“Schumann, kemancı arkadaşlardan yana şanslı olsaydı çok daha erken çağda keman eserleri yazmaya başlardı. Brahms, Mozart gibi pek çok bestecinin keman için eser yazmasına kemancı dostlarının önemli etkisi olmuştur” diyor Cihat Aşkın. Romantizm akımının öncülerinden Alman besteci Robert Schumann, ilk keman sonatını 41 yaşında yazmış, sonra birbiri ardına keman için beş eser besteleyip, 46 yaşında akıl hastanesinde yaşamını noktalamıştı. 200’üncü doğum yıldönümünde besteciye bir saygı albümü de kemancı Cihat Aşkın’dan geldi. Solistliğin yanı sıra İTÜ Türk Müziği Devlet Konservatuvarı’nın yönetim ini üstlenen Prof. Dr. Aşkın’la yeni albümünü ve iki yıldır sürdürdüğü müdürlük görevini konuştuk.
Bu albüm Schumann’ın 200’üncü doğum yıldönümü nedeniyle mi hazırlandı yoksa daha önce yaptığınız bir kayıt programının parçası mıydı?
– 2006’da, Romantik Çağ Alman müziğini ele alan bir konser programı hazırlamıştım. 17’inci yüzyılın en büyük kemancısı Franz Von Biber’in Do Minör Sonat’ını ele aldım önce. Bu eseri 19’uncu yüzyılda, kemancı Ferdinand David romantik bir üslupla düzenlemiş, piyano partilerini zenginleştirmiş. David’in yorumu beni Schumann’a ulaştırdı, ardından Clara Schumann ve Brahms geldi. Bu eserleri yurdışındaki konserlerimde seslendirdim. 2007’de kaydettim, fakat istediğim ses kalitesine ulaşamadı kayıt. Elimdeki beş proje arasında beklerken, 2009 Şubatı’nda yeniden kaydettim.
Sizce Schumann keman sonatı yazmak için neden 41 yaşına kadar bekledi, sonraki üç yılda keman için konçerto dahil birçok eser verdi?
– Bunda, yetiştiği çevre ve yaşadığı dünyanın payı var. Schumann her şeyden önce iddialı bir piyanist. Problemli bir kişiliğe sahip. Büyük piyanist olmak, tekniğini geliştirmek isterken parmağını sakatlayacak kadar enstrümanına tutkun. Çok karmaşık bir teknik geliştirip, piyano eserlerini bu yaklaşımla yazıyor. Ardından önemli bir piyanist olan Clara ile tanışıyor, evleniyor. Ayrıca müzik eleştirmeni, estetik kuramcı kimliğiyle Alman müziğinin köklerine dönmesi, yeniden kişiliğini bulması gerektiğini savunuyor. Mendelsohn’un açtığı yoldan yürüyüp Bach’ı yerinden keşfetmeye, unutulan eserlerini gün ışığına çıkarmaya çalışıyor. Yani hayatı hep piyano ekseninde gelişiyor. Oysa, piyanist olmakla birlikte, Brahms’ın gençlik döneminden itibaren keman için pek çok eser bestelediğini görüyoruz. Bunda Eduard Remenyi, Joachim gibi arkadaşlarının etkisi olmuş. Hatta, ünlü keman konçertosunu dostu Ferdinand David için yazmış. Schumann da günün birinde ünlü kemancı Ferdinand David’le tanışıp dost olunca, keman için besteler yapmaya başladı.
İki önemli soru
Albümde neden Schumann’ın keman için aynı yıl, birbiri ardına yazdığı ilk iki eseri seslendirdiniz, sonraki yıllarda yazdığı üç eseri tercih etmediniz?
– Schumann’ın en tanınmış keman-piyano eseri birinci sonat. İkinci sonat karmaşık ve zor olduğu için az seslendiriliyor. Üçüncü sonat ise zorluğundan dolayı hiç bilinmiyor. Kemana yaklaşımını bu iki eserde net olarak görebiliyoruz. İkinci sonatta büyük bir dehanın izlerini görüyoruz. İki yıl sonra bu fikri geliştirip, çılgınca bir eser olan keman konçertosunu bestelemiş. Konçerto zorluğu nedeniyle bir kenarda kalmış. 1930’larda Yehudi Menuhin sayesinde ortaya çıkmış. Albümde ilk iki sonatı seçmemin nedenlerinden biri de birbirlerini tamamlaması, bir süreci yansıtması. Schumann’ın eserlerinde, melek gibi sakin ve şeytan ruhlu iki karakter içiçedir. Bu eserlerde ikiliyi tüm boyutlarıyla görüyoruz.
Sadece Schumann’ın eserleri yerine neden öncesine ve sonrasına Ferdinand von Biber ve Clara Schumann’ın eserlerini yerleştirdiniz?
– Schumann’ın müziğini tüm boyutlarıyla kavrayabilmek için çağını tanımak, öncesi ve sonrasını bilmek gerekir. Sadece bir piyanist, besteci değildi. Yazılarıyla Alman müziğine milliyetçi yön veren bir aydındı. Çevresiyle etkileşim içindeydi. Hem bu etkileşimi yansıtmak hem de büyük kemancıların, önemli bestecileri etkileyip, önemli eserler ortaya çıkmasındaki katkısını vurgulamak istedim. Büyük kemancıların bestecilik yönlerini vurgulamaya çalıştım. Kemancı Franz Von Biber, Schumann’ın birinci sonatını dünyaya tanıtmıştı. Joachim ise kendisine ithaf edilen ikinci sonatını severek çaldı. Joachim, Robert Schumann öldükten sonra da Brahms ve Clara Schumann ile ayrılmaz bir üçlü oluyor. Onları da etkiliyor. Piyano konçertosu dahil pek çok eser besteleyen Clara Schumann ise keman için üç küçük eser yazmış. Bu repertuarı tamamlayacağı için CD’ye aldım. Eğer çift CD’lik bir albüm olsaydı, bu repertuvara Brahms’ın bir sonatını, ayrıca Brahms, Schumann ve Fischer’in birer bölümünü yazdığı ünlü sonatı eklemek isterdim.
Sonatlara yaklaşım konusunda geçmişin büyük ustalarından hangileri size ışık tuttu, hangilerinden uzak durmaya çalıştınız?
– Çocukluğumda Pierre Dukan’ın icrasıyla 1. Sonat’ı dinlemiş ve bazı bölümlerini unutamamıştım. Fakat icrada benim için temel yaklaşım bestecinin notalarında saklıdır. Bu eserlere çalışırken şu soruyu sordum kendime: “Joachim hayatta olsaydı bu eseri nasıl çalardı, Alman romantik ekolüne bağlı yorumcular nasıl yorumlar?” Bu sorunun cevabı bana yol gösterdi. 1. Sonat’ı Brahms’vari bir yaklaşımla, fazla hızlanmadan yorumladım. Diğer sonatı ise içimden geldiği gibi yorumladım.
18 saatte tamamlandı
Geçmişte piyanist Mehru Ensari’yle kayıt yapıyordunuz. Bu albümde Gülden Teztel’in yer almasının özel bir nedeni var mı?
– Bu repertuvarı Mehru Ensari’yle konserlerde yorumladık. Ayrıca kaydettiğimiz, henüz yayımlanmayan birçok albüm var. Aynı şekilde Gülden Teztel’le de birçok eser kaydettik, bunlar da yayımlanmayı bekliyor.
Albümün kaydı ne kadar sürdü?
– Üç günde toplam 18 saatte kaydettik. Birkaç küçük düzeltmenin dışında, konser kaydı gibi yapıldı bu albüm. Geçmişte Türkiye’de klasik müzik kaydına uygun stüdyo bulmakta çok zorlanıyorduk. Şimdi biraz daha iyileşti koşullar. Yine de yetersiz. Komşumuz Bulgaristan’dan daha iyi durumda olduğumuz söylenemez. Ayrıca ben de kemanda istediğim tonu oluşturma konusunda hâlâ arayış içindeyim. Schumann albümünde bu arayışın bugün ulaştığı nokta da saptanmış oluyor.
Önümüzdeki günlerde, albüm repertuvarından oluşan resitaller verecek misiniz?
– Bu repertuvarın tümünü bir konserde çalmak hem sanatçıyı hem de dinleyiciyi zorlayabilir. Sadece çok iyi oda müziği dinleyicilerinin severek dinleyeceği bir repertuvar. Bu nedenle konserlerde bu eserlerden bir ya da ikisine yer veriyoruz. Şu anda tüm albüm repertuvarını içeren, kesinleşmiş bir konser yok.
Bu repertuvar üzerine çalışmak, bağlantılar üzerine düşünmek ileriye yönelik yeni kapılar açtı mı?
– Bugün resitallerde, keman CD’lerinde besteciler ortaya çıkıyor. Yorumcuların bu eserlerin oluşum sürecindeki etkisi vurgulanmıyor. Bu bağlantıyı ortaya çıkaracak yeni albümler düşünüyorum. Yoğun tempom izin verirse, İtalyan kemancı, besteci Corelli’nin eserleri ve Fransız bağlantısı konusunda bir çalışma yapacağım.
(Serhan Yedig / 25 Temmuz 2010 / Hürriyet)
TÜRKİYE’DE KLASİKLE GELENEKSEL
ARASINDAKİ DUVARLAR YIKILIYOR
Öğrencilerine kendi müziğini öğretmeyen konservatuvarlarla dolu bir ülkede yaşıyoruz. Klasik Batı Müziği konservatuvarları, Türk Müziği’ni gerici, aşağılık bir tür olarak değerlendiriyor. Yok sayıyor. Oysa bir bebek doğduğu ülkenin dilindeki ninnilerle büyür, sonra ana dilinde şarkı söylemeye başlar. Konservatuvarların çocuklara ana dillerinde, geleneklerinde bulunan müzikleri de öğretmesi gerekir. Aksi yaklaşım, arabesk gibi kalitesiz ürünlerin önünü açar. Çoksesli müzik alanında çalışan sanatçılarımız toplumun gereksinimi olan çocuk şarkıları, yetişkin şarkıları yazabilselerdi, toplumun kendini ifade etme ihtiyacını karşılayabilselerdi arabeske gerek kalmayacaktı. Klasik konservatuvarlarının müfredatına Türk müziği enstrümanlarını, makamları tanıtıcı dersler konulmalı. Türk Müziği konservatuvarlarının da bilimselliğe ihtiyacı var: Öğrencilerine çoksesliliği, armonizasyonu, Batı sazlarını öğretmeli. Klasik Türk Müziği Konservatuvarı’ndan mezun olup, Klasik Batı Müziği çevresine girdiğimde, önyargılar nedeniyle ciddi sorunlar yaşamıştım. Eğitim sistemiyle ilgili pek çok şikayetim vardı. Mezun olduğum İTÜ Türk Müziği Konservatuvarı’nın müdürlüğü önerildiğinde, müzik çalışmalarımı bir kenara bırakıp bürokratik görevlere zaman ayırmak istemedim. Fakat sonra kendi kendime “Hep şikayet ediyordun, işte sana düzeltme fırsatı, bunu reddetmeye hakkın yok haydi göreve” dedim. Aradan geçen yaklaşık iki yılda mesafe kat ettik, neler yapılması gerektiğini gördük. Öğrencilere ve eğitimci arkadaşlarıma fikirlerimi aktarma fırsatım oldu: Geleneksel müziğimizi dünyaya sunmak için uluslararası standartlarda eserler üretilmesi gerekiyor. Bunun için klasikçiler ve Türk müzikçileri arasındaki duvarların yıkılması, karşılıklı iletişim kurulması gerekiyor. Son yıllarda Klasik Batı Müziği cephesinde de umut veren önemli değişimler yaşandı. Genç kuşak klasikçiler, Türk müziği birikimine önem vermeye başladı. Geçmişte iki müzik arasındaki iletişim kanallarını tıkayan ilericilik-gericilik kavgasının ötesine geçmek üzereyiz. Hasan Ferit Alnar, 1951’de Kanun Konçertosu’nu bestelediğinde sesini duyurmak için ciddi savaş vermişti, geleneksel kimliğini koruyarak uluslararası platforma çıkmak isterken sürekli aşağıya çekilmişti. Oysa şimdi farklı bir süreç yaşıyoruz. İTÜ Türk Müziği Konservatuvarı’ndan yetişen Münir Nurettin Beken, ut konçertosu yazdı. Oğuzhan Balcı, içinde Türk Müziği enstrümanlarının bulunduğu çok sayıda senfonik yapıt besteledi. Bu eserler ilgiyle karşılanıyor. Klasik Batı Müziği eğitimli bestecilerden Hasan Uçarsu, çeng için eserler yazıyor. Kamuran İnce’nin bestelerinde kemençe, zurna, Fazıl Say’ın eserlerinde ney, kudüm gibi geleneksel enstrümanlara rastlıyoruz, bunlar önemli gelişmeler.
SES MİRASIMIZI SAKLAMAKTAN VAZGEÇİN
İTÜ Türk Müziği Konservatuvarı’ndaki arşivleri araştırmacıların kullanımına açtık. Oysa Türkiye’nin ses mirası olan ilk arşiv kayıtları iki üniversitemizde kapalı kapılar ardında tutuluyor. Araştırmacılara açılmıyor. Bunlar Hacettepe Üniversitesi Ankara Devlet Konservatuvarı arşivindeki Muzaffer Sarısözen kayıtları, diğeri İstanbul Üniversitesi arşivine devredilen Darülelhan Kayıtları. Her ikisi de halktan, araştırmacılardan gizleniyor. Neden korkuluyor?
Linkler
Cihat Aşkın : Bir çok yetenekli öğrenci keman öğretmenlerimizin elinde yok oluyor