Gürer Aykal / Konservatuvarda çete başıydım, Saygun beni sınıfına almak istemedi

0

Ankara Devlet Konservatuvarı’nda Adnan Saygun’un öğrencisiydi. Tanışıklıkları sorunlu başladı. Saygun, Gürer Aykal’ı sınıfına almamak için sınavda elinden geleni yaptı. Sınıfta ilk altı ay onunla hiç konuşmadı. Hatta bir konserde, herkesin önünde “eşek” diyerek azarladı. Fakat sekiz yıl sonra yakın dost oldular. Ketumluğuyla tanınan Saygun, kardeşini kaybettiğinde acısını ağlayarak anlatacak kadar sevdi, güvendi öğrencisine. Gürer Aykal, ölümünün 20’nci yılında hocasını anlattı.

 

1960’da, Ankara Devlet Konservatuvarı’nın Keman Bölümü’nde öğrenciydim. Ayrıca okulun bando ve orkestrasının da şefiydim. 27 Mayıs Darbesi öncesinde, Kızılay’da protesto yürüyüşü yapan, polisler tarafından coplanan öğrenciler arasındaydım. Cebeci’deki konservatuvarımız Hukuk Fakültesi’ne çok yakındı, oraya yapılan saldırıları duyar protesto eylemleri düzenlerdik.
27 Mayıs sonrasındaki coşku ortamında birçok üniversitede yöneticiler değişti, eğitim sistemi daha çağdaş bir yapıya büründü. Biz de konservatuvardaki yönetimin yenilenmesi için harekete geçtik. Okul müdürünü istifaya çağırdık.
İstifaya çağırdığım Fuat Rutkay, eşimin akrabasıydı…
Değişim isteyen öğrenci grubunun lideriydim. Ulvi Cemal Erkin bana “çete başı” adını takmıştı. Aslında beni tanıyordu ve severdi. Okul orkestrasıyla eserlerini seslendirmiştik. Zaten çok farklı bir hocaydı. Pinpon oynarken ansızın arkamda belirir, raketimi alıp, rakibimi bir sağa, bir sola yatırır ve giderdi.
Adnan Saygun, Fuat Rutkay’ın dostuydu. Bu nedenle beni pek sevmediğini hissediyordum. Kompozisyon bölümüne geçmek istediğimde, hocam Necdet Remzi Atak’a danıştım. Ulvi Cemal Erkin’in eniştesi olduğu halde, bana “Ya Saygun’un öğrenci ol ya da bu işten vazgeç” dedi. Bir gün koridorda Adnan Saygun’a rastladım. Diğer hocalarla yürüyordu. Büyük bir cesaretle gidip kolundan tuttum “Kompozisyon sınavına gireceğim, sizin öğrenciniz olmak istiyorum, bu koşulla sınava gireceğim” dedim. Kolunu silkeleyerek çekti ve “Hele bir gir de sonucu görelim” dedi.
Sınavda tam 45 dakika kulağımı test etti. Hatta Ulvi Bey geldi “Yeter, çocuğu perişan ettin” dedi. Sınıfına kabul etti ama ilk altı ay benimle hiç konuşmadı. Sınıfta topu topu üç öğrenciydik: Çetin Işıközlü ve Ahmet Yürür. En arka sırada otururdum. Benim ödevlerimdeki hatanın altını çizip kağıdı vermekle yetinirdi. Diğerlerine hatalarının nedenlerini de anlatırdı. Diğer öğrencilere söylediklerini dinleyerek, yapılmaması gerekenleri öğrendim. Armoni ve solfej anlayışını kolayca kavradım. Sonra bir gün sınıfta ansızın arkasını dönüp “Sen, hiç de söyledikleri gibi birisi değilsin” dedi.
O günden sonra bana kapılarını açtı. Sonraki iki yılda diyaloğumuz adım adım gelişti.

Kurtuluş’a doğru yürüyor, bir yandan ağlıyordu

O yıllarda futbol oynardım, aynı zamanda piyano akortçusuydum; yani gelirim iyiydi. Yabancı sigara içerdim. Okulda hocama da ikram ederdim. Bir süre sonra, gömleğimin cebinde duran paketten kendisi sigara almaya başladı. Bu önemli bir yakınlık işaretiydi. Volkswagen marka bir otomobilim vardı, okula otomobille giderdim. 1968’de bir gün Kızılay’dan Kurtuluş’a doğru giderken kaldırımda Adnan Saygun’u gördüm. Saat 14.00’te dersimiz vardı. Okulda olması gerekirdi.  Fakat hocam ters yöne doğru yürüyordu ve yüzü hiç iyi görünmüyordu. Meşhur çantası elinde değildi. Otomobili park edip hemen yanına koştum. Ağlıyordu. Önce beni tanıyamadı. “Hocam kurban olayım, ne var” dedim. “Bacım gitti, öldü” dedi. Gerisini anlatamadı.
Ablası Nebile Hanım’la birkaç kez karşılaşmıştım, onu çok sevdiğini fark etmekle birlikte, hakkında çok az şey biliyordum. Hemen otomobili alıp yanına geldim. Hiç durmadan Ankara’da dolaşmaya başladık. Sigara ikram ettim, birazdan açıldı “Bir bardak su istemiş, içmeden düşmüş ölmüş” diye anlatmaya başladı. Kardeşinin çok iyi fakat çok talihsiz bir insan olduğunu söyledi. Konuşup açıldı, biraz kendine gelince evine bıraktım. Konservatuvara gidip çantasını aldım, evine götürüp çalışma odasına bıraktım.
Bu olaydan sonra manevi evladı gibi oldum. Her sorununu benimle konuşurdu. Buna karşın ben hep saygılı ve mesafeli davrandım. İkram ettiği halde yanında sigara içmedim, ölümüne kadar yanında bacak bacak üstüne atmadım.
Amerika’dan dönüşte kocaman, Chevrolet Bel Air modeli siyah bir otomobil getirmişti. Bir gün evinin önünde askeri bir araca çarpmış, eşi telefon edince hemen atlayıp gittim. Birazdan polis geldi. Askerler, ‘‘Polis bey bize o çarptı’’ diyordu. Ben de oradan geçerken rastlantı sonucu tanık olmuş gibi davranıp “Adamcağız yavaş gidiyordu, onlar çarptı, ayıptır yaşlı adama iftira atıyorsunuz” dedim. Saygun arada “Ah Gürer” diyor, bana sarılmak istiyor. Ben, mimiklerle uzak durmasını, beni tanımıyormuş gibi yapmasını istiyorum… Halimiz çok komikti…
Bahçelievler Karakolu’na gittiğimizde hâlâ durumu anlamamıştı. İkinci kattaki bir polise gönderdiler bizi. İfade alacak polis uyuyordu. Karşısında uyanmasını beklemeye başladık. Adam gözünü açıp Saygun’u görünce ayağa fırladı, önünü ilikledi “Hocam sizi kim getirdi buraya” diye sordu. O yıllarda Saygun basında, TV’de görünmezdi; polisin onu tanımasına biz de şaşırdık. Ben şahitlik yaptım, zabıt tutuldu. Karşıdakiler beşer lira ceza ödedi.

Aşık Veysel ve diğer halk ozanları ziyaretine gelirdi

Sınıfta ders yaparken, gelen kim olursa olsun, kapının açılmasına çok sinirlenir ve tepki gösterirdi. Bir gün kapı açıldı, ceketini ilikleyerek bir adam içeri girdi. “Eyvah kıyamet kopacak şimdi” diye düşündüm. Adnan Bey ayağa fırladı. “Bakın çocuklar kim gelmiş” dedi. Halk ozanıymış gelen, biz tanımıyorduk. Kahve getirildi, sohbet edildi. Dersin ondan sonraki zamanını yalnız onunla geçirdi, biz de tanık olduk. Kim olduğunu hatırlamıyorum. Halk ozanlarıyla ilişkisi çok iyiydi.
Muzaffer Sarısözen’in ziyaretine gelen Aşık Veysel mutlaka Adnan Saygun’a da uğrardı. Odasında yoksa, kapısının önünde çömelir sigara içerdi. Halk ozanları onu görünce dostları gibi konuşurlardı. Adnan Bey bir halk aydınıydı, Anadolu aydınıydı; Anadolu değerlerini uluslararası düzeye çıkaran bir Anadoluluydu. İnsanlar arasında ayrım yapmazdı. Bir bakanla konuşurken neredeyse tokat atacak kadar sertleşebilir ama bir hizmetliyle konuşurken can arkadaşı gibi davranırdı.
Adnan Saygun’un sınıfından 1969’da mezun oldum. İletişimiz eskisi gibi sürdü. Onu hayattaki küçük angaryalardan kurtarmak, yazmaya daha fazla zaman ayırmasını sağlamak için elimden geleni yapardım. Prensip olarak kimseden yardım istemezdi. Dostluğumuza dayanarak, ricayla yapılması gerekenleri öğrenirdim. Yanında bulunmak büyük ayrıcalıktı. Günlük sohbetlerde de çok şey öğrenirdim ondan. Matematikten tasavvufa hangi konuda ne sorsam bilirdi. İnternet hayatımıza girdiğinde hocam Saygun’u hatırladım. Öylesine engin bilgi sahibi, her an öğreten bir insandı.
Hiç unutmam evlilik için de bir öğüt vermişti: “Gürer, evlilikte iki yol vardır. İyi ve kötü evlilik. Kötü evlilikte ayrılırsın, kurtulursun. Ama Tanrı sana ortasını yaşatmasın.”

Bunu nasıl yaparsın eşşekk!

Fotoğraf: Ozan Sağdıç

Öğrenciliğim döneminde Cumhurbaşkanlığı Senfoni Orkestrası keman grubuna girdim. Şimdiki bestecilerin aksine Adnan Bey konserleri takip ederdi. Her hafta biletini ben ayarlardım, önemli şefler geldiğinde onu tanıştırırdım. Hikmet Şimşek’in yönettiği bir konserde, sahnede küçük bir skandal yaşadık.
Yurtdışından gelen bir orgçu Bach’ın Fa Majör Konçertosu’nu seslendirecekti. Provada Şimşek’e “Benim kadansım (doğaçlama bölümü) biraz uzundur” dedi. Eserin bu bölümüne gelince, orkestrayı bekletmemek için kadans atlandı. Akşam konsere çıktık. Kadans gerçekten uzundu. Tril sırasında Hikmet Şimşek, kadansın bittiğini sandı. Elini kaldırdı. İndirdiği anda orkestra esere girdi. Ben kemanımı kaldırdım, fakat esere girmedim. Çünkü kadansın bitmediği aşikardı. Orgcu durumu toparladı. Aynı olay ikinci kadansta tekrarlanınca Ruşen Güneş’le göz göze geldik, kendimizi tutamadık, gizlemeye çalışarak gülmeye başladık. Konser bittiğinde Adnan Bey kulise geldi. Herkesin içinde “Eşşekk, herkes yapabilir ama sen nasıl yaparsın” dedi. Sonrasında beni resmen öldürdü sözleriyle. Ne kadar öfkelendiğini anlatamam.
İki gün sonra gazetede Faruk Güvenç’in konser eleştirisi yayımlandı. “Konser sırasında Ankara Garı yakınında Bach’ı görmüşler, konser salonunun yolunu soruyormuş” yazıyordu. Ulvi Cemal bu eleştiriyi hocama verdi. Okuduğunda çok güldü. Sonra bana dönüp “Sen gülmeyeceksin” demişti.

Saygun’un zorlu eğitimi yurtdışında bana avantaj sağladı

Ankara Devlet Konservatuvarı’nın kompozisyon sınıfında çok ağır bir eğitim görmüştük. Mezuniyet sınavında füg için 44, armoni için 38 saat verilmişti. Konservatuvardan hiç çıkmadan, bir odaya kapanıp verilen sürede eseri tamamlamak zorundaydık. Füg sınavı tamamlandığında bitmiştim, bunu hiç unutamam.
Adnan Saygun ileri müzik şefliği konusunda öğrenim görmek istediğimde Londra ya da Roma’ya gitmemi istemişti. Ankara’daki eğitim sayesinde ikisinde de zorlanmadım. Roma’da, kompozisyon bölümünden bir öğrencinin çağdaş eserini yönetmemiz istendiğinde genç bir besteci adayıyla dost oldum. Bir gün bir armoni ödevini getirdi. “Ben yapabilir miyim” diye sordum. “Kimse görmesin” deyip ödevini verdi. Ertesi gün hocasına götürdüğünde “Söylediklerimi çok iyi anlamışsın, benim istediğim bu” demiş. Saygun’dan öğrendiğim gibi yapmıştım.
Londra’da Kraliyet Müzik Akademisi’nde, diplomam kabul edilmediğinde Saygun devreye girdi, iki akademisyenle bağlantı kurdu. Okula kabul edilmemi sağladı. Sonrasında yine ondan aldığım zorlu eğitimin yararını gördüm. İlk sömestr sonundaki sınavlarda armoniyi 30, fügü 60 dakikada bitirdim.
Türkiye’ye geldiğimde ilk işim hocama uğramak olurdu. Andre Previn ve Franco Ferrara takdir ettiği şeflerdi. Neler öğrettiklerini sorardı. Bölüm bölüm anlatmamı ister, dikkatle dinlerdi. Saygun’un öğrencilerine öğrettiği temel bilgilerden biri şudur: İyi eserlerde hiçbir nota boşuna yazılmamıştır. Eğer boşuna yazılmış bir nota varsa o eserde bozukluklar vardır. Bir yorumcu öncelikle bu ayrımı kavramalıdır. Bu açıdan Previn ve Ferrara’nın yaklaşımını merak ederdi. Ayrıntılara çok önem verirdi. Hiç unutmam, bir konserimden sonra geldi, ’’Ben sana hiç mi apajetür öğretmedim,’’ dedi. Panik halinde, “Eyvah ne yaptım” dedim. Eşlikte dikkatim dağılmış, bir apajetür unutmuştum. Şimdi bile ne zaman apejetür görsem o anı hatırlarım.

Kahve nasihatı

Fotoğraf: Bennu Gerede

Cumhurbaşkanlığı Senfoni Orkestrası’na şef atanınca ilk maaşımla hocamı Ankara’daki Reve Lokantası’nda yemeğe davet ettim. “Partisyondur senin yolun. Onu anladığın, kavradığın ölçüde başarılı olursun. Şeflik dürüstlük ister, kaypaklık istemez” dedi bu yemekte. Bir de komik olay yaşadık. Hocam yemeğin üstüne sade kahve içerdi. Garsona “Hocama sade, bana şekerli” dedim. Anlamadı. Bunun üstüne hocam girdi devreye. Garsona “Yavrum bana kahve, oğluma da bir şekerli ver” dedi. O günden beri kahvemi şekersiz içiyorum.
Adnan Saygun’un paltosunu tutmak bile benim için büyük onurdu. Ulvi Cemal Erkin’in paltosu 200-300 gram, hocamın paltosu 3-4 kiloydu. Hep dar bütçelerle yaşamıştı, kaşmir paltonun varlığından bile haberdar değildi. Konservatuvarda bir gün hademe maaşını getirdiğinde, zarftan çıkarıp sayarken görmüştüm, öğrenci halimle ben bile ondan iyi kazanıyordum, adeta yıkılmıştım. Yıllarca aynı ayakkabıyı giyerdi. Çünkü tutumlu olmaktan başka çaresi yoktu.
Yurtdışından gelirken getirdiğim, onu en mutlu eden şeyler plaklar ve Macar salamıydı. Juilliard Dörtlüsü’nün ABD’de Saygun yorumu yayımlandığında bu plağı bulup getirmiştim. İtalya’dan Rönesans öncesi müzik kayıtları ve notalar istemişti. Bartok’un albümlerini getirmiştim. Bazen Macaristan’a yakın ülkelere konsere giderdim. Nilüfer Hanım kardeşine bir sandık dolusu yiyecek gönderirdi. Sandığı bırakıp, salamları alıp, İstanbul’a gelirdim.
Adnan Saygun, kağıtları tamamen kullanmadan atmazdı. Bir yüzü kullanılmış kağıtların diğer yüzlerinde müsvette yapardı. Tükenmez kalemler piyasaya çıktığında çok sevinmişti. Hayranlıkla kullanırdı. Son zamanlarda eserlerini hiç müsvette yapmadan, dolmakalemle yazıyordu. “Vakit yok, vakit yok’’ derdi.
Ünlü öyküdür: Schola Cantorum de Paris’te Mahmut Ragıp Gazimihal ile sınava girdiklerinde Adnan Saygun sürenin yarısını düşünerek geçirmiş. Sınavın sonuna doğru hiç durmadan yazıp kağıdı vermiş. Eseri önce kafasında oluşturur, sonra yazardı. Bazı fikirleri zamana bırakır, olgunlaşmasını beklerdi. “Sindirmek gerekir” derdi.

İcracısını seçerdi

Adnan Saygun çok yurtsever bir besteciydi. Türk bestecilerinin eserlerinin yurtdışında tanınması için çaba göstermemi isterdi. “Şarka dönük bir istek değil bu” demişti. Batılı orkestralara Türk bestecilerin eserleri zor, alışılmadık geliyor.
Daha uzun saatler prova yapmak gerekiyor. Bu nedenle de standart repertuvarın dışına çıkmak istemiyorlar. Buna karşın, repertuvarda Türk bestecilerin eserlerinin yer alması için elimden geleni yapıyorum. Bilkent’te şeflik sınıfındaki öğrencilerim bile, bir Türk eseri yönetmeden asla mezun olamaz.
Bugüne kadar başta Cemal Reşit Rey, Ulvi Cemal, Ferit Tüzün, Adnan Saygun olmak üzere pek çok bestecimizin eserlerini yurtdışına taşıdım. Özellikle de Amerika’da seslendirdim. Yunanistan’da Atina Senfoni Orkestrası’yla Saygun’un Dördüncü Senfonisi’ni seslendirdiğimizde ne kadar coşkuyla ayaklarını yere vurduklarını, izleyicilerin alkışına katıldıklarını hiç unutmam. Orkestranın sanat yönetmeni “Biz dördüncü sınıf Amerikan, Alman bestecilerini biliyoruz da, birbirimizin bestecilerini tanımıyoruz” dedi.
Adnan Bey’in eseri yazdığı biçimde çalınır. Dokunulmasına hiçbir şekilde izin vermezdi. Yorumcunun küçük bir değişiklik yaptığını gördüğünde alır partisyonunu giderdi. Yani saygı göstermeyen birisinin eserini icra etmesini engellerdi.
Onun için ismi huysuza çıkmıştı. Halbuki bu sadece yazdığı eserin gerektiği gibi çalınması konusundaki titizliğiydi. Hiçbir zaman eserlerinde değişiklik yapmazdık. Hata gördüğümüzde de kendisine dolaylı yoldan anlatırdık.
Adnan Saygun’un eserlerinden Dördüncü Senfoni, Orkestra Çeşitlemeleri, İkinci Piyano Konçertosu, Atatürk’e ve Anadolu’ya Destanı’nın prömiyerlerini yaptım. 2,5 yıldır, daha önce hiç seslendirilmeyen, Gılgameş üzerine çalışıyorum.

Mason olmadığı için mağdur olduğunu söylerdi

Bir gün sınıfta üç kişiydik, bir arkadaşım dedi ki “Hocam, mason olmamızı istiyorlar ne dersiniz?” Saygun’un cevabı tuzak içeriyordu: ”Ben öyle olmadığım için şu eserim çalınmadı, o grubu reddettiğim için eser siparişi verilmedi, başkasına verildi. Siz katılın ki başınıza aynısı gelmesin.” Ama bu aslında “Üye olursanız canınıza okurum” demekti. Soruyu yönelten arkadaşım daha sonra mason oldu. Bana da birçok kez teklif geldi, reddettim. Birçok kazık yedim, çok zorlandığım oldu, hepsinin üstesinden geldim, hocamın sözünü tuttum.
Saygun da hiçbir zaman bir bakana yağ çekmedi. Eleştirel tavrından ödün vermedi. Sanatçı eleştirir, eleştiri iyiyi bulmak içindir, kötülemek için değil. Saygun’un eleştirileri de bu amaca yönelikti. Bunu hiçbir zaman anlamadılar. Birkaç kez görevden alındı, bakanlık emrine verildi. Yani kızağa çekildi. Ama hiç yılmayıp çalıştı. Bildiğim en çalışkan bestecilerden biridir.
Haddini bilmeyenlerle karşılaştığında, susmaz, tepkisini gösterirdi. Mesela Cumhurbaşkanlığı Senfoni Orkestrası’nın keman grubunda bulunduğum dönemde bir olaya tanık oldum: Biz bir eserin provasını yapıyorduk. Ulvi Cemal Erkin, Adnan Saygun, Necil Kazım Akses provayı izlemeye gelmişti. Birkaç kez salona girip çıktılar. CSO’nun şefi “Kimdir o salona girenler, şunları dışarı çıkarın” dedi. Erkin ve Akses hiç sesini çıkarmadı. Saygun “Sen ne diyorsun” diye tersledi şefi. Zeten şef de yaptığı hatayı fark edip özür diledi. Yani üstüne giderdi olayın. Beethoven’a benzerdi bu açıdan.

*temp*

Aydın Gün istifa edince hocam bana çok kırıldı, kendimi ancak Concerto da Camera icrasıyla affettirebildim
Adnan Saygun, bugün yurtdışında yabancı orkestralarla en çok seslendirdiğim iki eserinden ilkini Ankara Oda Orkestrası için bestelemişti.
Konserlerimize gelir, icraları çok ayrıntılı analiz eder, hatalar konusunda  uyarıp bize önemli katkıda bulunurdu. Faruk Güvenç’le birlikte bizim için eser yazmasını rica ettiğimizde enstrüman kadromuzu sordu: “Dörder birinci ve ikinci keman, üçer viyola ve viyolonsel, birer kontrbas ve klavsen var” dedim. “Klavsen kalsın” dedi. Sonra Concerto da Camera’yı besteledi. Hazırlık sürecinde eseri bize hiç göstermedi.
Tam bu günlerde bir kriz yaşadık. Ben o dönemde Devlet Opera ve Balesi Genel Müdürü’ydüm. İstanbul Opera ve Balesi Genel Müdürü Aydın Gün, yapılanmayla ilgili bir konuya itiraz etti. Bakanlıkla sorun yaşadılar, bunun üstüne istifa itti. Adnan Saygun, Gün’ü çok sever, takdir ederdi. Sorunun benden kaynaklandığını düşündü, çok kızdı. “Buna müsaade etmeyecektin, senin genel müdürlük yaptığın bir kurumda bu nasıl olur” dedi. Oysa Gün benim çok saygı duyduğum, Kerem’i söylemiş bir tenordu, onu nasıl kırardım? Fakat bakanlıkla yaşanan sürtüşmenin faturasını hocam bana çıkarmıştı, zılgıtı ben yedim. “İstifa idari sorunlardan kaynaklanmış, Aydın Bey bakanlıkla tartışmış, yolsuzluk iddiaları, raporlar varmış. Ben müzikal konularla uğraşırım, idari konularla ilgilenmem, bu işte hiç suçum yok” diye savundum kendimi. Bir türlü durumu anlatıp, kendimi affettiremedim. Dahası Adnan Saygun kendimi savunmaya çalışmama da kırılmıştı.
İşte tam bu günlerde Concerto da Camera elimize ulaştı, öyle etkileyici bir eser yazmıştı ki hepimiz adeta çarpıldık. Suna Kan provalarda sürekli hayranlığını ifade ediyordu, Faruk Güvenç eseri çalarken ağlıyordu. 20 kere prova yaptık. Sonraki provaya hocamızı çağırdık.

Saygun’dan duyduğum en büyük övgü: “Eh.. Eyi, eyi…”
Şakası yoktur Saygun’a bir eser çalmanın. Hiçbir ayrıntıyı atlamaz. O gün kapıdan girdiğinde yüzüme bile bakmıyordu. Kahve söyledik, masasını, ışığını hazırladık. Eseri çalmaya başladık.
Sırtım dönüktü, tepkilerini göremiyordum. Sürekli arkadaşlarıma soruyordum ne yaptığını. Arkasına yaslanıp, başını yukarı kaldırarak dinlemeye başladığında bu mutluluk işaretidir. Biz de işareti bekliyorduk hep birlikte. Bir süre hiç kıpırdamadan dinledi. Sonra arkadaşlar arkasına yaslandığını söyledi. İşte o anda derin bir nefes aldım…
Provadan sonra icrayı nasıl bulduğunu sorduk. “Eh, eyi, eyi” dedi. Zaten, Adnan Bey’den duyup duyabileceğiniz en büyük iltifat buydu. Orkestranın tüm üyeleriyle konuştu, sonra bana dönüp “Gel bakalım sen de” dedi. Elini öptüm. Esere yaklaşımımızı, nasıl algıladığımızı ve yansıtmaya çalıştığımızı anlattım. Birkaç noktada notayı yanlış algıladığımızı söyledi. Eser üzerine epeyce konuştuk. Faruk Güvenç de yanımızdaydı ve heyecandan neredeyse konuşamıyordu. 5 Temmuz 1979’da İstanbul Festivali’nde ilk kez seslendirdik, eser çok alkış aldı. Ardından eseri Ankara’da kaydettik, tonmaister Saygun’un öğrencisi Cengiz Tanç’tı.
Saygun’un eserlerinde kadro küçüldükçe müziğin içindeki cevher ortaya çıkar. 17 kişilik grup için yazdığı Concerto da Camera, Adnan Saygun’un başyapıtlarından biridir, onun müziğini tanımak için bir mihenk taşıdır. Bu eseri özümseyen bir beyin, Saygun’un bütün eserlerini rahatlıkla kavrar. Yurtdışında nerede çaldırırsam müzikçiler çok heyecanlanır, notalarını alırlar. İngilizler bile…

Saygun’la dördüncü senfoni

Türkiye’ye konuk şef olarak gelenlerden biri de Gotthold Ephraim Lessing’di. Birinci senfonisini dinledikten sonra “Ben böyle müthiş bir besteciyi nasıl olur da tanımam, daha önce hiç eserini dinlememiştim” dedi. Bunun üzerine Adnan Saygun’la tanıştırmıştım. Keman Konçertosu’nun Suna Kan tarafından yapılan prömiyerinde orkestrayı yönetmişti.
1974’te, benim birkaç aylığına yurtdışına gittiğim dönemde Adnan Bey dördüncü senfonisini tamamlamış. Eseri Lessing sipariş vermiş. Dönüşte Saygun’un ziyaretine gittim. Bana eseri gösterdi, “Lessing’e prömiyer için söz verdim, kusura bakma” dedi. “Hiç önemli değil hocam, ben de yurtdışında yönetirim” dedim. Fakat Lessing öldü, görev bana düştü.
Yazın yaklaşık 1,5 ay eser üstüne çalıştım. Daha önce Concerto da Camera üzerine çalıştığım, ilk üç senfonisini de yönettiğim için, Dördüncü Senfoni’nin dokusunu çözmem çok zor olmadı.
Zaten geçmişte ilginç bir olay yaşamıştık, bunu hiç unutamıyordum: Bir gün Beethoven’in senfonileri üzerine sohbet ederken, söz dördüncü senfonisine geldi. Üç ve beşinci senfoni gibi iki görkemli eser arasında çok cılız kaldığını söyledim. Altının, yedincinin, sekizinci senfonisinin ise dokuzuncu senfoninin gölgesinde kaldığını ekledim. “Yaa, sen öyle mi diyorsun” dedi sakin bir ifadeyle. Sonra bana ev ödevi verdi: Beethoven’in 2, 4, 6, 8’inci, Schubert, Brahms, Çaykovski’nin dördüncü senfonilerine odaklanıp, bir süre sadece bu eserler üzerine düşünmemi sağladı.
Saygun’un Dördüncü Senfonisi elime geldiğinde, düşünsel ön hazırlığımı çoktan tamamlamıştım. Ne üçüncü senfoniye benziyordu ne de daha sonra yazacağı beşinci senfoniye. Bu eseri elime aldığımda, dost meclisine girmiş gibi oldum: Tanıdık yüzler, coşkular, aşklar, azim, kararlılık…
CSO’yla sondan ikinci provaya çağırdım Saygun’u. Orkestranın durumunu her zamanki üslubuyla sordu: “Nasıldı, eyyi mi?” Sonra provayı dinlemeye başladı. Bir ara baktım salondaki yerinden kalktı bana doğru geldi. Eyvah, hata yaptım, diye düşündüm. Notayı aldı, “Ben bunu yanlış yazmışım, bu iki ölçü burada değil, orada olacak, hay Allah” dedi. Biz de hemen partisyonu değiştirdik. Fakat bu değişiklik yayınevine bildirilmedi, sadece bendeki kopyada duruyor.
O gün, birbirine bağlamakta zorlandığım iki yerde bulduğum çözümleri gösterip “Hocam hoşgörün” dedim, ikinci bölümde kontrbasları bir oktav aşağıdan istedim, tüm bunları onayladı. Senfoninin prömiyerini 10 Aralık 1976’da Ankara’da yaptık. Hocam, icramızı beğendi. Eser olumlu eleştiriler aldı. O güne kadar Saygun’un eserleri Türkiye’de çok eleştirilmişti, bizim kuşakla birlikte övgüler almaya başlamıştı.
Yine de eserlerinin seslendirilmesi konusunda sorunlar yaşıyordu. Örneğin Gılgameş için, “Her şey bir yana, bu eser bir yana. Çok seviyorum. Fakat Kültür Bakanlığı ilgilenmiyor. Koro çalışmaya başlamadı henüz” demişti. Atatürk’e ve Anadolu’ya Destan’ın provasında ağlıyordu. Ülkenin gidişini beğenmiyordu. Besteci sezgisiyle, yaklaşan günleri görüyordu.
Bir gün “Hangi eserimi sana ithaf etmemi istersin” diye sormuştu. Teşekkür ettim, bu konuda hiçbir beklentim, talebim olmadığını söyledim.
Zaman zaman öğrencilerinden bahsederdi. Hasan Uçarsu’nun öyküsünü anlatmıştı. Konservatuvara giriş sınavında, diğer jüri üyeleri karşı çıktığı halde yeteneğini gördüğü için konservatuvara girmesini desteklediğini, yanılmadığını söylerdi. Gelecekte en umutlu olduğu isimlerdi son öğrencileri.

Müziğindeki imzası bir 16’lık, noktalı bir sekizlik

Adnan Saygun, Türkiye’nin çıkardığı en büyük bestecidir. Anadolu’nun dünyaya sesidir. Müziği çok karakteristiktir. Özel ritminden tanırsınız: Bir 16’lık ve bir noktalı sekizlik karakter adeta imzasıdır. Eserlerinde binlerce kez rastlarsınız.
Bunun nedeni Anadolu’dur. Bir büyük ikilinin tam beşliğe çözülmesi yalnız Saygun’da vardır. Onun dilidir. Çok kullanır. Orkestrasyonda ilginç bir gelişim izler: Temalar, karşı temalarla birleşir, farklı yönlerden ilerler, birleşip bir nehir gibi akar. Saygun’da gelişen, iç içe geçen bu tür motifler sözkonusu olduğunda, gelişim süreci yerine ana motife odaklanmak, ana motifi bulup vurgulamaya çalışmak hatadır. Eğer şef gençse, tecrübesizse ve Saygun’un yaklaşımını kavrayamazsa, gelişen motiflerin sözkonusu olduğu eserlerde ana temayı sürdürmek istediğinde hata yapar. Saygun o kadar zeki bir bestecidir ki, aldığı bir makam ya da modun üst ve alt tetrakortuna çok sadık kalır. Birleşik yerlerini, bazen ortası birleşir, bunları çok iyi ele alır ve çok sesliliğini bu notalardan çıkartır. Saygun’un çokseslilik anlayışı dikkat çekicidir: Kulağa hoş gelmesi için bir araya getirilmiş ögelerden oluşmaz. Seçtiği makamın ya da bu modun gerektirdiği çoksesliliktir.
Ayrıca Saygun’un eserlerinde bazı bölümleri bazı enstrümanlarda piano (düşük sesle) çalmak zordur. Gençlerin deyimiyle gaza gelip gümbür gümbür çalındığında müzik niteliğini kaybeder. Şefin kritik noktalar yaklaşırken çalıcıyı gelişime iyi hazırlaması gerekir. Yoksa genel balansı ayarlayamaz.
Orkestralarda ikinci keman ve viyola, bir orkestra şefinin çok iyi incelemesi gerekeceği iki bölümdür. Çünkü bunlar eserin deltasını oluşturur. Eserlerde hiçbir nota, laf olsun diye konulmamıştır. Saygun’un eserlerinde de bu kritik noktaları önceden çalgıcıya göstermemiz gerekir ki bu icrada gereken vurgulamaları alabilelim.

Hastanede Nilüfer Hanım’la yan yana yatıyorlardı,                       kendi sağlığı yerine onun için endişeleniyordu

1990’ın son günlerinde Adnan Saygun’un hastalanıp hastaneye yattığını arkadaşlarımdan öğrendim. Aydın Gün’ü arayıp sordum. O da duymamıştı. Gidip hastanede hocamı buldum. Sonraki günlerde İstanbul’la Ankara arasında mekik dokudum. Bana hayatının son yıllarında “Gürer Ağabey” diye hitap ediyordu. Muhtemelen çevremdekiler bana hep böyle hitap ettikleri için. Hastane yatağında çorbasını içirdiğimi hatırlıyorum birkaç kez. Ankara’da kalsaydı, İhsan Doğramacı sağlık durumunu yakından kontrol edecekti, İstanbul’da bu imkan yoktu. Hastanede son günlerde bile müzik düşünüyordu. Yanında Schubert’in Ölüm ve Gençkız’ı ve eski Türkçe bir kitap vardı. “Yeni eserime obua koymayacağım, klarnet, fagot, flütle bu bölümü yazacağım. Ah Gürer, keşke ben söylesem, sen yazsan” diyordu. Bana da hangi eserleri seslendirdiğimi, kimlerle nerede konser verdiğimi, yeni eserler hakkındaki görüşlerimi soruyordu.  Arkadaşlarının eserleri gündeme geldiğinde “Aman dikkat et, iyi bir icra olsun” diyordu.
Hastanede yanındaki yatakta Nilüfer Hanım yatıyordu. Adnan Bey, hasta yatağında kendi değil, eşi için endişeliydi. Eşini kaybetmekten çok korkuyordu.
Sonra ben konser için Teksas’a gittim. Ve 7 Ocak 1991’de telefonla ölüm haberini aldım. Tuhaftır, elim hemen gömleğimin cebindeki sigaraya gitti. “Buradan artık sigara almayacak” diye düşündüm. Günde iki paket içtiğim sigarayı o gün bıraktım.
(Serhan Yedig / Anılardaki Adnan Saygun – Pan Kitap / Nisan 2012)

Share.

Leave A Reply

12 − nine =

error: Content is protected !!