin operada 15 koloratur soprano, 1 bas varsa; konservatuvar daha az koloratur almalı ve bas sayısının artması için çaba göstermeliydi. Bu eşgüdüm kurulamadı. Konvervatuvar mezunu koloraturlar işsiz kaldı. Suna Korat konusuna gelince; iddiaların yer aldığı kitabı yazan kişi benimle konuşsaydı, bunların doğru olmadığını belgeleriyle gösterirdim. Korat, en çok rol verdiğim sanatçılardan biridir. Ona rol verdiğim için pişman değilim. İşini başarıyla yaptı.
İstanbul Operası’na büstünüzün yerleştirilmesini nasıl karşılıyorsunuz? “Benim yerime şu bestecinin, şu yorumcunun heykelini dikselerdi” gibi bir tepkiniz var mı?
– Eski bir Çin atasözü “Duvar biter, duvarcı unutulur” der. Dostlarım, öğrencilerim bir vefa örneği vererek bu atasözünün her zaman doğru olmadığını gösterdi. İstanbul Operası’nın kurucusu olarak hatırlanmak beni çok mutlu etti, çok müteşekkirim. İstanbul Operası bir aile gibiydi, bu aile sıcaklığını yeniden hissettim.
Operadan, evladınız gibi kabul ettiğiniz İstanbul Festivali yöneticiliğinden ve en son konservatuvardan ayrılmak zorunda kaldınız. Sizi en çok üzen hangisiydi?
– En çok operadan ayrılmak üzdü.
Peki çalışırken en mutlu olduğunuz yer?
– Opera bir aile gibiydi. Konservatuvarda ise öğrencilerimi çok seviyordum. Her ikisinden de evime mutlu dönüyordum. Festivale ise 20 yılımı verdim. Evladım gibiydi. Böyle bir evladım olduğu için gurur duyuyorum.

Ben öğretmenim, atlet değil!

Genç öğrenciniz Burak Bilgili, Metropolitan Operası’nda solist rolü verilen ikinci Türk oldu. Bilgili, 65 yaş gerekçesiyle konservatuvardan çıkarılmanızın çok büyük bir vefasızlık olduğunu, çok kırıldığınızı, bu nedenle Türkiye’yi terk edip Almanya’ya yerleştiğinizi anlatmıştı. Operacıların vefası kırgınlığınızı biraz olsun hafifletti mi?
– Bu jest birçok açıdan üzüntümü biraz olsun hafifletti. Konservatuvarda atletizm yarışmalarına girmeyecektim ki, beni 65 yaş nedeniyle emekli ettiler. Yetiştirmek istediğim birçok yetenekli genç vardı. Hiç iyi bir iş değildi yaptıkları. Almanya’da 90 yaşında yönetmenler eser sahneliyor. Avrupa’da bilgiden, tecrübeden sonuna kadar yararlanılıyor.
Şu anda Almanya’da herhangi bir alanda çalışıyor musunuz?
– Anılarımı yazıyorum. Türkiye’deki opera serüveninin bilinmeyen, meçhul kalmış, unutulmuş birçok yönünü, 1937’de başladığım konservatuvarı anlatacağım. 60 yılın bilançosu olacak bu kitap.
Bugünün genç opera dinleyicilerine, şan öğrencilerine, operacılarına Almanya’dan bir mesaj göndermeniz gerekse, ne söylerdiniz?
– Kaliteden asla ödün vermeyin.
Elinizde üç kullanımlık bir sihirli değnek olsa ne yapardınız?
– Sanatı resmi makamların denetiminden çıkarırdım. Devlet sanatın yapılacağı ortamı hazırlamalı, yönetimi de tamamen sanatçılara bırakmalı. Sanatçıyı tayin etmek bürokratın işi olmamalı. Sihirli değneği bir de Türk operaları üretilmesi, Türk şan ekolünün yaratılması için kullanırdım.
(Serhan Yedig / 19 Kasım 2005 / Hürriyet)

 

ŞÖVALYE NİŞANLI OPERACI Aydın Gün, 1917’de Yunanistan’ın Elasonia şehrinde doğdu. Ailesi mübadeleyle Türkiye’ye geldi. 1937’de Ankara Devlet Konservatuvarı şan bölününe girdi. İlk kez 1941’de Ankara Devlet Operası’nda, Puccini’nin Madame Butterfly’ında Teğmen Pinkerton rolüyle sahneye çıktı. 10 yıl solistlik yaptıktan sonra, konservatuvarda Carl Elbert’in asistanlığıyla birlikte yöneldiği rejisörlüğe geçti. 1951’de Rigoletto rejisiyle kazandığı başarı üzerine, devlet tarafından eğitim amacıyla Viyana’ya gönderildi. 1957’de, Klagenfurt Operası’nda Turandot ve Rigoletto’nun rejisörlüğünü üstlendi. 1966’da Paris’te Puccini’nin “La Funcuilla del West”ini sahneledi. Bu, eserin Fransa’daki ilk temsiliydi. 1972’de Nantes kendinde Verdi’nin “Aida” operasını sahneledi. 1960’da İstanbul Devlet Operası’nı kurdu. Ayrıca bir dönem Devlet Opera ve Balesi Genel Müdürlüğü’nü üstlendi. 1947’den yaş haddinden emekli edildiği 1999’a kadar Ankara Devlet Konservatuvarı ve Mimar Sinan Üniversitesi Devlet Konservatuvarı’nda sahne, diksiyon, şan dersleri verdi. 1972-1992 arasında İstanbul Kültür ve Sanat Vakfı’nın, İstanbul Festivali’nin yöneticiliğini yaptı. Bir dönem CRR Konser Salonu’nun sanat yönetmenliğini üstlendi. 1987’de Devlet Sanatçısı ilan edildi. İtalyan hükümetince, Puccini eserlerinin sahnelenmesi konusundaki çabalarından dolayı Commentdre Nişanı’na layık bulundu. Ayrıca Avrupa Konseri Kültür Ödülü aldı. İstanbul Kültür ve Sanat Vakfı, 2012 yılından itibaren 30 yaşın altındaki yetenekli sanatçılar için Aydın Gün Teşvik Ödülü‘nü başlattı.

Share.

Leave A Reply

4 × one =

error: Content is protected !!