Röportaj için karşısına futbol muhabirlerinin çıkarılmasından fena halde rahatsız olan ünlü kemancı Ruggiero Ricci, 1987 Temmuzu’nda İstanbul’a geldiğinde gazetecilerle görüşmeye pek istekli değildi. Müzikolog, yazar Filiz Ali’nin önerisine de alaycı bir cevap vermişti. Fakat daha sonra ikna oldu, bir akşam yemeğinde buluştular. Ricci bir yandan iştahla tabağındakileri, yanındakilerin tabaklarındakini silip süpürürken müzikte önemli bir gelişmeye dikkat çekiyordu: “Eskiden yorumda Alman, Fransız, İtalyan, Rus ekollerinden söz edilirdi, şimdi ekol mekol kalmadı. Yarışmalar yorumcuları aynı tornadan çıkmışcasına birbirine benzetiyor.”
Ünlü kemancı Ruggiero Ricci, kendisiyle konuşma isteğimi “Hilton’a gelin, size hayatımı 10 dakikada anlatırım” diyerek önce pek ciddiye almadı. Gazetecilerin müzikten anlamadan ve doğru dürüst yabancı dil bilmeden yapmak istedikleri konuşmalara harcayacak zamanı olmadığına da değindi daha sonra. “Amerika’da bile sık sık başıma gelir, spor yazarını gönderirler benimle konuşma yapsın diye.”
Kendisini spor yazarı olmadığımıza ve müzikten de biraz! anladığımıza ikna ettikten sonra, sohbetimiz gayet seri ve eğlenceli geçti neyse ki…
Sahneye 40 yıl önce adım atan Ricci için müzik serüveni hâlâ yeni heyecanlarla dolu:
“Kırk yılda müzik dünyasında çok şey değişti. Eskiden bir Alman ekolünden, Fransız, İtalyan, Rus ekolünden söz edilirdi. Bu ekoller yorum ve teknik açılarından birbirine benzemezdi. Kimi kemancı Beethoven uzmanıydı, bir başkası da Paganini. Şimdi ise yarışmalar, kemancıları ya da piyanistleri aynı tezgâhtan çıkmışçasına birbirine benzetiyor. Artık ekol mekol kalmadı. Yarışmalarda kemancılar için önem verilen üç şey var: Doğru entonasyon, doğru ritim ve teknik gösteriler. Kişilik gösteren, olağandışı bir şeyler vaat eden gençler daha ilk aşamada eleniyor…
Virtüözlüğün tadı tuzu kalmadı
Eskiden sanatçının hayattan tat alması olanağı daha fazlaydı. Gizemli aşk maceraları yaşar, güzel yemekler yer, istediği kadar şarap içer, isterse bir konserinde kötü, ötekinde de harika çalabilirdi. Artık böyle lüksleri yok konser artistinin. Bir jetten inip öbürüne binerek yollarda geçiyor hayatımız ve hep çok iyi çalmak zorundayız.”
Burada Ricci’nin eşi söze karışıyor:
“Geçenlerde bir konser provasına son anda yetişti Ruggiero. Hangi orkestrayla, hangi selle ve hangi konçertoyu çalacağını kendisine söylemeye bile vaktim olmamıştı. (Ricci’nin genç ve güzel eşi aynı zamanda sanatçının sekreterliğini de yapıyor) Şefin yanında yürürken partisyona bir göz atmış, bestecinin adını görememiş, ama sayfanın kenarında op.47 yazıyormuş. Kimin op.47’sini çalacağım acaba diye düşünürken orkestra imdadına yetişmiş de, Sibeliııs Keman Konçertosu’nu çalacağını anlamış.”
“Biraz abartmıyor musunuz” gibi bakmış olacağım ki, Ricci:
“Kırk yıllık repertuvarım var. Böyle şeyler başıma geldiğinde artık hiç paniğe kapılmıyorum” diyor.
Konuşma bu minval üzre sürüp giderken, bir tabak dolusu bol zeytinyağlı marulu, bir tabak dolusu pilavlı şiş kebabı ve gitarcı Bitetti’nin tabağında bıraktığı patates kızartmalarını silip süpüren Ricci:
“Aslında öğle yemeği yemeye hiç niyetim yoktu, ama bunlar (eşi ile Bitetti’yi gösteriyor) beni ayarttılar” diyerek başka bir konuya atlıyor:
“Amerika’daki evimizi sattık, bavullarımızı topladık, Avrupa’ya yerleşeceğiz. Amerika’da New York ve San Francisco dışında verilen konserlerin tadı kalmadı. Herkes, gişe kâr yapıyor mu yapmıyor mu derdine düştü. Yaz boyunca her yerde ancak popüler konserler düzenleniyor. Dünya kadar müzik okulu, bir o kadar da iyi öğretmen var, tek eksiğimiz öğrenci. Gençler, hayatlarının on yılını, hatta tümünü bir odaya kapanıp çalışarak geçirmek istemiyorlar artık. Dört yıl bir yerde okuyup, kısa zamanda bol para ve ün kazanmak peşindeler. Avrupa’da durum biraz daha değişik. Avrupalı müzik dinleyicisi daha kaliteli. Eh, azıcık züppeler belki, ama olsun, bilgisiz ve görgüsüz olacaklarına züppe olsunlar, razıyım. Avrupalı öğrenci de daha ciddi. Duyduğuma göre Türk öğrenciler, olanak bulurlarsa Avrupa’ya gidiyorlarmış yaz okullarına. O kadar masraf edeceğinize burada yaz okulları açsanız, benim gibi pek çok sanatçı İstanbul’a seve seve gelir, hevesli ve yetenekli öğrencilerle uğraşırırız.”
Sahnede metabolizmam değişir, en iyi orada çalarım
Bu sözleri duyunca önce kulaklarıma inanamıyorum, ama Ricci çok ciddi. Henüz Avrupa’da nerede oturacaklarına karar vermediklerinden, “İstanbul’u düşünür müsünüz” sorusunu da bir süre tartıyor kafasında. Sonra “Burası harika, yemekler nefis, öğrenci açısından belli bir potansiyel var, fakat müzik merkezlerine uzak. En iyisi İtalya’da veya Almanya’da oturmak, buraya da yaz okullarına gelmek” diyerek geleceğe yönelik planlarına bizi de katıyor.
Kahveler içilirken konu yine değişmişti.
“En iyi, sahnede çalarım. Sahnede insanın metabolizması değişir. Zaten eğer sahneye, dinleyici karşısına çıkma amacı ve zevki olmasa hangi akla hizmeten saatlerce çalışılır ki? Türkiye’ye ilk kez ya 1956 ya da 57’de gelmiştim. ABD Dışişleri Bakanlığı’nın bir turnesiydi. Hindistan’a kadar gitmiştim o zaman. Dün burada verdiğim o konserin programını gösterdi bana birisi. Aklım duracaktı. Peter Mennin’in (pek o kadar tanınmayan bir Amerikalı çağdaş besteci) sonatını çalmışım İstanbul dinleyicisine. Amerikan eserlerini tanıtmak gerekiyor diye konmuş programa besbelli.” Bunları söylerken kıs kıs gülüyor Ricci.
Konuşmamızın sonlarına doğru bestecileri ve orkestra şeflerini çekiştirmeye başlıyoruz ister istemez ve Ricci sohbetimizi şu anekdotla noktalıyor:
“Brahms, başka bir bestecinin eserinin çalındığı bir konserin orta yerinde salonu terk etmiş. ‘Üstad, niye çıkıyorsunuz? Daha eser bitmedi ki’ demiş biri. Brahms’m yanıtı ‘Benim için bitti’ olmuş. Kırk yıllık konser hayatımın şu aşamasında çoğu kez ben de Brahms gibi düşünüyorum açıkçası.”
(Filiz Ali / 11 Temmuz 1987 / Cumhuriyet / Dünyadan ve Türkiye’den Müzisyen Portreleri / Cem Yayınları / 1993)
Not: Bu röportaj yazarın izniyle yayımlanmıştır. Ricci, 2012’de 94 yaşında hayata veda etti
Linkler
Biyografisi
Ölümünde The Guardian’da yayımlanan değerlendirme yazısı
Filiz Ali’nin internet güncesi