Antonin Dvorak, 16 yaşında Prag’a org eğitimi almaya gelmişti. 62 yıllık hayatı boyunca müziğini duyurmak amacıyla Moskova’dan Londra’ya, New York’tan Omaha’ya pek çok şehir gezdi. Fakat, iki yıllık ABD macerası hariç Prag’ı yuvası kabul etti. Hatta Brahms “Viyana’ya yerleş, zorlanırsan servetim senin” dese de bu şehri terk etmedi. Prag’da bugün bestecinin anısı sağlığında sadece önünden geçtiği, muhtemelen hiç ayak basmadığı 300 yıllık zarif bir evde yaşatılıyor. Evin ismi Villa America…
Yüzünüzdeki ifade, gözlerinizdeki derin acı dehşet vericiydi Pann (Bay) Dvorak…
Tamamen sağırlaştığını fark ettiği anda Beethoven, cinnetin kıyısına sürüklendiğinde Schumann, ikisini birbiri ardına yaşayıp akıl hastanesine kaldırılan Smetana… Belki onlar bile dünyaya böylesine derin ıstırap, böylesine yıkılmışlık, yenilgi, öfke ve boğaza düğümlenmiş çığlık hissiyle bakmamıştı.
Siz bu tür travmalar yaşamamamıştınız ki…
Peki neydi yüzünüzdeki derin acının, sonsuz hayal kırıklığının kaynağı?
Prag’daki Dvorak Müzesi’ne gelirken mutlu öykülerle karşılaşmayacağımı biliyordum. Yine de kapıdan girer girmez böylesine sarsılmayı beklemiyordum doğrusu… Daha ilk salona adım attığımda karşıma çıkan yağlıboya portreden, çalışma masanızın üstündeki duvardan öylesine güçlü bir ifadeyle bakıyordunuz ki ürperdiğimi hissettim…
Dağ gülleriyle karşılama
Oysa keyifle gelmiştim kapınıza…
Sağanak yağış bildiren meteorolojiye inat, rüzgarın bulutları süpürdüğü, güneşli, sıcak bir mayıs günüydü. Şehrin sokaklarındaki dev akasyalar çiçek açmış, mis gibi kokuları rüzgarla dört bir yana yayılmıştı. Ihlamur ağaçları patlamak, baş döndürücü kokularını şehre yaymak için gün sayıyordu.
Yoksul bir kemancıyken hastalara konser verdiğiniz psikiyatri hastanesinin yüksek duvarlarla çevrili, yetişkin ağaçların gölgelediği geniş bahçesinin etrafından dolaşıp Ke Karlovu Sokağı’na girdiğimde Prag’da yaşamanın şans olduğunu düşünmüştüm: Geniş parklar, yemyeşil sokaklar, şehri boydan boya geçen nehir, üstünde yüzen kuğular, güler yüzlü, nazik, mutlu insanlar… Konser salonları, tiyatrolar, müzeler, sergiler… Arı gibi koşturan tramvaylar…
Daha ne olsun?
18’inci yy’ın ilk çeyreğinden kalma, gotik “Villa America”nın kapısında Doğu Karadeniz yaylalarından tanıdığım eflatun dağ güllerini gördüğümde eski bir dostla karşılaştığımı hissetmiş, daha da keyiflenmiştim… Sizin zamanınızın belediye hizmet binası 1932’da müzeye dönüştürülmüştü. Üst katındaki salonda haftada iki gün konser düzenlendiğini, eserlerinizin seslendirildiğini okumuştum internette. Bu konserlerden birini izlemeyi hayal ediyordum… Birkaç hafta önce 115’inci ölüm yıldönümünüz nedeniyle özel konser düzenlenmişti, bunu kaçırdığım için üzgündüm…
Unutulan şehir
İnternetteki fotoğraflardan giriş kattaki iki salonu görmüştüm. 2005’te, çalışma masanızın üstünde Beethoven’in portresi asılıydı. Şimdi bu portre piyano odasına alınmış, yerine 1902’de, ölümünüzden iki yıl önce çekilmiş fotoğrafınızın yağlı boya reprodüksiyonu gelmişti. Seçimi yapanı kutlamak gerekiyordu. Şamar etkisi uyandıran resim ilk adımda ziyaretçiyi sarsıp düşündürüyordu.
Bu salonda öğrendiğime göre, şehirde sekiz ev değiştirmiştiniz. Ben sadece kuş uçumu 300 metre uzakta, Zitna Caddesi’nde hayatınızın son 26 yılını geçirdiğiniz apartmanı biliyordum. Doğduğunuz, han işleten babanızla kasaplık, müzisyenlik yaptığınız Nelahozeves köyü 28 kilometre uzaktaydı ama buradaki evinize gidecek zamanım yoktu…
Eski pasaport, ahşap yerküre, ailenin Amerika fotoğrafları, pipo, tütün kutusu, gözlükler, köstekli saat, biri kuş tüylü diğeri seyahatte kullanılan altın divitler, eskizler ve notalar.. İlk salona hayatınızın temel taşları yerleştirilmişti. Yeteneğini kanıtlamak amacıyla dünyayı dolaşan, bir yandan durmaksızın yazan, Amerika’da tutunma savaşı veren, ailesine düşkün besteciyi görüyorduk. Prag’a geldiğiniz günlerde çocuk yüzünüze yansıyan umut, iyimserlik, kararlılık ifadesi 50 yaşından sonraki fotoğraflarınızda kaybolmuş, yerini öfkeye bırakmıştı…
Doğrusu ben öncelikle Prag ile bağınızın yansıtılmasını beklerdim müzede. Çünkü sizi var eden bu şehirdi.
1885’te Sunday Times, ertesi yıl Pall Mall gazetelerinde yayımlanan röportajların kupürünü müzede göremesem de ustaca hazırlanmış web sayfasında okumuştum. Her ikisinde de heyecanla, çekinmeden, “Ben bir hancı ve kasabın oğluyum. Pazardan koyun, öküz satın alıp öldürmeyi, kesip parçalamayı çocukluğumda öğrendim” diye anlatmaya başlamıştınız hayatınızı. 16 yaşında Org Okulu’nda okumak üzere geldiğiniz Prag’da Almanca eğitimin dayatıldığını, üç yıl sonra ekmek parası derdine düşüp 18 kişilik grupla sokaklarda, kafelerde, restoranlarda, altı kişilik toplulukla “akıl hastanesinde” dans müziği, uvertür, potpuri çaldığınızı söylüyordunuz. Gazeteciler ısrarla bestecilik eğitiminizi sorduğunda ne kadar açık sözlü davranmıştınız… Prag’da Beethoven, Mozart, Schubert’in eserlerini dinleyip, notalarını inceleyerek armoni, orkestrasyon gibi temel bilgileri edindiğinizi bu vesileyle öğrenmiştim. 1862’de Prag Geçici Operası’nın kurulmasıyla sokaktan kurtuluşunuzu, zaman zaman Smetana’nın yönettiği orkestrada viyola çalarak hayatınızı kazandığınızı, Wagner hayranlığıyla opera bestelemeye yöneldiğinizi bir solukta anlatıyordunuz. 9 yıl sonra istifa edip Adalbert Kilisesi’nde orguculuğa başladığınız, Viyana Yarışması’nda
Brahms’ın dikkatini çekip Alman yayıncıya tavsiye edildiğiniz döneme kadar Prag hayatınızda çok önemli rol oynamıştı. Uluslararası şöhret kazandıktan sonra da pek çok eserininizi bu şehirde yazmıştınız, prömiyerleri evinize yürüyüş mesafesindeki salonlarda yapılmıştı. Ünlü konservatuvarın yöneticiliğini üstlenmiştiniz…
Daha pek çok detay vardı sizi Prag’a bağlayan: Eşiniz evde duman istemediği için neredeyse her gün piponuzu tüttürmeye Karlovo Namesti’deki Paris Cafe’ye gitmiştiniz. Wencesias Meydanı’ndaki Viyana kafesinde sık sık Smetana ile karşılaşmış, Myslikova Caddesi’ndeki U Mahuliku’da restoranla aynı adı taşıyan sanat grubunu kurmuştunuz. 60’ıncı yaşınız bu şehrin sokaklarında, konser salonlarında festivalle kutlanmıştı. Cenazeniz on binlerin katıldığı, üniversite rektörü ve dekanların yürüdüğü kortejle aynı sokaklardan geçmişti…
Dolayısıyla müzede bir salonu Prag’a ayırmaya değerdi.
Smetana ile bitmeyen rekabet
Çek ulusal müziğinin babası kabul edilen Smetana ile Prag’da rekabete sokulmanız bile müzelik bir konu olabilirdi. Aslında ne çok ortak noktanız vardı. Çekler’i Avrupa’daki “çalgıcı” şöhretinden kurtarıp Bohemya ulusal müziğine saygınlık kazandırmak istiyordunuz. İkinizin de çocukları suçiçeği salgınında ölmüştü.
Smetana’nın dramını yansıttığı yaylı çalgılar dörtlüsü “Hayatımdan”ın ilk seslendirmesinde viyolayı siz çalmıştınız. Şefliğini üstlendiği orkestrayla sizin opera ve senfonilerinizi seslendirmiş, yeteneğinizi alkışlamaktan çekinmemişti. Örneğin, uluslararası şöhretinizi kazanmadan çok önce, daha 1878’de Slav Dansları’nı dinlediğinde ulusal ezgileri ele alıştaki ustalığınızı anlatırken “Böylesini ancak Beethoven yapabilirdi” demişti. Evet, siz de Smetana’nın opera orkestrası şefliğinden atılmasına karşı çıkmıştınız ama her fırsatta ülkenizde onun tarafından gölgelendiğinizi söylemekten çekinmemiştiniz. Tabii o da sessiz kalmamıştı. Ayrıca, uluslararası şöhret kazanmanıza için için öfkelenmişti. “Orkestrasyonda özgün buluş gibi sunulan fikirlerini ben daha önce uyguladım” demişti.
İyi ki ölümünüzden sonra yaşananları görmediniz… Kahrolurdunuz. Smetana’nın hemşerisi müzikolog, siyasetçi, kıdemli kültür bakanı Zdenek Nejedly’nin 1910’dan, öldüğü 1962’ye kadar sizi Çek kültür hayatından silme çabası tarihe geçti. Fakat ne mutlu ki kalıcı olamadı…. Evet, bugün Prag’ın en gözde tarihi yapısı, Karl Köprüsü’nün yanı başındaki Rönesans mimarili eski su idaresi Smetana Müzesi’ne tahsis edilmiş durumda, sizin müzeniz çok gerilerde, çok daha mütevazı. Yine de şehrin en önemli konser salonu Rudolfinum’un kapısında sizin heykeliniz var… 1896’daki açılışta orkestrayı yönettiğiniz salon artık sizin isminizi taşıyor…
Ve her sabah Prag’dan Viyana’ya saat 6.51’de Smetana, 10.51’de Dvorak ekspresleri kalkıyor…
Öldüren tren tutkusu
“Lokomotifin mucidi olmak için tüm senfonilerimi verebilirdim” diyecek kadar trenleri sevdiğinizi bilmiyordum. Müzenin giriş salonundaki panolardan zihnime takılan detaylardan biri de bu sözünüzdü. Zitna Caddesi’nde yaşarken, sabah yürüyüşünde Prag Garı’ndan hareket eden trenlerin çıktığı tünelin ağzına gidip şimendiferleri heyecanla seyrettiğinizi, hatta damadınız Josef Suk’u sınamak amacıyla aynı yere gönderip “Hat numaralarını not al” talimatını verdiğinizi daha sonra müzenin web sayfasında okudum. Ölümünüze de tren sevdanızın yol açtığı notu eklenmişti aynı sayfaya. Nekahat döneminde şimendiferleri özleyip gara gittiğiniz, üşütüp birkaç gün sonra hayata veda ettiğiniz yazıyordu…
Lokomotiflere tutkunuzu anlatırken söyledikleriniz sanıyorum müziğinizi de açıklıyordu: “Pek çok bölümden, parçadan oluşuyor, her birinin ayrı önemi var, hepsi olması gereken yerde. En küçük somun bile bir şeyleri birleştiriyor. Sonuç büyüleyici. Demiryoluna yerleştirip kömürü, suyu doldurunca, makinist küçük levyeyi çektiğinde dev kütle harekete geçiyor, binlerce katı ağırlığı çekiyor, makine yaban tavşanı gibi koşturuyor.”
Stravinski, Ravel’e “İsviçreli saat ustası” lakabını uygun görmüştü. Size de “Praglı şifmendifer aşığı” desek uygun bulur muydunuz maestro?
Çalışma odası gibi düzenlenen ikinci salonda piyanonuzu, kapısındaki vitrinde viyolanızı görmek heyecan vericiydi. Brahms’ın ziyaretinize geldiği, Slovak Dansları’nın Londra’da ilk kez seslendirildiği 1879’da Viyana’da yapılmıştı Bösendorfer piyano. Aynı günlerde evinizde Brahms ve kemancı Joseph Joachim’le konser verdiğinizi okumuştum. Demek ki tuşlara Brahms’ın parmakları da değmişti… Sonrasında gün ışığına çıkan besteleriniz 6. Senfoni, Stabat Mater ve daha nice eser bu piyanoda defalarca çalınmış olmalıydı. “Yeni bir fikir geldiğinde zihnimde netleştirmeden kağıda aktarmam. Daha sonra en az 20 kez, 30 kez, hayır, 100 kez, istediğimi tam olarak elde edinceye kadar çalarım” demiştiniz Pall Mall röportajında. Demek ki bu piyanoda son şeklini almıştı pek çok başyapıt…
Salonun duvarına dev haç sizin dindar kimliğinizi vurgulamak için asılmıştı büyük olasılıkla. Benim dikkatimi eviniz için yaptırdığınız gerçek boyutlu Mozart büstü ve siyah-beyaz baskı Karl Jager imzalı Beethoven portresi çekti. Büstte Mozart, Romalı atletler gibi genç ve dinçti. Eser, imparator Franz Joseph’in övgüye boğduğu Emanuel Max’ın elinden çıkmıştı.
Güvercinler ve ötücü kuşlar
Helezon şeklindeki ahşap merdivenlerden çıktığım üst kat geniş konser salonu ve küçük bir odadan oluşuyordu. Vitrinler, objeler salonun kenarlarına yerleştirilmişti. Salonda başrol tavan resimlerindeydi. Tavan resimleri Amerika’dan çok İtalya’yı, konserler için yerleştirilen beyaz piyano ise sizden çok Elton John’u hatırlatıyordu maestro…
Bastonlar, şapkalar, konyak için cep matarasının sergilendiği vitrinlerden biri de kuş merakınıza ayrılmıştı. Olivier Messiaen gibi hayatınızın bir döneminde ötücü kuşlara ilgi duyduğunuzu bu vesileyle öğrendim. “Dvorak, Amerika’da Turkey Nehri boyunca çıktığı yürüyüşlerde ötücü kuşları dikkatle dinlemiş, Burada, Ormanda adlı eserindeki Selviler ve fa majör dörtlünün üçüncü bölümünde bu izlenimleri yansıtmıştır” diyordu vitrindeki not.
Yanındaki fotoğraflarda ise yazlık evinizde güvercinlerle görülüyordunuz. Yanına oğlunuzun anılarından bir cümle eklenmişti: “Babam, Prag’da lokomotifleri, Vysoka’daki evimizde güvercinleri seyretmeyi çok severdi..” Okumayı sürdürdüğümde, daha şaşırtıcı bir bilgiyle karşılaştım. İngiltere Kraliçesi Victoria’nın Londra’daki konserinizden sonra size izzet ve ikramdan geri durmadığı yazıyordu. Hediyenizi hazırlatmadan eşinize hobilerinizi sormuş. Ve size pouter ile jacobin türü iki çift nadide güvercin hediye etmiş. Oysa aynı kraliçe, ölümünden bir yıl önce Londra’da konser veren Chopin’e neredeyse uvertür muamelesi yapmış, günlüğüne konserden bahsederken “bir piyanist çaldı” notunu düşmüştü. Daha sonra tarihleri kontrol ettiğimde çözecektim tutum farklılığının sırrını. Victoria, Chopin’le tanıştığında 29, sizinle tanıştığında ise 65 yaşındaydı… En azından bu kez doğru zamanda, doğru yerdeydiniz üstad…
Müzenizi gezseniz, herhalde sizi en çok üst kattaki son oda şaşırtırdı. 1904’te hayata veda ettiğinizde kayıt teknolojisi balmumu kovan düzeyindeydi. Bugün tüm eserlerinizin kayıtlarını, notalarını tırnak büyüklüğündeki dijital kartlara sığdırmak mümkün. Nitekim müzede de iki kulaklığa sığdırılmış. Hayatınızın dönemlerini dev bir çembere yerleştirmişler bu duvarda. Kulaklığı takan bir yandan okuyor, diğer yandan 22 eserinizden birini seçip dinliyor. Arzu ederse çıkışta Hungaraton etiketli CD’lerini alabiliyor…
Teknoloji bu hızla ilerlerse bir sonraki gelişimde sizinle çay sohbeti, hatta röportaj yapabiliriz maestro… 1904’te yarım bıraktığınız son eseriniz geçen yıl yapay zeka yardımıyla tamamlanıp seslendirilmişti. Bu teknoloji sizi birkaç yıl içinde ruhunuzla olmasa da aklınızla diriltirse hiç şaşırmam…
(Serhan Yedig / Ekim 2019 / Andante Dergisi)
Dört müzenin en büyüğü
Antonin Dvorak Müzesi’nin yanı sıra Çekya’da besteciye ithaf edilmiş dört müze daha var. En geniş koleksiyon Prag’da. Villa America’daki elyazısı nota ve notlar Dvorak’tan günümüze kalanların yüzde 80’ini oluşturuyor.
* Doğum yeri Nelahozeves’deki müze 1951’de açıldı. Çocukluk dönemine odaklanan müzede otantik obje sayısı yok denecek kadar az. 1997’de bitişiğine açılan yapıda bestecinin yaşamı yansıtılıyor.
* Vysoka’da kayınbiraderine ait köşk 1960’larda müzeye dönüştürüldü. Koleksiyon bestecinin burada geçirdiği döneme ait objeler, notlardan oluşuyor. Bugün Slovakya sınırlarında kalan müze Prag’a 314 km uzaklıkta.
* Bestecinin çocukluğunda babasından öğrendiği kemanın ardından ilk müzik derslerini aldığı Antonin Liehmann’ın Zlonice’deki evi 1957’de mini müzeye dönüştürüldü. Bu yapı, Prag’a 45 km uzakta.
* Prag’a 127 kilometre uzaktaki Sychrov Şatosu’nda besteciye ayrılan bölüm ise restorasyon amacıyla bir süredir ziyarete kapalı.
Müzeler ve Dvorak hakkındaki detaylı bilgileri Antonin Dvorak Müzesi ile İngiltere kökenli Dvorak Derneği’nin web sitelerinde, besteciyle yapılan röportajların tercümelerini ise Müzik Söyleşileri‘nde bulabilirsiniz.
Meraklısına notlar
* Dvorak’ın mezarı Prag’daki müzenin kuş uçumu 800 metre güney batısında, Aziz Peter-Aziz Paul Bazilikası’nın bahçesindeki Vysehrad Mezarlığı’nda.
* Dvorak’ın 1891’den itibaren ders verdiği, 1901’de yöneticiliğini üstlendiği Prag Konservatuvarı’nın öğrencilerinden biri de Necil Kazım Akses‘di. Besteci iki yıl Dvorak’ın damadı Josef Suk ile çalıştı.
* Necil Kazım Akses’in Ankara Devlet Konservatuvarı’ndan öğrencisi, besteci Kemal Ebcioğlu aynı zamanda bilgisayar programcısı. Türkiye’deki ilk Eurovision Yarışması’nın birincisi “Seninle Bir Dakika” adlı şarkıyı da besteleyen Ebcioğlu, 1977’de İleri Kompozisyon bölümünden mezun olduktan sonra ODTÜ’de bilgisayar mühendisliği öğrenimi gördü. Beste yapan bilgisayar geliştirmenin yollarını aradı. ABD’deki Buffalo Üniversitesi’nde hazırladığı “Bach Uslubunda Koral Armonizasyonu Sistemi” teziyle IBM’in “Sıradışı Teknik Başarı” ödülünü kazandı. Tezinde Bach’ın korallerinde kullandığı 350 kriteri tespit ederek, bu stilde yeni beste üretmenin yolunu araştırıyordu. Yapay zekanın önemli adımlarından biri kabul edilen bu çalışma Ebcioğlu’na IBM’in kapısını açtı. Süper bilgisayar üreten ekibe katıldı. 2005’e kadar liderlik yaptığı ekiple x10’u geliştirdi, DAISY projesinde yer aldı. 2018’de Ebcioğlu’nun teknolojisini daha da geliştiren AVIVA, Dvorak’ın yarım kalmış piyano eserini tamamladı. “Geleceğin Dünyasından” başlıklı üç bölümlü piyano sonatı Prag Filarmoni üyelerinden Ivo Kahanek tarafından seslendirildi. Eserin yorumunu You Tube’de izleyebilirsiniz.