Hattat, matbaacı ve müzik tutkunu bir babanın oğlu. 10 yaşında Tunus Ulusal Konservatuvarı’nda ut öğrenimine başladı. Üstad Ali Sriti’yle dört yıl eser geçti. Klasik formları araştırdı. 1990’da, kasedi kıta aşıp, Almanya’ya, ECM Records’un sahibi Manfred Eicher’e ulaştı. Jan Garbarek (Madar), John Surman (Thimar) gibi caz ustalarıyla yaptığı albümler büyük yankı uyandırdı. 2000 Nisanı’nda Brahem Avrupa turnesine çıkmıştı. Akbank Caz Festivali’nde Türkiye’deki ilk konserini vereceğini öğrenince peşine düştük. Lizbon’da vereceği konser öncesinde, tam otelden çıkarken yakaladık. Çevirmen arkadaşım Savaş Özbey’le soru yağmuruna tuttuk.
İlk büyük yankı uyandıran CD’niz Conte de L’incroyable Amour (1991) için Tunus’tan kalkıp, Türkiye’ye geldiniz ve birlikte çalışacak müzikçiler aradınız. Neden Cezayir, Mısır ya da Lübnan değil, Türkiye’yi seçtiniz?
– Küçük yaşlardan beri Klasik Türk Müziği ilgimi çekti. Çocukken radyoyu karıştırıp Türk istasyonlarını dinlemeye, Türk müziği kayıtları bulmaya çalışırdım. Tunus’ta konservatuvar öğrencisiyken Türk Müziği enstrümanlarını, bestecilerini tanıma şansımız oldu. Birçok eser öğrendik. Zaten okul dışında benim de ilgim vardı. Arap müziğiyle arasında birçok bağ, benzerlik olduğunu görmüştüm. 1982-86 arasında Paris’te yaşarken Erköse Kardeşler’in müziğini keşfettim. Aynı dönemde Kudsi Erguner’le tanıştım. Bir gün Tunus yetkilileri Kartaca Festivali için benden beste isteyince aklıma Erköse Kardeşler ve başka caz müzikçileriyle çalışmak geldi. Kartaca’da verdiğimiz konserlerden sonra Erköse’yle çalışmaya karar verdim. Albümü Oslo’da kaydettik.
Erköse’ylle ikinci albüm yolda
Türkiye’ye Erköseler’le tanışmak için geldiniz yani…
– Hayır. Düşlediğim müziği yapabileceğim müzikçiler arıyordum yalnızca. Bir hafta boyunca birçok müzikçiyle tanıştırıldım. İyi müzikçilerdi, fakat hazırlağım proje için doğru tercih değildi hiçbiri. Hayal kırıklığı içinde geri dönecektim. Son gün, bir tesadüf oldu ve Erguner’in girişimiyle Barbaros Erköse ve kardeşleriyle tanıştım. Beni hemen anladılar. Aradığım pırıltıyı bulmuştum. Bunu ilk anda farkettim.
Albüm Erköse’nin büyüleyici klarnet taksimiyle açılıyor. Ne kadarı emprovize, ne kadarı sizin besteniz?
– Herşeyden önce şunu belirtmekte yarar var: Türk Müziği’nde klarnetin yeri beni çocukluğumdan beri çok etkiledi. Bu çalışma sırasında Erköse bütün heyecanıyla kendini işe verdi. Sadece başlangıçta değil, albümün birçok yerinde Erköse’nin bu tür soloları var. Fakat bu doğaçlamaları benim müzikal tasarımımın geneli içinde değerlendirmek gerekir.
Birlikte birçok konser verdiniz, neden yeni bir albüm yapmadınız?
– Erguner’le konser vermedik. Sadece Erköseler’le albümden önce konser verdim. 1997’de Tunus TV’sinde bir müzik programı yapana kadar diyaloğumuz koptu. Bu televizyon programıyla birlikte yeniden bir arada çalışmaya başladık, konserler verdik.
Fakat birlikte başka albüm çalışmanız olmadı, neden?
– Bir albüm kaydettik. Fakat henüz yayımlanmadı. Ekim ayında piyasaya çıkacak.
Müziği Tunus’ta garip karşılandı
Geleneksel formları kullandığınız besteleri Jan Garbarek, John Surman gibi caz ustalarıyla yorumluyorsunuz. Emprovizasyonun yoğunluğunu göz önüne alırsak, müziğiniz ne kadar ‘sizin’ kalıyor?
– Umarım kalıyordur, ama şunu unutmamak gerekir ki bahsettiğimiz geleneksel müzik zaten kendi doğasında doğaçlamaya önemli yer verir. Bu Türk müziğinde de böyle. Tutup bir longa dinleseniz, semai ya da bir peşrev dinleseniz doğaçlamaya bu kadar yer verildiğini görüyorsunuz. Yani, ben zaten doğaçlamanın yeri olan bir müzik geleneğinden geliyorum.
Çalışmalarınız tüm dünyada ilgi görüyor. Tunus’ta durum nasıl?
– Tunus’ta kendi müziğimi çalmaya başladığımda, enstrümantal müzik yapmak biraz garip karşılanıyordu. Çünkü Arap müziğinde enstrümanlar eşlikçidir, şarkı ve solist öndedir. Bütün bu ut solaları, emprovizasyonlar tuhaf karşılandı. Bugün müziğimin anlaşılamadığını söyleyemeyiz. Konserime binlerce kişi geliyor. Bu beni şaşırtıyor, çünkü gelenlerin çoğu popüler müzik dinleyicileri. Varyete müziği yapmamama karşın, yoğun ilgi var. Bununla birlikte beni elit, üst tabakaya hitap eden bir müzisyen olarak suçlayanlar da olabilir.
Sonunda Türkiye’de bir konser verebileceksiniz. Hem de Barboros Erköse’yle. Repertuarınızda neler var?
– Çok mutlu ve heyecanlıyım. Türk Müziği’yle bu kadar yıldır ilgileniyorum, Türk müzisyenlerle çalıştım, arkadaşlarım oldu ama bu kadar yıldır müziğim hiç Türk müzikseverlere doğrudan ulaşamamıştı. Repertuara gelince, şimdiye kadar yaptığım CD’lerden birkaç parça ve geleneksel müziklerden birkaç eser var.
Klasik Türk Müziği mi, Tunus müziği mi?
– Bunu konserde keşfedeceksiniz.
(Serhan Yedig / 2 Nisan 2000 / Hürriyet)
Brahem’in müziği büyüteç altında
Mavisiyle, hüznüyle, derin duygusallığıyla Akdeniz’in tüm kıyılarını müziğinde kucaklayan Anouar Brahem çocukluğunda heyecanla radyolarını dinlediği, yetişkinliğinde neyzenleri, klarnetçileriyle grup kurduğu Türkiye’de bir kitaba konu oldu. Orhan Kahyaoğlu, “Duru, Derin Çıplak”ta albümlerinin izinde Tunuslu udinin izini sürüyor.
Şerif Muhiddin Targan‘ın 13 Aralık 1928 gecesi New York Town Hall’da verdiği resital kişisel tarihi kadar ut tarihi açısından da dönüm noktasıydı.
Piyano eşliğinde çellosuyla Saint-Saens ve Locatelli’nin sonatını seslendirdi. Utunu alıp dört solo bestesini sundu. Çelloyla Bach, Debussy, Ravel, Popper’in solo eserlerini yorumlayıp programı tamamladı.
Akdeniz’in içli eşlik enstrümanı, Richard Strauss, Pablo Casals gibi isimlerin konser verdiği sahnede o gece bağımsızlığını ilan etti. The New York Herald Tribune gibi önemli gazetelerin “Utun Paganini’si” ilan ettiği Targan’ın elinde müthiş bir soliste dönüştü…
Targan, dört yıldır New York’ta yaşıyordu. İstanbul’da tanıştığı ünlü piyanist Leopold Godowski’nin teşvikiyle gittiği, ABD başkanlarından T. Roosevelt’in oğlu Archibald’ın desteğiyle yaşadığı kentte çellosuyla ünlü solistlere eşlik edip Metropolitan gibi sahnelere çıkmış, ismini taşıyan trio ile klasikleri seslendirmiş, WJW Radyosu’nda resital vermişti. 1927’den itibaren udi kimliğini öne çıkaracak solo konser imkanı araştırıyordu. 1928’de WRNY Radyosu’nda ve Town Hall’da iki çello – ut resitali verdikten sonra o kış gecesinde ut ile seslendirdiği “Kapris”, “Raja”, “Koşan Çocuk”, “Ferahfeza Semai” adlı besteleriyle arzu ettiği oranda dikkat çekmeyi başarıp gazetelere haber olmuştu.
Targan’ın Akdeniz’e yayılan etkisi
Godowski’nin sıcak dostluğu sayesinde Kreisler’den Enescu’ya, Heifetz’den Rahmaninov ve amatör kemancı Einstein’a şöhretlerle tanışan Targan, uduyla Columbia dahil büyük firmalara 30 civarında eser kaydettikten sonra 1929 Ekonomik Buhranı’nı izleyen günlerde hastalanıp sahneye ara vermesi istenince 1932’de İstanbul’a döndü. Çello deneyimi, Batı müziği bilgisi ve ressamlığından gelen renk – ton sezgisiyle yepyeni kimlik kazandırdığı utun dünya sahnelerindeki serüveni yarım kaldı.
1934’te toparlanıp Fransız Tiyatrosu’nda piyanist Ferdi Statzer eşliğinde benzer repertuvarı seslendirdiğinde basından hararetli alkış alırken konservatuvar ve geleneksel müzik çevrelerince görmezden gelinince Bağdat Konservatuvarı’nı kurması teklifini kabul etti. 12 yılda Cemil – Münir Beşir Kardeşler, Selman Şükür gibi virtüözler yetiştirdi. 1919’da yazmaya başladığı ut metodunu zenginleştirdi. İstanbul’a dönüşünde iki yıllık Konservatuvar İlmi Kurulu başkanlığının ardından köşesine çekildi, sadece eşi Safiye Ayla’yla hayır konserlerine katıldı, radyoda resitaller verdi, 1967’deki vefatına kadar metodunu tamamlamaya çalıştı.
Notları ölümünden 28 yıl sonra kitaplaştırılsa da öğrencisi Cemil Beşir elini çabuk tutmuş, Cinuçen Tanrıkorur’un iddiasına göre, hocasının notlarına birkaç ek yapıp kendi ismiyle 1961’de yayımlamıştı. Günümüzde de Arap dünyasında yaygın kullanılan bu metod Targan’ın etkisini kuşaklar sonrasına taşıyacak, tüm Akdeniz coğrafyasına yayacaktı (Detaylı bilgi için bknz. “Peygamberin Dahi Torunu Şerif Muhiddin Targan”, Bilen Işıktaş, İst. Bilgi Ün. Yay, 2018).
Buna karşın, Cem Behar’ın değerlendirmesiyle, Targan’ın icracılığı ülkesinde donuk, duygusuz, fazla Batılı, Türk üslubuna aykırı görüldü, bu nedenle mirasını ileriye taşıyacak takipçileri Türkiye’den çıkmadı.
Mirasını Khail ve Brahem devraldı
Şerif Muhiddin Targan‘ın ABD’de yarım bırakmak zorunda kaldığını 60 yıl sonra Lübnanlı Rabih Abu Khalil ve Tunuslu Anouar Brahem gerçekleştirdi. 2000’lerin başında Hürriyet için konuştuğum Khalil, Targan’a şükranlarını sunmuş, Türk ekolünün etkisindeki Ali Sriti‘nin yetiştirdiği Brahem ise konservatuvar yıllarının Türk bestecilerini incelemekle, radyolarını dinlemekle geçtiğini anlatmıştı… Nitekim 1985’te ilk grubunu kurduğunda İstanbul’da ortak dil oluşturabilecek virtüözler aramış, Barbaros Erköse‘yle karşılaşmış, sonraları Kudsi Erguner’le de çalışmıştı.
İkiliden Brahem, Targan’a daha yakın bir sanatçı. Popülerliğin sığlığından, gelenekselin tutuculuğundan erken yaşta kurtulmayı başarması, kendi sesini aramaya yönelmesi önemli özelliklerinden. 18 yaşında, piyanist Keith Jarrett‘ın “Köln Konseri” albümünü dinlediğinde önünde yeni bir ufuk açıldığını söylüyor. Çağdaş sinema, plastik sanatlar, dans ve edebiyatla ilgili. Paris’te yaşadığı yıllarda Maurice Bejart’ın “Thalassa: Mare Nostrum” balesine, Tunuslu muhalif yönetmenlerin filmlerine müzik yazmıştı. Virtüözite cambazlıklarından uzak duruyor, kimi zaman sessizliği de katarak müziğini genişletmeyi başarıyor. Kayıtlarıyla ufuk açan ECM’den (Çağdaş Müzik Edisyonları) 1991 sonrası yayımlanan albümlerinde Endülüs’ten Hindistan’a, cazdan klasiğe çok geniş bir coğrafyada cesur, deneysel, kategorizasyonu reddeden çalışmalar yapıyor.
Acı ve hüznün lirizmi
Böylesine etkileyici bir müzisyen hakkındaki ilk kitabın Türkiye’de yayımlanmasını “Bu Suça Ortak Olmayacağız” başlıklı bildiriyi imzaladığı gerekçesiyle Anadolu Üniversitesi Mimarlık ve Tasarım Fakültesi’ndeki görevinden ihraç edilen akademisyen Osman Şişman‘a borçluyuz. Akademisyenliği engellenince 2019’da arkadaşlarıyla Yortkitap‘ı kuran Eskişehirli müziksever Şişman, yazar Orhan Kahyaoğlu‘ndan, tutkuyla dinlediği Brahem hakkında 100 sayfa civarında inceleme kitabı hazırlamasını istemiş.
Kahyaoğlu “Duru, Derin, Çıplak: Anouar Brahem Müziği”ne genel değerlendirmeyle başlıyor:
“Hep küçük ama farklı müzikal deneyimlerin izini sürer. Acı duygusunun yarattığı lirizm kompozisyonlarının neredeyse tümüne sinmiştir. Değişken bir müzikal kaynaşımın kompozisyonlarında nasıl rafineleşebildiği şaşkınlıkla gözlemlenebilir.
Onun kompozisyonlarında birçok farklı müzik birbiriyle kesişir, kaynaşır. Dolayısıyla izleyici kendisini müzikal ve kültürel bir eş zamanlılık içinde bulur. Bu kesişme şaşırtıcı inceliklerle doludur. Bu panorama müzikal çeşitliliğe rağmen sanatçıyı son derece kişiselleşmiş bir müziğe taşır.”
Altı bölüme ayırdığı metinde sanatçının albümlerine büyüteç tutarak müziğini oluşturma sürecini, deneysellik, avangart ve gelenekselle ilişkisini inceliyor.
Kahyaoğlu, Brahem’in cazda ve klasikte avantgard deneyimlere yakın durmasına dikkat çekip enstrümanını geleneksel konumunun çok ötesine taşıdığını belirtiyor:
“Bu ud belki daha çok blues müziği ve gitarının çağrıştırdığı duygularla örtüşebilir. Onun çalış stilinde uçarı ud varyasyonlarından çok, derin, karanlık duyguların etkileri dikkat çeker.”
1990’larda Arap aşık geleneğine yöneldiğini, dinginleşip durulaştığını, fısıltıyla konuşmaya başladığını hatırlatırken bu arada müziğinde piyanonun öne çıkmasına dikkat çekiyor.
Eserlerine doğrudan yansımasa da sanatçının yaşadığı coğrafyanın sorunlarını dert edindiğini, Ortadoğu’daki savaşlar, mülteci sorunu, Arap Baharı’nın etkileri gibi siyasi konularla yakından ilgilendiğini öğreniyoruz “Rita’nın İnsanı Hayrete Düşüren Gözleri” ara başlığıyla işaretlenen bölümden. 2006’da İsrail’in Lübnan’a saldırısının ardından çektiği ve müziklediği “Kelimeler” adlı belgeseli önemli bir örnek. Kahyaoğlu, bu hassasiyetin müzikteki izdüşümünü incelerken “Umutsuzlukla ışıltının müzikalitedeki iç içeliği de Brahem sound’unu işaretlemektedir” diyor.
Yazarın aktardığına göre, pek çok uzman Brahem’in müziğini “Yeni Afrika oda müziği” ya da “Akdeniz oda müziği” terimleriyle sınıflandırıyor. Kitapta alıntılanan Adam Shatz’ın tespiti ilginç:
“Brahem’in kısmen takht, kısman caz triosu, kısmen oda müziği topluluğu olan grubu Arap ve Avrupa hissiyatının sınırları ortadan kaldıracak şekilde içinde eridiği bir 21. yy Endülüs’ü olarak tanımlanabilir. Bu imge belki de bir isyandır ama güzelliği reddedilemez.”
Işıktaş’ın geniş kaynak taraması, görüşmeler ve gözlemle oluşturduğu, Kahyaoğlu’nun analizleriyle biçimlendirdiği kitaplarını eş zamanlı okumak farklı zaman diliminde, coğrafyada, kültürde yaşayan iki udinin kesişen, birbirini tamamlayan yaşamlarını yan yana getiriyor. Dün ve bugün kaçan fırsatları düşündürüyor…
(Serhan Yedig / 20 Ağustos 2021 / Hürriyet Kitap-Sanat’ta özetlenerek yayımlanmıştır)
Linkler
Anouar Brahem’in kişisel web sayfası