Bülent Arel / Sanat eseri cazibesini teferruattaki inandırıcılıktan alır

0

Elektronik müziğin uluslararası düzeyde öncülerinden Bülent Arel, 1960’larda ABD’ye gidip Columbia-Princeton ve Yale gibi üniversitelerin elektronik müzik merkezlerini kurmuştu. Pek çok eser besteledi. 1990’da 71 yaşında hayata veda etti. 1967’de yapılan röportajda müzik serüvenini anlatıyor.

 

1919’da İstanbul’da doğan Bülent Arel, lise öğrencisiyken kompozisyon yapmaya başladı. 1939’da Ankara Devlet Konservatuarı’na girerek Necil Kâzım Akses‘le kompozisyon, Ferhunde Erkin‘le piyano çalıştı. Okulu bitirdiği 1947 yılından 1949’a kadar İstanbul Belediye Konservatuarı’nda armoni öğretmenliği yaptı. 1950’de, Ankara Devlet Konservatuarı’na öğretmen oldu. Bir yandan Ankara Radyosu’nun Batı Müziği Yayınları Şefliği ve Gazi Eğitim Enstitüsü’nde öğretmenlik gibi görevler aldı. 1959’da Amerika’ya giderek, Columbia- Princeton Üniversitesi’nin Elektronik Müzik Merkezi’nde, elektronik alandaki çalışmalarına başladı. 1963’te Ankara’ya dönen ve eski görevlerinin yanı sıra, Ankara Radyosu’nda tonmeisterlik, 2. program müdürlüğü ve Madrigal Korosu yöneticiliği de yapan Arel, 1965’te ikinci defa Amerika’ya gitti. Yale Üniversitesi’nin Müzik Bölümü’nde profesör olarak görev yaptı. Bestecilik alanındaki çalışmalarını sürdürdü.

1966’da, Bülent Arel’in nazariyat sınıflarında bir önceki yıla kıyasla üç misli öğrenci kaydolduğu söyleniyordu. Yale Üniversitesi’ndeki geleneğe göre, her yıl sınıf öğrencileri Fakülte Meclisi’ne öğretmenleriyle ilgili rapor verirler. O yıl Arel’le ilgili rapor şöyleydi: “Bay Arel, dersteki en soyut konuya hayattan bir paralel bulmadıkça rahat etmiyor. Bu paralel de çok kere sınıfın o konuyu tam anlamıyla kavramasına yardım ediyor.”

Arel geçenlerde, elektronik alandaki bir deneyinin kaydıyla, kendisine yazdığımız sorulardan ikisine cevap veren bir tape gönderdi.

Birinci sorumuz şöyleydi:

Sanat ve sanatçı, toplumun ne çeşit isteklerine cevap verir?

— İnsanoğlunu istediğiniz kadar okutun, terbiye edin, şartlayın, isterseniz beynini yıkayın, onun ana yapısındaki kimi hayvansı, kimi suçlu, kimi de rüyamsı isteklerin kökünü kurulamazsınız. Toplumun ayıplar, cezalar veya alaylarla geri iteceği bu istekler yumağı, suda eriyen tuz gibi, kişinin şuuru altına siner, gerçekleşmek için fırsat kollar. Bazı isteklerin geri çevrilmesi ne kadar yerinde, ne kadar akla yakın olursa olsun, mutlak özgürlüğün kısıtlanması demektir. Kısıtlanmaların sayısı, kritik bir bir noktaya varınca, kişiden topluma tepkiler başlar. Kişi, kendi içinden gelen dürtülerle toplumun ona karşı baskısı arasındaki manevî sıkışmayı hissetmeğe başlamıştır. Bu sıkışmaların acısı sıkıntılar, bunaltılar, gizli korkular biçimlerinde derecelenir. İnsanoğlu bu geri itilen birçok isteklerini gerçekleştirmenin kaçamağını da bulmuştur.

Büyüklerin yaşayışına vaktinden önce katılmak isteyen çocuklar, “misafircilik” oyununda aile olurlar, hatır gönül sorarlar, yapma kahveler ikram ederler, kâğıttan, çomaktan sigaralarını fosurdatırlar. Bunların hiçbiri de yasak değildir artık. “Savaş” ve “Av” oyunları büyüklerinkinden daha da renklidir. Hiçbir avcı eli boş dönmez avdan. Vurulup ölen savaşçılar oyuna dayanamayıp hemen dirilir ve saflara başkaları olarak katılırlar. Hem çok defa bu savaşlarda iki taraf birden kazanır.

Büyüklerin oyunları da hayatları kadar çeşitli ve karmaşıktır. Onlar, oyunlarını çocuklar gibi apaçık oynamaz. Onu toplumun kabul edebileceği “en yüksek anlamlar katı”na çıkarmaları gereklidir. Bu anlamların temeli çok kere gayet akla uygun, çoğunluğun kabul ettiği veya edeceği cinstendir. Ancak bunları yadırgatmadan birleştirmek ve umulmadık bir sona götürebilmek herkesin harcı olmayan bir ustalık işidir. İşin bu tarafına “Sanatçılık” denir.

Oyunda teferruatın hiç önemi olmayabilir. Halbuki sanat eseri bütün ilginçliğini, çekiciliğini, sürükleyiciliğini, teferruatındaki inandırıcılıktan alır.

Roman okuyan, yahut tiyatro seyreden biri, okuduğu veya seyrettiği eserde, eserlerde, kendininkilere benzer duyguların, olayların ortaya çıktığını gördükçe sevinecek, kendini o eserlerdeki kahramana yahut kahramanlara benzetecek, onlarla birleşecek, onların başarıları yahut acılarıyla yücelecektir. Bu ortaklık duygusu, bazen sinemanın beyaz perdesindeki ışıktan kahramana akıl öğretecek kadar kendinden geçirtir insanı.

Büyük başarılar kadar derin acılarını da insanı yücelttiği bilinir. Onun için bazı eserlerde de başarısız, alelade kişiler kahraman katına yükseltilir. Bu tutumla da küçük insanın gönlünde yatan aslan dile getirilmiştir.

İnsanoğlunun isteklerine son yoktur. Bir romandaki adamın biri bir makine icat etmiş, bir sürü düğmesi var.. Kırmızı düğmeye basıyor, haydi buzullar çağına… Beyaz düğme, 32. yüzyıla… 7 numaralı düğmeye bir kere basmasın… Dosdoğru yedinci boyutun kokudan yaratıkları arasına… Mavi düğme onu görünmez yapıyor, duvarlardan sulardan, çelik kapılardan bir titreşim halinde geçmesi işten değil hem de aklını kaybetmeden. Bu türlü konular, efsanelerde, masallarda Baytekinler’de umduğumuzdan da çok.

Bunlar da yetmiyor insanoğluna. Gün geliyor yeşili yapraksız, kırmızıyı güneşsiz görmek istiyor. Kelimeleri, anlamsız, yalnız sesleri hoşuna gittiği için sıralıyor. Bazıları da: “Bütün gördüklerimiz üçgenler, dörtgenler, daireler, küpler, küreler değil mi? Neden bu biçimlerle resim heykel yapılmasın, yahut tabiatta renkler, biçimler, duygular içiçe değil mi, neden bunları birleştiren bir sanat türü yapılmasın” diyor ve uğraşıyor. Hele seslerin başına gelenlere hiç dokunmayalım.

Arel’in yapıtları 2017’de Türkiye’de yayımlandı

Yukarda sıraladığımız oluşların her birinde yapıcılarının duyularına, eğilimlerine ortak olan kişilerin istekleri sanat denilen hakikat düzeyinde gerçekleşiyor. Kısıtlanan özgürlükleri zenginleşerek geri veriliyor.

Sanat eseri, insanoğlunun çeşitli özlemlerini tekrarlanabilir biçimlerde kalıplayıp açıklayan ve kısmen gerçekleştiren, “kişi icadı bir tören”dir.

Sanat denilen biçim düzenini yalnız güzel sanatların özelliği sanmak çok dar bir görüş olur. Unutmayalım ki, giyinip kuşanmanın, yemek yemenin, konuşmanın, oturmanın, gülmenin, fabrikanın, hukuk kitabının, hatta hava raporunun bile güzeli çirkini vardır… sanatsız yaşamamıza imkân yok…

İnsanoğlu yetişmesini, medeniyetini ilim ve fen kadar san’ata da borçludur…

Bülent Arel, Yale Üniversitesi’ndeki çalışmaları ve projeleriyle ilgili sorumuzu da şöyle cevaplandırdı:

— Gelecek yıldan sonra yalnız ‘elektronik müzik’ ve ‘ileri kompozisyon’ dersleri vereceğim. Yeni bir dil arama zorunluğu ve son yıllarda karşıma çıkan “eserlerimi çaldırma imkânları’ beni oda müziği ve orkestra eserleri besteleme yönüne itti. Elektronik müzik alanında da hazırlıklı olmak için yeni geliştirilen cihazların imkanlarını denemekten ve ses malzemesi biriktirmekten geri durmadım…

(Röportajcısı belirsiz / Aralık 1967 / Ankara Filarmoni Dergisi / Arşiv çalışması: Serhan Yedig)

Linkler

Bülent Arel’in biyografisi

 

 

Share.

Leave A Reply

16 − five =

error: Content is protected !!