Al Di Meola / Al’dan sır almak zor iştir

0

Al Di Meola bir zamanlar gitardaki hızıyla baş döndürürdü. Şimdilerde yavaşlayıp hayata daha derinden bakmayı deniyor. Akdeniz’deki köklerini keşfedip, romantizme göz kırpıyor. Bir süredir bölge ülkelerinden müzikçilerle ortak çalışmalar üzerinde yoğunlaştı. 2001’deki Latin Amerika turnesi öncesi New York’taki evinden aramıştık. Uzun bir sohbette yeni beste yapmakta ne kadar zorlandığını, gençlik sırlarını, yeni projeleri konuşmuştuk. Kulağımıza fısıldadığı sır ise tam yedi yıl sonra gerçekleşti.

ABD’deki radyo istasyonları sizi çok kızdırmış anlaşılan. Web sayfanızda hayranlarınıza adreslerini verip protesto mesajı göndermelerini istemişsiniz. Bunlar caz istasyonu mu; çağrınızdan sonuç aldınız mı?
-Eskiden kaliteli müzik çalan istasyonlardı bunlar. Şimdi radyonuzu açıyorsunuz, sanki Weather Report, Chick Corea, Paco De Lucia yokmuş, hiç olmamış gibi. Tüm radyolar aynı yayın politikasını benimsedi. Asansör müziği çalıyorlar. Hafif, rahat dinlenen, uçucu müzik. Ayaküstü dinlenen cinsten. Alışverişler iş merkezlerinde, cafelerde çalınabiliyor. Dikkat, katılım gerektirmiyor. Reklamveren için çok iyi. Reklama bakan radyocu için de.
Caz radyoları kapanıyor ama internettekiler hâlâ hayatta. Eminim sizin CD’lerinizi de çalıyorlardır…
-Mutfaklarda, otomobillerde internet yok ama… Eskiden de geniş kitlelere ulaşmak zordu, şimdi iyice zorlaştı. Yurtdışında sorun değil, ABD içinde müzikçilerin dinleyiciye ulaşması ciddi sorun haline geldi. Ayrıca internetteki radyoları hiç bilmiyorum. Bildiğimiz istasyonlar dinleyici isteklerini hiç dikkate almadan, yayın programlarını sürdürüyorlar. Onlardan sıkılanlar da gidip CD alıyor.
Belki WB, Universal gibi büyük şirketleri bırakıp görece küçük şirketlerle çalışmanızın bunda etkisi vardır, belki yeterince etkili olamıyordur Teldec…
-Güç sorunu değil bu. Büyük bir firmanın tanıtım imkanlarından faydalanmak hoşuma giderdi. Ama caza odaklanmış, müziğime yakın eserler yayımlayan bir firmayla çalışmamın daha yararlı olduğunu düşünüyorum. Bazen küçük firmalardan yayımlanan, dev firmaların kataloğundan daha fazla ilgi çekiyor.
1970’lerde 100 metre koşucularına parmak ısırtacak kadar hızlı gitar çalardınız. Sonra birden değiştiniz. Yavaşlayıp duyguların altını çizmeye başladınız. Hayatınızda, dünyaya bakışınızda neler değişti?
– Değişimim besteciliğimin belirginleşmesi şeklinde oldu. İyi çalmaktan, teknikten öte olgunluk döneminde kişiliğini kazanmış bir sanatçı olarak bestecilik yönümü de sergilemem gerektiğini düşündüm. Renklere, müziğin boyutuna yaptığım vurgu belirginleşti, yoğunlaştı. Artık müziğim yüzde 100 benim virtüöziteme dayanmıyor.

Piazzolla’yla karşılaşması hayatını değiştirdi

Bu değişimde 1987’de Japonya turnesi sırasında karşınıza çıkan Astor Piazzolla’nın rolü oldu mu?
– Bu bir karşılaşmaydı sadece. CD değiş tokuşu yaptık, sohbet ettik. Gary Burton daha önce bana Piazzolla’dan bahsetmişti, hayatında çaldığı en zor bestelerin onunki olduğunu söylemişti. Piazzolla’nın müziğini tanıyordum. Birlikte çalışabileceğimizi konuştuk, ama bunu başaramadık. Mektuplaşmaya, birbirimize kayıtlarımızı göndermeye başlayınca, bir süre sonra yakın dost olunca işler değişti. Sohbetlerimiz sonrasında Piazzolla’nın müziğimde olduğu kadar hayata bakışımda da büyük etki yaptığını gördüm. O dönemde müzikte teknikle, yoğunluğu bir araya getirecek yöntemler arıyordum. Müziğin duygusal yelpazesi de çok geniş olmalıydı. Ben enstrümantal müziğin insanları coşkulandırmasını, yalnız hissetmesini sağlamasını, ağlatabilmesini istiyorum. Derin duyguları, tutkuyu yansıtabilmeli. Ayrıca geniş kitlelere ulaşabilecek eserler olmalı. Teknik yetkinliği de içermeli. Bu arayış beni kendi bestelerime yöneltti. Tüm bu ögelerden başarılı bir takım oyunu gibi müzik yapmaya çalıştım.
Tuhaf bir rastlantı, bu yıl konuştuğum üç müzikçinin hayatında Piazzolla’nın önemli izi var. Önce Yo- Yo Ma sonra Gidon Kremer ve şimdi de siz aynı şeyleri söylüyorsunuz. Piazzolla’nın dost ortamında onlarla karşılaştınız mı; ortak bir şeyler yapmayı düşündünüz mü?
– Müziğini çok sevdiğim ve keşfetmek istediğim için Piazzolla’yla ilgili her albümü topluyorum. Geniş bir koleksiyon sahibiyim. Kremer’le hiç karşılaşmadım. Yo-Yo Ma’yla bir konseri sonrasında tanıştım. Birlikte bir eyler yapalım diye konuştuk, fakat gerçekleşmedi.
Madem büyük bir koleksiyonununuz var, sizce şimdiye kadar Piazzolla’nın müziğine en yaratıcı yorumu kim getirdi?
– Bu konuda kişisel bakışımdan bahsetmek gerek önce. Piazzolla’nın tüm eserlerini seviyorum, bazılarını diğerlerinden daha çok seviyorum. Bence Piazzolla müziğini yorumlayan tüm klasikçiler nota, nota eseri çalıyorlar. Özgün bir şey yok içlerinde. Kağıtta ne yazıyorsa mükemmel şekilde, çok güzel çalıyorlar. Bu kadar. Ben ise bir malzemeyi ele alıp yepyeni şeyler yapmaktan yanayım. Fussion birikiminden geliyorum. Biz malzemeyle hep yeni şeyler yaptık. Eğer Piazzolla müziğini çaldığımı duysaydı, yeni birşeyler yapmamı beklerdi. Son albümdeki Double Concerto bu tür bir çalışma. Piazzolla’nın ritmini yeniden işledik, latin duygusuyla birleştirdik, bu klasik müzik için epeyce sıradışı bir yaklaşım. Deneyen klasikçi olduğunu sanmıyorum.

Genç Al ile karşılaşsaydım ona şunu söylerdim

Zaman makinesine binip 30 yıl önceye gitseniz, genç Al’a hayat ve müziğe yaklaşımıyla ilgili ne gibi bir nasihatınız olurdu?
– Çalmaya, koşmaya devam et, derdim. Bu kadar…
“Sahnede 100 metre koşucusu gibi çalmayı bırak, hayata bak, duyguları ıskalama” filan demez miydiniz?
– 1970’lerde elektronik çizgide çalışmalar yaptım. Aynı yerde kalabilirdim. Ama içimdeki meraklı müzikçi ruhu beni farklı yerlere götürdü. Yeni seslerle buluşmak, yeni dünyalara açılmak, mesela Türk müzikçilerle ortak çalışmalar yapmak istedim. Ortadoğu müziğini çok seviyorum. Bazı müzikçilerini takdir ediyorum. Örnek vermek gerekirse, Türk müzikçilerle ortak bir dile sahip olduğumuz kanısındayım. Tuhaf ama içimde Amerikalı olma duygusu pek yok. Daha çok Akdeniz’e yakın duygularım. Dolayısıyla genç Al’a “Sadece gözlerini, kulaklarını aç. Dünyayı dolaşırken çevrene dikkat et… Türkiye’ye, Güney Afrika’ya, İsrail’e gittiğinde o ülkenin müzikçileriyle buluş, dünyanı genişlet; herşey müzik değil, yaşamayı ihmal etme; tecrübelerini müziğine aktar” derdim. Bunlar zaman içinde doğal olarak gerçekleşti hayatımda. 1970’lerin sonunda Paco De Lucia ve John McLaughlin ‘le kurduğum üçlü bu yolda en önemli adımlardan biriydi.

Egzersiz meditasyon gibidir

Uzun yıllar günde yedi, sekiz saat gitar çalıştığınızı okumuştum. Hâlâ aynı hırsla, tempoyla egzersiz yapıyor musunuz?
– Hayır, ama çok isterdim bu şekilde egzersiz yapmak. Çünkü bu benim için bir tür meditasyon. Kendimi büyük bir huzur içinde buluyorum çalarken. Herşeyden farklı; dünyada bundan başka hiçbir şey bana böylesine huzur vermiyor. Çalgımla aramda özel bir ilişki var. Çalışırken günlük hayatın tüm ayrıntılarından koparım, telefon, sorunlar, iş, diğer meraklar… Hayat şimdi o kadar yoğun ki altı, yedi saat egzersiz yapacak zamanım yok.
Egzersiz için tamamen izole bir ortam gerekiyor mu; kızınız parkta oynarken bir köşede çalışabilir misiniz mesela?
– İdeali sessiz bir yer olması. Artık egzersiz, sadece nota okumak demek benim için. Ses olsa da olabilir. Ama beste yaparken tamamen sessiz olmalı etraf; uzun zaman etrafımda kimsenin dolaşmasını istemem. Bu yüzden beste yapacağım zaman ailemi New York’ta bırakıyor ve Miami’deki eve gidiyorum. Son üç albümü burada yazdım. Öteki türlü dikkat dağıtan çok şey oluyor. Evdekilerle konuşmak gerekiyor, telefona bakmak, işleri halletmek gerek. Tam esin perisi gelmişken bir anda konsantrasyonum sıfıra iniyor. Eğer gerçekten derinlere inmek, daha önce varmadığın noktalara ulaşmak istiyorsan izole ortamda çalışmalısın. İç dünyanı böyle keşfedebilirsin ancak. Bazen yalnızlık sorun olur, ama bu tek yol derinlere ulaşmak için.
Fakat yine de kaotik kent New York’tan vazgeçemiyorsunuz değil mi?
– Dünya müziği açısından çok önemli bir merkez. Harika bir şehir. Aslında New York’ta yeşillikler içinde biryerde yaşıyorum. Dünya Ticaret Merkezi’ne yarım saat uzaklıkta fakat gürültüden uzak.
Geçmiş olsun, 11 Eylül faciası sırasında herhalde siz de epey korkmuşunuzdur; laf aramızda bu faciadan sonra fikriniz değişmedi mi?
– Hepimiz çok çok korktuk. Hepimizin hayatı değişti. Bugüne kadar hiç hissetmediğimiz şeyi yaşadık. Güvende olmadığımızı hissettik. Tarihte yeni bir sürecin başlamasına tanık olduk. Tanık olmak çok zor.

En zor iş beste yapmak

Jerusalem Post’ta yayımlanan röportajda beste yapmanın zorlu bir süreç olduğunu söylemişsiniz. Şimdilerde nasıl gidiyor bestecilik; düzenlemeler ya da başka bir konu için yardım alıyor musunuz?
– Beste yapmak acılı bir süreç. İlk albümü yapmak kolay. Aşama kaydedecek bir konu yok; çünkü öncesi yok. Fakat 20 albümden sonra geçmişte yaptıklarını tekrarlamamak, eski söylenenleri çağrıştırmamak, yeni bir şeyler söylemek zor. Herkes gibi moral bozukluğu yaşıyorsun. Her seferinde söyleyecek yeni şeyler arıyorsun. Hiçbir şey kendiliğinden gelmiyor. Küçük bir parça yakalayıp bunu derinleştirmeye çalışıyorsun. Sendeliyorsun, zorlanıyorsun.
Bu aralar albümlerde klasik orkestralar kullanıyorsunuz. Partisyonlar, düzenlemeler için yardım alıyor musunuz?
– Sadece orkestra şefi için yardıma ihtiyacım oluyor. Çoğunlukla bilgisayarda maketi yapıyorum. Şuraya obua, şuraya korno lazım deyip, müziğe son şeklini veriyorum. İlk albümlerde gerçek orkestra kullanmamıştım. Sonra orkestrayla kayıt yapma hayali kurmaya başladım. Son albümde bilgisayar maketi o kadar başarılı oldu ki, bir ara orkestrayla uğraşmaktansa elimdekiyle yetineyim, diye düşündüm. Vazgeçip orkestrayla kayda girdim. Öyle farklı oldu ki, çok derin, etkileyici bir müzik çıktı ortaya. İyi ki gerçek orkestra kullandık.
Son albümdeki teşekkür notundan öğrendiğime göre eşinizin adı Laila. Biz Türklere hiç yabancı gelmiyor bu isim...
– İsmi Ortadoğu kökenli olabilir ama eşim Küba kökenli. Yaşı epeyce genç. Ailesi adını o ünlü caz parçasından esinlenerek koymuş.

Büyük kızı babasının yolunda

Kızlarınızın müzikle arası nasıl; bir aile orkestranız var mı mesela?
– Büyük kızım, yarın 13 yaşına giriyor. Biraz piyano çalıyor, şarkı söylemeyi seviyor. Sık sık onu benim albümlerimi dinlerken buluyorum. İlginç bir durum, çünkü onun kuşağının beğenileri çok farklı. Sanıyorum benimle gurur duyuyor. Stüdyo çalışmalarıma da gelir. Grubumdakileri tanır. Geçen yaz Avrupa turnemde hep yanımdaydı. Tunus’a kadar gittik birlikte, şehirleri gezdik. Hoş bir tecrübe oldu ikimiz için de.
Yıllar sonra ilk enstrümanınız davula geri döndünüz, son albümde gitarın yanısıra davul ve perküsyon çalıyorsunuz. Davula yaklaşımınız hakkında konuşabilir miyiz biraz; bir de favori davulcunuzu soracağım.
– Davula geri döndüğümü söyleyemeyeceğim. Aslında ben hep duygu olarak perküsyoncu gibiydim. Tüm albümlerimde davul ve perküsyonun kullanımına aktif katılımım sözkonusu. Perküsyonun solo çalgı olarak müzikte ön plana çıkmasından yana değilim. Aynı şekilde kontrbasın da solistliğinden yana olduğum söylenemez. Başlıca işlevleri destek şeklinde olmalı. Steve Gadd, Mano Kache, Peter Erskine en sevdiğim davulcular.
Yeni projelerinizde neler var?
– Yeni bir albüm üzerinde çalışıyorum. Aralıkta başlayıp gelecek yılın ilk aylarında tamamlayacağım. Elektronik bir proje olacak. Bunun dışında süper gruba benzeyecek bir oluşum üzerinde çalışıyorum. Müzik dünyasında büyük yankı uyandıracağına eminim. Fakat bana ayrıntısını sormayın. Açıklama yapmaya yetkili değilim.
Peki öyleyse tahmin edelim bakalım. Bence Return To Forever gibi bir projeden sözediyorsunuz. Yanılıyor muyum?
– (Gülüyor) Söyledim, ayrıntı veremem. Fakat müzikseverlerin yıllardır bekledikleri bir olay olduğunu, bu süper grubun önümüzdeki yıl gerçekleşeceğini söyleyebilirim. 2002 cazda fırtınalı bir yıl olacak. (Topluluk 2008’de bir araya geldi ve dünya turnesine çıktı. Buluşma Al di Meola’nın tahmin ettiği gibi büyük yankı uyandırdı. Return to Forever, 2008 Ağustosu’nda Down Beat dergisine kapak oldu.)
İstanbul’a geleceğiniz World Sinfonia grubunda son CD’den bu yana değişiklik oldu mu?
-Davulcumuz Gilar’ın yerini Ernie Adams aldı. Davulu perküsyon gibi çalıyor. Gumbi Ortiz bir tür kutuyu çağrıştıran kahun ve perküsyon kullanıyor. Ben özel bir gitar kullanıyorum. Akustik gitar, beş özel üniteden oluşan bir elektronik bağlantısı var. Çok farklı seslere bürünebiliyor. Elektrogitara dönüşebiliyor. İyi düzenlenmiş bestelerden oluşan sıkı bir konser sunacağız. Yıllardır Türkiye’de verdiğim konserlerle karşılaştırılırsa, bugüne kadar çaldığım en güçlü grupla geliyorum. Infinite Desire, Grand Passion albümlerinden Piazzola’nın bestelerinden, Return To Forever günlerinden parçalar olacak. Dinleyiciler yıkılacaklar konserde…
Arto Tunç’tan başka Türk müzikçiyle çaldınız mı?
– New York’ta Türk depremzedeler yararına verilen konserde birçok müzikçiyle tanıştım, birlikte çaldık. Daha sonra ABD’de yaşayan bir kanuncuyla konserler verdik. Hatta neredeyse grubuma katılacaktı. Şimdilik olmadı. Ama ileride mutlaka birlikte birşeyler yapacağız.

Al Di Meola’nın genç kalma formülü

Web sitenizde dolaşırken yeni fotoğraflarınız dikkatimi çekti. 50 yaşına merdiven dayadınız. Fakat hala 30 yaşında bir genç gibi duruyorsunuz.
– (Soruyu keserek) Hayır 27!.. (Kahkahalar)
Peki 27 olsun… Bu işin sırrı nedir, söyler misiniz lütfen; herhalde sadece müzik değil…
– Hemen söyleyeyim. Genç gözükmemin tek nedeni var: Hayatım boyunca sigara içmedim. Belki biraz genetik ya da diğer faktörler de önemlidir. Ama bence en önemlisi sigara. Çünkü sigara cildin oksijen almasını engelliyor. Kırışıkların oluşmasına neden oluyor. Etrafımdaki yaşlı görünümlülerin çoğu hayatı boyunca sigara içmiş kişiler. Bazıları fazlasıyla alkol kullanıyor. Bilmem başka neler yapıyorlar… Çevrenize bakın, en genç görünenler sigara kullanmayanlar.
Spor, egzersizler? Özel bir beslenme rejiminiz var mı; yemek konusunda titiz misiniz?
– Turnede değilsem düzenli olarak egzersiz yaparım formumu korumak için. Arada bir vitamin alırım. Elimden geldiğince sağlıklı olmaya çalışıyorum. Kayak yapmayı seviyorum. Fakat omurgamda sorun var, yapamıyorum. Özel bir beslenme rejimim yok. Her gün hotdog yemiyorum tabii. (Gülüyor) İtalyan kökenli bir aileden geliyorum. Bizde yemekler hayatın en önemli bölümüdür. Ben de hayatımı marul yiyerek geçirmiyorum. Her tür eti, balığı severek yerim. Tatlıları severim. Her tür değişik lezzeti merak ederim. Bu kadar güzel yiyecekler varken hayatta vejetaryan ya da diyet manyağı olamam doğrusu…
Madem damak tadınıza bu kadar düşkünsünüz, arada bir mutfağa da giriyorsunuzdur herhalde. Spesiyaliteniz var mı?
– Aslında harika bir aşçı olabilirdim. Çünkü yemeklerin lezzetinin nasıl olması gerektiğini, bunun nasıl sağlanacağını biliyorum. Fakat, pek fazla mutfağa girdiğimi söyleyemem. Yalnızsam kendi yemeğimi pişiririm. Fakat şundan eminim; günün birinde büyük bir ahçı olacağım. Çünkü bu konuda doğal yeteneğim olduğunu düşünüyorum.
(Serhan Yedig / İş Müzik Kasım 2001)

 

GİTARIN OLİMPİK ATLETİ: Son otuz yılın en popüler gitarcılarından biri Al Di Meola. Caz dinleyicilerinin yanısıra rock hayranlarına, latin ve fusion sevenlere de seslendiği için dinleyici kitlesi çok geniş. Bugüne kadar yayımladığı albümlerin toplam satış rakamı altı milyonu geçiyor. 15 yaşında country çalarak başladı müziğe. Miles’ı dinlediğinde yeni rotasını çizdi. Berklee’den mezun olduğu yıl, 19 yaşında Chick Corea’nın saflarına katıldı. Return To Forever’la parladı yıldızı. Berklee’de efsaneleşen gitar tekniği ve hızı sayesinde kısa zamanda büyük şöhret sahibi oldu. John McLaughlin ve Paco De Lucia’yla kurduğu grup, Saturday Night In San Francisco albümü sayesinde adını ölümsüzler listesine yazdırdı. Hızı nedeniyle “gitarın olimpiyat şampiyonu’ olarak anılan Al Di Meola 1980’lerin sonunda yavaşlamaya, müziğine derinlik kazandırmaya karar verdi. Akdeniz kültürüne yöneldi. World Sinfonia projesiyle etnik ögeleri harmanlamayı denedi. Özellikle İsrailli müzikçilerle ilginç çalışmalar yaptı. Uzun zamandır gruplarında Arto Tunç ‘a yer veren gitarcı Türkiye’den bir kanuncuyu yeni grubuna almayı düşünüyor.

Linkler

Kişisel web sayfası
Wikipedia biyografisi 

Share.

Leave A Reply

12 − 2 =

error: Content is protected !!