Kemanda olgunluk dönemini yaşadığı, en rafine yorumlara imzasını atacağı dönemde talihsiz bir kazanın kurbanı oldu Suna Kan. Kolu kırıldı. Alçı açıldığında çok zorlu bir uğraşın içinde buldu kendini. Kemanı yeniden öğrenmek zorunda kaldı. Sorunları aşmak için yeni teknikler geliştirdi. Bu arada doğayı, hayatı yeniden keşfetti. “Keman olmasa belki kaderime razı olurdum” diyen sanatçıyla 2002 Şubatı’nda yaşadığı zorlu süreci konuştuk. Aynı günlerde, gazetelerin birinci sayfalarına haber olan 1751 Gagliano yapımı kemanın öyküsünü öğrendik. Kan bu söyleşiden 13 yıl sonra konser yaşamını noktaladı.
Bakanlık otoparkının zinciri hayatınızdan kaç yıl çaldı?
– Hayatımdan çok şey çaldı. 1998’de konserlerim çok yoğundu. Nisandaki kazadan sonra iki yılın birden konserlerini iptal etmek zorunda kaldım. Kolum alçıdan çıktığında, sol elimin serçe parmağını bile oynatamıyordum. Yılmadım, çok çalıştım. Kemanı sanki yeniden öğrendim. Elimin hareket yeteneğini artırmak için yeni bir teknik geliştirmem gerekti. Sonuçta bu kaza hayatımdan bir dönemi çalmakla kalmadı. Geride dinleyicinin farkedemeyeceği, ancak benim bildiğim küçük izler bıraktı. Avuntum bunların müziğe yansımaması.
Felaketler bazen insanın kendini ve hayatı yeniden keşfetmesini sağlar. Sizin için bu dönemin kazanımı neydi?
– Başlangıçta başaramayacağımı düşündüm. Baktım ki direnince bir şeyler değişiyor. Bir ay her gün fizik tedavisine gittim. Benden istenenleri fazlasıyla yaptım. Aynı durumla karşılaşan pek çok dostumun mücadele etmekten vazgeçtiğini, durumu kabullendiğini görmüştüm. Keman sözkonusu olmasaydı, belki ben de kolumun hareket yeteneğini kazanması için bu kadar uğraşmazdım. Sonuçta, altı ay sonra, 1998 Kasımı’nda ilk konserimi verdim. Bunun da altından kalkabilirmişim demek, diye düşündüm. Özgüvenim pekişti. Bir başka kazanım, elimle ilgili sorun yaşamamak için, 40 yıldır çaldığım eserler dahil tüm repertuarımı gözden geçirmemi sağlaması oldu. Ama bu yaşadığım son felaket değildi…
Yoksa bir kaza daha mı geçirdiniz?
– Evet. 1999 Eylülü’nde yaz okulu için gittiğim Ayvalık’ta, karanlıkta merdivenlerden düştüm. Bir kat aşağıya yuvarlanmışım. Doktorların söylediğine göre ilk anda başımı çarpıp bayılmam kollarımı kurtarmış. Refleks olarak tutunmaya çalışsaymışım kollarım kırılabilirmiş. Yüzümdeki kemiklerde kırılma oldu ama kolumu kurtardım. 1984’te buzda kayıp bel kemiğimi kırmamı da sayarsak toplam üç kez felaketin eşiğinden döndüm.
Herhalde, nazar boncuğunu artık yatarken bile çıkarmıyorsunuzdur…
– (Gülüyor) Bu tür inançlarım yok. Fakat ısrarlara dayanamayıp takmaya başladım. Kazalar dostlarım için bile endişe kaynağı haline geldi. Ankara’ya kar yağsa, buz tutsa arıyor ve evden çıkmamamı söylüyorlar. (Gülüyor) Sabıkalı oldum bir kez. Ben de her adımıma dikkat ediyorum.
Hiçbir şeyden pişmanlık duymadım
Yaşadığınız acıdan sonra bakanlığa açtığınız davanın tuhaf bir gerekçeyle reddedilmesi ikinci bir şok yaratmıştır herhalde. Paris Konservatuvarı’nı birincilikle bitirdikten sonra Türkiye’ye dönmekle ne büyük hata yaptım, diye düşündüğünüz oldu mu hiç?
– Davayı kazandım. Karşı taraf temyiz etti, şimdi sonucu bekliyoruz. Türkiye’de insanlar genellikle böyle olaylara tepki göstermiyor. Herkes kaderine razı oluyor; olmamak lazım. Yargı önünde hak yerini bulmalı. Her Türk vatandaşı gibi ben de zaman zaman “bu memleket düzelmez” diye söyleniyorum. (Gülüyor) Fakat Türkiye’ye döndüğüme hiç pişman olmadım. Bu seçimi 45 yıl önce, o zamanki koşulların doğrultusunda, yapmıştım. Aslında, geri dönüp baktığımda hayatım boyunca yaptığım hiçbir şeyden pişman olmadığımı görüyorum.
250 yaşındaki bilge dostunuzla ilişkiniz bu dönemde değişti mi; birbirinizi çok zorladığınız, dostluğunuzun zedelendiği anlar oldu mu?
– Kemanımı hep vücudumun bir parçası gibi gördüm. Kazadan sonra tekrar keman çalıp çalamayacağımı bilmiyordum. Bu endişeyi yaşadığım günlerde, fizik tedavi uzmanım kemanımı da götürmemi istedi. Sol elimin keman çalarken hareketini gözlemleyip tedaviye yön verecekti. Aylar sonra doktorun karşısında ilk kez kemanı elime aldım. Tuhaf duygulara kapıldım. Hatta itiraf edeyim, kendimi tutamayıp ağladım. Kaybettiğim birine, çocuğuma kavuşmuş gibi olmuştum. 1952’den beri birlikteyiz. Ben huysuzlaştım, o huysuzlaşmadı… (Gülüyor) Bununla birlikte çok hassasdır. Sıcaklıktan, nemden etkilenir. Kazadan sonra alıngan olduğunu gördüm. Aylarca çalmadığım için sesinin rengi değişmişti. Küsmüştü sanki. Tüm antika kemanlar bir süre çalınmayınca sesini yitirir. Açılması için çalışmak gerekir.
Arşeniz de kemanınız gibi antika ve alıngan mı?
– Arşeler kemanlar kadar eski olamıyor. İncelikleri ve üzerlerine yük binmesi ömürlerini kısaltıyor. Lüthiyelerin söylediğine göre ömürleri 150 yıl. Ben 1800’lerin sonunda yapılmış Fransız arşesi kullanıyorum. Özen istiyor, ama kemanım kadar alıngan değil.
40 yıldır Türk bestecilerinin eserlerini yerli yabancı müzikseverlere tanıtıyorsunuz. İlk kez seslendirdiğiniz, size ithaf edilen eserlerin sayısı hatırlamakta zorlanacağınız kadar arttı mı?
– Bazı önemli konçertoları ilk kez Türkiye’de çalma mutluluğunu yaşadım, bestecilerimizin bazı eserlerinin dünya prömiyerini yaptım. Adnan Saygun’un, Necil Kazım Akses’in eserlerinin yazılış sürecinde de bestecilerle görüş alışverişim olmuştu. Nota üzerinde ithaf edilen eserler fazla değil. Şu anda aklıma gelenler Cemal Reşit Rey ‘in benim için yazdığı Andante Allegro, İlhan Usmanbaş’ın keman piyano için yazdığı eser…
Derslere ve konserlere devam
Bir maceraya atılıp, repertuarınızda köklü değişim yapmayı, modern müziğe yönelmeyi, genç bestecilere eser siparişi vermeyi düşünüyor musunuz hiç?
– Çalgıcılığımın ne kadar süreceğini bilmiyorum. Birkaç ay sonra ya da birkaç yıl sonra bitebilir. Belki çok daha uzun sürer. Bu süre için özel bir planım yok.
Belirli bir tarihte konserleri tamamen bırakıp kendinizi eğitime, yeni öğrenciler yetiştirmeye adamayı düşünüyor musunuz?
– Konserleri, ortaya koyduğum işten memnun olmamaya başladığım anda bırakacağım. Herhangi bir tarih saptamadım. Bilkent’te beş yıldır yüksek lisans düzeyinde dersler veriyorum. Son iki dönem bıraktım, yeniden başlamayı ve bu çalışmalara ağırlık vermeyi düşünüyorum.
Oda müziği üçlüsü ya da dörtlüsü oluşturup zevk için çalmak ister misiniz?
– Arzum hep var. Ama böyle bir ortam oluşmadı. Bir konser değil, Ankara Oda Orkestrası örneğinde yaşadığımız gibi kurumlaşmış, uzun süreli bir topluluk olmasını isterdim. Biliyorsunuz 29 sene Gülay Uğurata’yla çalıştım. Birbirimizi çok iyi tanıyorduk, iyi bir ikiliydik; doğru ya da yanlış olabilir, ama eserlerin yorumunu yerli yerine oturtmuştuk. Benim hayatımda kayıplar hep kurumları bitiriyor ne yazık ki… (Sessizlik)
Biz İstanbullular’ın Ankara’da en imrendiği kültür kurumlarından biri Ankara Oda Orkestrası’ydı. Şimdi tarih oldu. Özlüyor musunuz; böyle bir orkestra Ankara’da tekrar kurulabilir mi; katılır mısınız?
– Ankara Oda Orkestrası bir grup müzikçinin iş dışında, gönüllü katıldığı, hiçbir karşılık beklemeden çaldığı bir orkestraydı. 17 müzikçi operadaki ya da CSO’daki mesaisini bitirir, akşam buluşup geç saatlere kadar çalışırdı. Başarımızın sırrı çok çalışmaktı. Önce orkestranın belkemiği Faruk Güvenç’i kaybettik. Yine de çalışmalarımızı sürdürdük. Sonra şefimiz Gürer Aykal, Amerika’ya gitti. Şefsiz yürütemezdik. Orkestra bitti… Çalgıcılık hayatım açısından dokuz yıllık tecrübenin önemli yeri var. Çok şey öğrendim. Bugün herkes hayat kavgasına odaklanmış durumda. Ek işler kovalıyor, hayat standartlarını yükseltmeye çalışıyor. İdealler için özveriyle çalışmak isteyecek müzikçi bulmak zor. Hele orkestra oluşturacak sayıda bulmak hayal gibi. Birkaç kez denedik, olmadı. Keşke olsa, ben de katılsam.
Hıncal Uluç’un modern müzik eleştirisi
Bir süredir piyanist Cana Gürmen’le çalışıyorsunuz. Bu ikili nasıl oluştu?
– Menajerim Panayot Abacı’nın önerisi üzerine Cana Gürmen’le çalışmaya başladım. Konservatuvarda hoca olduğunu, uzun yıllardır keman piyano repertuarını çalıştığını biliyordum. Bir araya geldiğimizde uyumlu bir ikili olacağımızı gördük. Dört yıldır birlikte çalışıyoruz. Yılda ortalama on konser veriyoruz.
Ortak repertuar oluştururken nasıl bir rota izlediniz, gelecekte hangi dönem ya da bestecinin eserlerine yönelmeyi düşünüyorsunuz?
– Ortak repertuarımızdan ilk aklıma gelen eserleri sayayım: Temel eserlerden Bach, Beethoven, Brahms, Schubert, Schumann’ın tüm keman piyano sonatları, Debussy, Grieg, Frank, Hindemith’in keman piyano eserleri. Türk bestecilerinden Saygun ve Usmanbaş’ın keman piyano eserleri. Bülent Arel’in Gülay Uğurata ve bana ithaf ettiği keman piyano sonatı. Cana’yla çok hızlı repertuar hazırlayabiliyoruz.
İş Sanat konserinizin repertuarını nasıl oluşturdunuz, çağdaş bestecilerin eserlerine yer verecek misiniz?
– Programda biraz klasik dönem, romantik dönem, biraz izlenimcilerin sesi olsun, resital popüler bir eserle bitsin istedik. Schubert’in Re Majör Sonat’ını, Brahms’ın Re Minor Sonat’ını, Debussy’nin sonatını, Dvorak’ın Romantik Parçalar ve Bartok’un Rumen Dansları’nı çalacağız. Dünyanın her yerinde olduğu gibi İstanbul dinleyicisi de modern müziğe pek yakın değil. Hatırladığı melodileri duymak istiyor konserlerde. Repertuara çağdaş eser koyarken endişe ediyoruz. Gülay Uğarata ile yıllar önce CRR’de bir konser vermiştik. Çaldığımız eserlerden biri de Bülent Arel’in Keman Piyano Sonatı’ydı. Hıncal Uluç bir yazı yazdı, hiç unutamıyorum. “Suna Kan ve Gülay Uğurata’yı dinlemek için keyifle gittik konsere. Böyle bir eser çalınır mıydı; bizim günahımız ne” diye soruyordu. Her konudan anlayan, her konuda yazanlar var Türkiye’de biliyorsunuz… Her konuda çağdaşlığı destekleyip müziğin Çaykovski’de kalmasını beklemek ayıp, öyle değil mi? Buna karşın önümüzdeki yıllarda Arel’in eserini Cana ile birlikte tekrar seslendirmeyi düşünüyoruz.
Doğayı keşfediyor
Hayatınızda yeni bir sayfa açıldı, zorunluluklar ortadan kalktı; 2002’de günlük yaşamınızda, müzik çalışmalarınızda neler değişecek?
– Devlet Sanatçısı olmam ve bir orkestraya bağlı çalışmamdan kaynaklanan devlet memuriyeti birkaç ay önce bitti; emekli oldum. Ama keman bitmedi. 1958’den bu yana İstanbul, Ankara, Adana, İzmir, Antalya orkestralarıyla çalıyorum. Konserler devam edecek. Birkaç yıldır uzun turnelere çıkmamaya, seçici olmaya özen gösteriyorum. Orkestrayı çok iyi bir şef yönetiyorsa, repertuarda çok ilginç bir eser varsa, Anadolu’da bir şehirse, gitmediğim ülkelerden biriyse konseri kabul ediyorum. Birkaç yıldır Bodrum’da daha uzun kalmaya başladım. Keman çalışmamı burada da sürdürüyorum.
Doğayı keşfedecek zaman bulabiliyor musunuz?
– Bahçeye, çiçeklere epey zaman ayırıyorum. Çocukluğumdan beri doğayı severim, yıllardır bahçeyle uğraşmak isterdim. Sonunda fırsat bulabiliyorum. Portakal, mandalina ağaçlarına bakıp hangisinin toplanmaya hazır olduğunu takip etmenin, yazın renk, renk çiçek yetiştirmenin keyfini çıkarıyorum. Gül yetiştirme, budama konusunda uzmanlaşmaya çalışıyorum. Uzun yürüyüşlere çıkıyorum. Yaz aylarında sabah gün doğumunda, akşam gün batımında birer saat mutlaka yüzüyorum. Kitap okuyorum, CD dinliyorum, keman çalışıyorum. Her gün akşam olduğunda “Tüh yine gün bitti, işleri bitiremedim” diyorum. (Kahkahalar)
Bu kadar güzellikle iç içeyken kemanın kutusunu açmakta zorlandığınız oluyor mu?
– (Gülüyor) Yazın bir buçuk ay kadar kemanı tamamen bırakıyorum. Yeniden sevdiğim bir dosta kavuşmanın hazzını duymak istiyorum çünkü. Yılın geri kalan bölümünde her gün mutlaka çalışıyorum. Az çalıştığım gün vicdan azabıyla kavruluyorum. Ertesi gün eksiği telafi ediyorum. Konser öncesinde çalışma, eserler repertuarımda bile olsa, günde üç saati buluyor.
Keşke teşekkür edebilseydim
2002’nin ilk günlerinde kemanınızla gazetelerin birinci sayfalarına haber oldunuz. Kemanınızı alan esrarengiz hayırsever CNN’de konu edildi. Arayıp bilgi veren oldu mu?
– Hayır, kimse aramadı. Programda belirttiğim gibi kim olduğunu bilmek, teşekkür etmek isterdim. Yaklaşık 50 yıl oldu kemanı alalı. Herhalde hayatta değildir, en azından yakınlarına teşekkür edebilirdim.
Bu bilgiyi eski bir dergide açıklayan Muhittin Celal Duru sizi tanıdığını, babanızın sizi ilk kez ona götürdüğünü söylüyor. Hatırlıyor musunuz?
– Hiç hatırlamıyorum. Konu gündeme geldiğinde, Ozan Sağdıç’ın yazısında aktardığı kadarıyla, Duru’nun söylediklerini bir kez daha okudum. Bazı yanlışlar olduğunu gördüm, fakat verdiği bazı özel bilgilerden, isimlerden o dönemin Ankara’sındaki müzik çevrelerini iyi tanıdığı anlaşılıyor. Ben kemanımın bize ayrılan ödenekten artan paralarla alındığını biliyordum. Paris’teki Milli Eğitim Müfettişliği kanalıyla verilmişti. Türkiye’ye döndüğümde soy kağıdını araştırdım. Milli Eğitim’deki yetkililer bir toplantıda “kemanı sana verdik, başının çaresine bak” dediler. Çok şaşırdım, sözle bağışlama tuhaf geldi. Devlet zimmetindeymiş gibi kabul edip kullanmaya devam ettim.
1950’lerin parasıyla milyon frank değerindeki bir kemanın bugün yıllık sigorta bedeli bile ciddi bir yekün tutuyor olmalı. Bugüne kadar siz mi ödediniz?
– Başının çaresine bak, deyince ben ödemeye başladım. Zaten yeterince büyük lütuf yapılmıştı. Gerisini araştırmadım. Ozan Sağdıç’ın bu eski yazıyı yayımlamasına kadar kemanın devlete ait olduğunu sanıyordum. Neyse ki kemandaki bir yapım sorunu nedeniyle fiyatı sanıldığı kadar yüksek değil.
Kemanınız kaza mı geçirmiş?
– Kemanın bütünü Nicola Gagliano’nun elinden çıkma. Sadece sapının ucundaki salyangozu yeğeni yapmış. Bu ayrıntı sesini değiştirmiyor, çünkü ses gövdeyle ilgili. Fakat çalgının antika değerini çok azaltıyor. Benim kullandığım süre içinde bakımın dışında önemli bir tamir geçirmedi.
Konserleri bıraktıktan sonra, diyelim ki karşınıza dokuz yaşında üstün yetenekli bir çocuk çıktı. Yurtdışında konserler vermeye başladı. Kemanınızı ona hediye eder miydiniz?
– Köklü ailelerden gelenler bazı eşyaları dostlarına gösterirken “dedemden, anneannemden kalma” derler. Kemanıma bunun yapılmasını, müzikten ayrı kalmasını istemezdim. Anlatması zor, o benim için yaşayan bir varlık. Çok yakın dostum. Konserleri bıraktıktan sonra bile müzikle ilişki bitmiyor. Elim, ayağım tuttuğu sürece keman çalacağım. Kemanımın kutusu her gün açılacak. Hayalim kemanımı bir gün çok yetenekli bir gence teslim etmek. Fakat yeteneği ne olursa olsun, ona benimki kadar özen göstereceğinden emin olmalıyım. Çünkü elli yıllık dostum o benim. Dostluk vefa gerektirir.
(Serhan Yedig / Şubat 2002 / İş Sanat)
Linkler
Ece Ayhan’la söyleşi