Efe Baltacıgil / Rostropoviç “doğru yoldasın, bu doğrultuda ilerlemeye devam et” demişti

0

2002 yılında Carnegie Hall’da kemancı Isaac Stern’in anısına düzenlenen özel konserde Itzhak Perlman, Midori, Yo Yo Ma ve Pinchas Zukerman’la birlikte Brahms’ın altılısını çaldığında 24 yaşındaydı Efe Baltacıgil. Curtis’ten mezun olan çellist, Philadelphia Orkestrası’nda çello grup şefinin yardımcılığını yapıyor. 2003’te İstanbul’a yolu düştüğünde, dünden bugüne müzik serüveni üzerine konuşmuştuk.

 

Söyleşimize enstrümanınızı seçme öykünüzle başlayalım mı? Sizinle ilgili haberlerde annenizle dedenizin kemancı, babanız, halanız ve kardeşinizin kontrbasçı olduğunu okuduk. Neden çelloyu tercih ettiniz?
– Öncelikle, ailemle ilgili bilgileri düzeltmemde yarar var. Annem Nilgün Marmara, beden eğitimi öğretmenidir. Bir süre Türk Müziği Devlet Konservatuvarı’na devam etmiş. Kanun çalarmış. Hatta Paris’ten döndüğü günlerde babamla konservatuvarda tanışmışlar. En küçük kardeşim Poyraz’ın annesi kemancıdır. Dedem Faik Baltacıgil klasik kemence çalardı. Aslında ailenin bütün bireylerini müzisyen yapan, dedemin müzik sevgisidir. Halam ve babam onun teşvikiyle kontrbasçı oldu. Babam İstanbul Devlet Senfoni Orkestrası’nda, halam İstanbul Devlet Opera ve Balesi’nde görev yapıyor. Kardeşim Fora kontrbas çalıyor. Poyraz ise 1995 doğumlu ve viyolonsel çalıyor. Benden daha iyi olacak… (Gülüyor) Hepimiz dedem sayesinde müziği seçtik…
Aile içinde müzik akşamları düzenlenir miydi?
– Dedemlerin evinde Türk Müziği akşamları yapılırdı. Babaannemin sesi çok güzeldi, şarkılar söylerdi. En büyük şansım dedeme yakın olmaktı. Nezaket kurallarından iyi bir insan olmaya, enstrüman bilgisinden müziğe kadar, hayatla ilgili ne varsa ondan öğrenmeye çalıştım. Klasik Batı Müziği dahil iyi çalınan her türlü müziği severdi. Vefat ettiğinde 16 yaşındaydım. O güne kadar benimle yakından ilgilendi. Annemin babası ise albaydı. Resim yapardı. Yani anne ve baba tarafından sanata yakın bir ailede büyüdüm.
Klasik kemençe çalmayı denediniz mi?
– Dedem çocukken öğretmişti; oyun olsun diye. Ama o yıllarda çoktan viyolonsel çalmaya başlamıştım. Kronolojik sırayla anlatmam gerekirse, gerçek anlamda müziğe beş yaşında kemanla başladım. Belediye Konservatuvarı’nın sınavlarına girdim. Keman sınıfına seçtiler. Bir yıl keman çalıştıktan sonra bir yıl müziğe ara verdim. Yedi yaşında Mimar Sinan Üniversitesi Konservatuvarı’nın sınavlarına girdim. İhsan Kartal babamın iyi arkadaşıydı. Sanırım onun da etkisiyle viyolonsel sınıfına kaydırıldım.
Babanızla senfoni orkestrasının provalarına gider miydiniz? Hafızanızda, çocukluk döneminden kalan müzikle ilgili en eski fotoğraf nedir?
– Babamın kontrbası dev gibi gelirdi bana. Birlikte viyolonsel çalışırdık. Babam kontrbasın en tiz tellerini kullanırdı. Bas seslerle büyüdüğüm için hep bu seslere yakın oldum. Viyolonselde en hoşuma giden sesler kalın tellerinkidir. Babamla orkestra provalarına gitmek çok eğlenceliydi. Timpaniler, kontrbaslar, kemanlarla dolu bir dünyaya girmek harika bir şeydi. Bayılıyordum aralarında dolaşmaya. Klasik müziğin içine doğmam benim için büyük şanstır.

Çocukluğumda viyolonselle geçirdiğim her
saat bir ay kadar uzun gelirdi

Keman ya da çelloya başlarken zorlandınız mı?
– Beş yaşındayken babam bir gün elinde kutuyla eve geldi ve: “Sen de bunu çalacaksın” dedi. Açtık, içinden yarım boy keman çıktı. Çok iyi hatırlıyorum, kolum zor yetişiyordu. İki yıl sonra yine bir gün elinde daha büyük bir kutuyla geldi. Bu kez içinden viyolonsel çıktı. “Bu nedir acaba” demeye kalmadan bir baktım viyolonsel çalışmaya başlamışım. Ne “yaşasın kemanım, viyolonselim oldu” dedim ne de zorlanarak çalışmaya başladım. Babam istemişti bu enstrümanları çalmamı, ben de “peki öyleyse, denerim” dedim. Başlangıçta fedakarlık yapmak zor geliyor. Bahçede top oynamak varken viyolonselle geçirdiğim her saat bir ay gibi uzun gelirdi. Yıllar sonra büyük müzikçilerle konser verme şansını yakaladım. Özverilerin karşılığı mutlulukla geri geldi.
Birkaç cümleyle özetlemeniz gerekirse, hangi hocalarınız size neler kattı?
– Çok zor bir soru. İhsan Kartal’ın bana viyolonseli tanıtışını, ilk dersimizi hâlâ hatırlarım. Dostça bir atmosferde, oyunla karışık, aynı zamanda çok ciddi ders yapardı. İyi geçen her dersten sonra beni cipine bindirip lunaparka götürürdü. Birlikte oyun oynardık. “Eyvah yarın yine viyolonsel dersim var” demedim hiç. Severek giderdim. Dersler konservatuvarlarda birçok öğrencinin kabusudur. Oysa benim için oyun gibiydi; öylesine zevkli geçerdi. Sehpada, notaların altında otomobil dergileri olurdu. Dersin ortasında fotoğraflarına bakardık. Bununla birlikte İhsan Kartal işini çok ciddiye alan, disiplinli bir öğretmendi. 1990’da, lise birinci sınıfa geçtiğimde Amerika’ya gitti. Ben de Nusret Kayar’ın sınıfına geçtim. Çok isabetli bir seçim oldu. Dolu dolu ders yapardık. Nusret Kayar şimdi 83 yaşında. Hâlâ İstanbul’a geldiğimde evine giderim, birlikte çalışırız. Sayısız konçertoyu ezbere bilir. Birçok pasajı benden çok daha iyi çalar. Amerika’da Curtis’i kazanmamın iki nedeni var: İhsan Kartal ve Nusret Kayar’ın öğrencileri olmam.
Amerika’ya gittiğinizde ekol farkı nedeniyle ciddi sorunlar yaşadınız mı? Türkiye ‘de Fransız ve kısmen Alman ekolünün geçerli olduğu söylenir, Cıırtis ‘te karşınıza hangi ekol çıktı?
– Öğretmenlerim Fransa’da eğitim görmüş, hocaları Fransız çellistlerdi. Lise yıllarında yine babamın arkadaşı Reyent Bölükbaşı’na giderdim. Bir gün beni Almanya’dan gelen çellist dostu Thomas Werner Mifune ile tanıştırdı. Birlikte bir ders yaptık. O buluşma önümde yeni bir kapı açtı. Heyecandan iki, üç gece uyuyamadım, hayatım değişti. “Bugüne kadar neredeymişim, bunları neden fark etmemişim” dedim. Gösterdiği şeyleri öğrenmek için on kat daha fazla çalışmaya başladım. Amerika’ya gittiğimde ekol farkı nedeniyle büyük sorun yaşamadım. Peter Wiley, “iyi çalıyorsun, ama öğrenmen gereken şeyler var” demişti. Beni farklı bir yöne kanalize etmek yerine eksiklerimi tamamlamayı tercih etti.
Mifune’nin size kazandırdığı en çarpıcı teknik neydi?
– Bana “iki nota arasında o kadar büyük güzellikler var ki ve sen bunları pekala ortaya çıkartabilirsin” dedi, gerçekten gizli bir güzellik bu ve siz bunu görebiliyorsanız, çalışınız o kadar değişebilir ki!.. Hocamın önüme serdiği ufuk sayesinde kat edecek daha çok yolum olduğunu anladım.
Hayatınızı değiştiren karşılaşmaya gelelim… Beaux Arts Üçlüsü’nün İstanbul konserinden sonra çellistleri Peter Wiley ile nasıl tanıştınız?
– Babam konserden sonra grubun İstanbul doğumlu kemancısı İda Kavafian’a gitmiş. Wiley’e benden bahsetmesini, dinlemesi için rica etmesini söylemiş. Wiley gayet sıkıntılı şekilde, “peki dinleyelim” demiş. Otelindeki odasına gittim. Yaklaşık yarım saat beni dinledi. Dvorak’ın konçertosundan bir bölüm, Bach’ın 5. Süîti’nden “Prelüd”ü çaldım. “Amerika’ya gelip benimle çalışmak ister misin” diye sordu. Telefon numaralarını yazıp verdi. Önce New York’ta ders verdiği Purchase Üniversitesi’ne ardından Curtis’e girdim.
Mischa Maisky’ye , “Hocalarınız Rosropovich ve Piatigorsky’den öğrendiklerinizi bir cümleyle somutlaştırır mısınız” diye sorduğumda bana şöyle cevap vermişti: “Piatigorsky bana hep şunu söylerdi: Müzik daima hayatın içindedir, ancak bunu kavrayabilirsen iyi müzikçi olursun. Piatigorski her derse başlarken sorardı: Neden müzisyensin, neden bu işi seçtin… Bu sorulara defalarca cevap vermek zorunda kaldım.” Peki siz ders aldığınız yabancı hocalardan bu anlamda ne öğrendiniz?
– Peter Wiley’nin bana teknik olarak gösterdiği iki şey var: Arşe tekniği ve sol el tekniği. Arşe tekniğinin amacı sadece müziğe hizmet etmek. Arşe üzerinde kurduğunuz mutlak hakimiyetle, teller üzerinde uyguladığınız basıncı değiştirebilir ve sonuçta daha iyi cümleler çıkarabilirsiniz. Sol ele gelince… Hiçbir entonasyon hatasını kabul etmemelisiniz. Ben buradan mezun olduğum dönemde çaldığım Dvorak konçertosunda altı, yedi entonasyon hatası yapar ve “eh bu kadar da olur” derdim. Peter Wiley ile çalışmaya başladıktan sonra o altı yanlış nota dahi rüyalarıma girmeye başladı. Buradaki arkadaşlarla konuştuğumda bana “insansın elbette hata yapabilirsin” diyorlar. Ama bu kadarını bile kabullenmez ve sıkı çalışırsanız belki ileride hatasız çalmanız yine mümkün olmayabilir ama o altı hata gün gelir üçe hatta bire düşer. Orada bu anlayışı benimsettiler bana.

Rostropoviç, doğru yoldasın
ilerlemeye devam et, demişti

Bize okulunuz Curtis’ten bahseder misiniz?
– Curtis sadece çok yetenekli öğrencilerin kabul edildiği bir okul. Orada sizin için ellerinden gelen her şeyi yapıyorlar. Hem de sizden hiçbir ücret almadan. Curtis, özel bağışlarla ayakta duruyor yani Juilliard gibi değil. Neredeyse hiçbir hoca kurumdan para almıyor. Çok küçük bir okul, lisans ve yüksek lisansta öğrenci sayısı sadece 120. Örneğin benim devam ettiğim Peter Wiley’nin viyolonsel sınıfında toplam üç öğrenciydik.
Curtis’te okurken hangi önemli müzikçilerle tanıştınız?
– Orada tanıştığım en önemli müzisyen Mistislav Rostropoviç’ti. 2002 Mart’ıydı sanırım, bir gün okula gittim, baktım kutumda yönetimden bir not: “Önümüzdeki hafta şu gün, şu saatte Rostropoviç gelecek, küçük bir şansın var, vakti olursa seni dinleyecek” diyordu notta. Ve hakikaten geldi. Yarım saat dinleyecekti beni ama ders bir buçuk saate kadar uzadı. Olağanüstü zevkliydi.
O bir buçuk saatte neler öğrendiniz?
– Rostropoviç derslerinde “şöyle çalacaksın” diye göstermekten ziyade müziğin ne kadar güzel bir şey olduğunu size anlatır veya geçer piyanonun başına, size eşlik eder, ezbere. Müthiş bir müzisyen.. Dersin sonunda bana teknik anlamda sadece tek şey söyledi, onun dışında hep müzikten konuştuk. Bana arşenin ucundaki hakimiyetin öneminden bahsetti. Hatta aldı eline viyolonselimi, gösterdi de!… Ben tabii o anda keyiften dört köşe olmuştum. Dersin sonunda bana, “doğru yoldasın, bu yolda ilerlemeye devam et” dedi. Çok önemli bir sözdü bu benim için. çünkü o bir efsane.
Dersin dışında aranızda sıcak bir dostluk kuruldu mu?
– Çok cana yakın bir insan. Benim Türk olduğumu öğrenince “Aleykümselam, ben de Bakü’de doğdum, biraz Müslüman sayılırım” dedi.
Diğer önemli tanışıklığınız da Isac Stern’le olmuştu, nasıl karşılaştınız?
– 2001 yazında Isaac Stern’in oda müziği festivaline katıldık. Bir haftalık kurs müddetince dünyanın en önemli yaylı çalgılar ustaları gelip bizimle ders yapıyordu. Sınıflara her gün değişik hocalar geliyor ve size fikirlerini söylüyorlardı ki bu hocalardan tabii en önemlisi Isaac Stern’di. Stern’in bizimle dersi bir saat sürmesi gerekirken iki buçuk saate uzadı ve dediklerine göre bir şeyler görmese kesinlikle uzatmaz, yarım saatte bırakırmış.
Isaac Stern’i anma konserine çağrılmanız nasıl oldu?
– Bir gün eve geldiğimde telesekreterimde bir mesaj buldum: “Carnegie Hall’da Isaac Stern’i anma konseri düzenlenecek, bu konserde çalmak ister misiniz?” Aradım, olumlu yanıtımı bildirdim ve, “galiba Curtis’teki dörtlümle birlikte çağırıyorlar” diye düşünerek sordum: “Hangi eseri çalmamızı istiyorsunuz?””Brahms’ın bir numaralı altılısını çalacaksınız” dediler. “Peki kimlerle?” diye sorunca telefondaki ses saymaya başladı: “Itzhak Perlman, Midori, Yo Yo Ma, Pinchas Zukerman…” Hiç tereddüt etmeden, “tamam çalarım” dedim. Herhalde bir klasik müzik sanatçısının başına gelebilecek en talihli olaylardan biriydi. Bu isimlerin her biri çalgılarında birer dev ve Stern bu müzisyenlere çok genç yaşlarından beri destek olmuş, yol göstermiş. Şimdi Yo Yo Ma da beni öyle görüyor.
Bu müthiş konserin provaları nasıl geçti?
– Tek provayla hazırlandık…Telefonda “şu gün gelin, sabah provanız var, akşam da konseriniz” dendi. Allahtan dizlerimin bağı çözülmedi çünkü çok çalışmıştım. Hepsi o kadar içtenlerdi ki size anlatamam. Kompleksten arınmış, sadece müzik yapmak isteyen insanlardı her biri. İlahların arasındaymışım hissi vermeyecek kadar yakınlardı bana. Perlman mesela çok şakacı biri. Babam da gelmişti provayı izlemeye ve fotoğraf çekmek için izin istedi. Herkesten izin alındı, sıra ona gelince Perlman, “hiçbir sakıncası yok ama göbeğimi almaması şartıyla” dedi.

Türkiye’nin doğusunda konserler vermek istiyorum

Yo Yo Ma ile geliştirdiğiniz dostluk müziksel anlamda da bir alışverişe dönüştü mü?
– Yo Yo Ma o kadar iyi bir müzisyen ve siz farkında olmadan o kadar çok şey öğretiyor ki.. Viyolonsel çalarkenki pozisyonunuzdan tutun müzik sevgisine kadar o ufak ufak giriyor kanınıza. Müzik hakkında bana söylediği çok önemli bir şey var. Büyük bir sahnedeyken salonun en arka sırasındaki öğrenci için çaldığını bana söylemişti bir keresinde. En arka sıradaki dinleyiciye ulaşmanın önemini öğrendim ondan böylece. Yo Yo Ma, müzikten, dünyanın su sorununa kadar bir sürü konuyu konuşabileceğiniz müthiş akıllı ve duyarlı bir insan. Biliyorsunuz klasik müziğin dinleyicisi dünyada gitgide yaşlanıyor ve Yo Yo Ma projeleriyle ufacık çocukları klasik müziğe çekmeye çalışıyor, ben kendisine bu çalışmaların benzerini Türkiye’nin doğusunda yapmak istediğimi söyledim. Gerçekten özellikle doğudaki birçok kişi hayatında hiç viyolonsel görmemiş.
Fazıl Say bu amaçla konserler veriyor, kendisiyle bağlantı kurdunuz mu?
– Fazıl Say’la hiç yüz yüze görüşmedim. O beni biliyor, ben de onu biliyorum tabii, harika bir piyanist. Geçenlerde bir mektup geldi, içinde “sizi bize Fazıl Say tavsiye etti, biz size bir konser vermek istiyoruz” diye yazıyor. Fazıl Say ‘la tanışmadığımız halde bana bu ilgiyi gösterebiliyor. Bu, içinde hiçbir çıkar ilişkisi olmayan müzik üzerinden müthiş bir dostluk örneği.
Enstrümanınızdan biraz da bahsedelim isterseniz. Size mi ait?
– Evet, babamın bana hediyesi. Burada çok ucuz fiyata alınmış. ABD’de buradakinin on katı fiyat biçildi. Etiketi yok içinde, sahibi bilinmiyor.
Peki çalgınızdan memnun musunuz?
– Çok memnunum ama büyük salonlarda çalarken daha gür sesli ve renk yelpazesi daha geniş bir saza ihtiyacım var.
Siz bu arada dünyaca ünlü bir orkestrada çalıyorsunuz..
– Evet, halen Philadelphia Orkestrası’nda viyolonsel grup şef yardımcılığı yapıyorum. Haftada dört konser veriyoruz. Orkestrada çalışmak bana güvence sağlıyor, temel ihtiyaçlarımı giderebiliyorum. Askerliğimi de tecil ettirebildim bu sayede.
Diyelim ben bir babayım ve sizin başarılarınızdan etkilenip çocuğumun viyolonsele başlamasını istedim, ne tavsiye edersiniz?
– Çok küçük yaşlarımda annem başucuma radyo koyar, TRT-3’ün klasik müzik programlarını dinletirmiş. Sabahları bu müzikle uyanırdım. Akşamları cep radyosunu verirdi, yine müzik dinlerdim. Çocuk için yaratılacak ortam çok önemli. Bir senfoni orkestrası konserine götürülmek hele o konseri ön koltuktan seyretmek bir çocuk için hayatı boyunca unutamayacağı bir tecrübe olabilir. Programı da dikkatle seçmeli. 5 yaşındaki çocuğu Mahler senfonisine götürürseniz fenalık geçirebilir.
ABD ‘de hemen her orkestra çocuklar için özel konserler düzenliyor. Philadelphia’da durum nasıl?
– Konser izleyicisinin yaş ortalamasını düşürmek için bu tip taktikler var, dediğiniz gibi çocuklara dönük konserler yapılıyor, klasik müzik çalınıyor, çocuk şarkıları söyleniyor. Sahneye snoopy falan çıkarılıyor. Amaç çocuğun ilgisini sahnedeki müziğe çekebilmek. Küçükken böyle bir konser tecrübesi yaşamış çocuk diyelim on sene sonra kız arkadaşını diskotekten önce bir senfoni konserine götürebiliyor.
Söyleşimizi okuyan doğu illerinden bir okurumuz sizin Anadolu’da konser verme hayalinizi öğrendi ve sizinle bağlantı kurmak istedi, ne yapmalı?
– Çağırıldığım taktirde çok isterim gidip konseri vermeyi. İrtibat için e-posta adresim: baltacig @ hotmail. com
Son olarak iletmek istediğiniz bir mesaj var mı?
– A.B.D.’de okuyabilmem için bana burs sağlayan kişi ve kurumlara buradan teşekkür etmek isterim. Bunlar: Eczacıbaşı Vakfı, Türk Eğitim Vakfı, Murat Verdi ve Osman Yücesan’dır. Bu kişi ve kurumların desteği olmasaydı babam İDSO’dan aldığı maaşla beni okutamazdı, rüyamda bile gidemezdim A.B.D.’ye. Orada çocuk okutmanın bedeli çok ağır çünkü. Reyent Bölükbaşı’nın ve elbette tüm hocalarımın, ailemin; annem Nilgün Marmara ve babam Yaz Baltacıgil’in… Çok emekleri vardır üstümde, hepsine ayrı ayrı teşekkürler… |

KLASİK MÜZİK DIŞINDAKİ EFE BALTACIGİL

Hangi sporu yapmaktan hoşlanır?
– Rüzgar sörfü, yüzme, pingpong.
Kitaplarla arası nasıldır?
– Kitap okumayı severim. En son Richard Strauss’un Don Kişot’unu çalacağım için Cervantes’in eserini okudum. Öncelikle çalacağım eserler hakkında beni daha çok aydınlatabilecek kitapları tercih ediyorum. Babam çok iyi bir okurdur, küçükken bana kütüphanesinden sürekli kitap verirdi. Müzik zamanımın büyük kısmını alıyor, orkestraya da girince tempom iyice arttı. Bu yoğun tempoda mesela dağa çıkıp yürüyüş yapamıyorum. Ufak mutluluklarım var, güzel yemek yemek, kitap okumak, Alexander tekniği gibi.
Başka müzikleri dinler mi?
– Queen topluluğunu çok severim. Cazda ise Keith Jarrett.
Türk müziğiyle bağlantısı kaldı mı?
– Bizim ailedeki bağlantı dedemdi, o da vefat edince koptu, ben de çok fazla bilmem.
(Serhan Yedig Serhan Bali / Şubat 2003 / Andante Dergisi)

Linkler

Kişisel web sayfası

Seattle Senfoni’nin web sayfasındaki Efe Baltacıgil bilgileri

 

Share.

Leave A Reply

twenty − six =

error: Content is protected !!