Wayne Shorter / Saklayacak bir şeyin varsa, mesala ton açısından yetersizsen cambazlık yaparsın, eksiğin görülmez

0

Miles Davis’in silah arkadaşı, Weather Report efsanesinin yaratıcılarından saksofoncu Wayne Shorter beş yıl aradan sonra, 2000 yılında İstanbul Uluslararası Caz Festivali’ne katılmak üzere Türkiye’ye geldi. Shorter’ı konserinden hemen önce Los Angeles’taki evinden aramış ve son beş yılı konuşmuştuk. Bize eşini kaybetmenin acısını nasıl yendiğini, büyük yankı uyandıran 1+1 albümünü, klasik müzik alanındaki çalışmalarını ve Budizmin faydalarını anlatmıştı. Bu arada sahnede cambazlık yapan müzikçilere karşı uyarmıştı: “Saklanacak bir şeylerin varsa, mesela ton açısından yetersizsen cambazlığa başlarsın, dinleyici eksiğini görmez.”

Detroit Senfoni Orkestrası için konçerto formunda eser bestelemeniz, bu eserleri çeşitli konserlerde seslendirmeniz saksofonunuzun sesini, rengini etkiledi mi; önünüzde yeni ufuklar açıldı mı?
– Küçük caz gruplarıyla çalarken bile hep orkestrasyonu düşündüm. Mesela son zamanlarda  Herbie Hancock ‘la yaptığımız konser dizilerinde, sahnede sadece ikimiz olsak bile dinleyiciler zengin bir renk cümbüşüne, panoromik ifadelere tanık oluyordu. Bugünün ikili, üçlü ya da dörtlü gibi küçük grupları renklere yeterince önem vermiyor. Benim bildiğim renklere önem veren tek küçük grup Nat King Cole Üçlüsü’ydü. Biliyorsunuz Oscar Moore’un gitarı ve Cole’un piyanodaki üslubu bu renk zenginliğini yaratmaktaydı. Bugünlerin küçük gruplarında bu araştırmacı yaklaşımı göremiyoruz. Sadece renkleri değil tüm hayatı sorgulayan, araştırıcı yaklaşım sözünü ettiğim. Dünyanın farklı ülkelerinde insanların nasıl konuştuğuna, ruh hallerinin ne yönde değiştiğine, sabırlarına bakmak gerekir. Çalgınızı öyle bir inançla çalacaksınız ki tüm bunlar yansıyacak. Mesela ben saksofon çalarken, orkestradaki çello grubu, keman grubu ya da trompet grubunun tınısını düşünüyorum. Bazen soprano çalarken dinleyiciler korno tınısını yakaladığımı söylüyorlar.
Down Beat’teki röportajda söz ettiğiniz örnek çok ilginç. Bir yaşlı hanım konserden sonra gelip sizin soprano saksofonunuzda, tenoru, baritonu, altoyu duyduğunu söylemiş…
– Evet İsveç’te rastlamıştım bu hanıma. Renklere verdiğim önemi İstanbul’da beraber çalacağım dörtlüde de göreceksiniz. Renk paletine saldırıp bunlarla müzik yapıyoruz. Arkadaşlarıma da şunu söylüyorum: Herbirimiz kendi paletimizdeki renkleri kullanıyor, bunların birbiriyle uyumlu oldukları noktaları buluyor, aynı zamanda o güne kadar hiç görülmemiş renkler yaratıyoruz. Renklerle öykümüzü, sahneye koyduğumuz oyunu geliştirebilir, genişletebiliriz. Eskilerin çaldığı gibi değil, kendi sesimizle ve çok boyutlu bir yaklaşımla bu işi yapabiliriz. Ben caza şu analojiyle yaklaşıyorum: Caz 150 şehir ağırlığında, 1.5 metre yüksekliğinde, 50 santim genişliğinde, mavi, içinde blues içeren ve sadece bu şekilde olan bir şey değildir. Ben caz çalarken enayice sözcük anlamına takılıp kalmam. Çünkü caz kategorisizlik demektir.

Orkestraya ne kadar karışırsan o kadar iyi olur

Yine klasik müziğe dönelim isterseniz. Emprovizasyonun, anlık yaratıcılığın, sürprizlerin, sınırsız özgürlüğün dünyasından planlı, programlı bir atmosfere geçtiniz. Orkestra havası size nasıl geldi, müzikçilerle diyaloğunuz nasıldı, sonuç sizi tatmin etti mi?
– Nisanda 90 kişilik orkestrayla Portekiz’de bir konser verdik. İsveç, Alman, Amerikan ve diğer uluslardan müzikçilerden oluşuyordu ekip. (Ne kadar karıştırırsanız o kadar çok yönlü olur müzik zaten.) Hiç duymadıkları müziği derinlemesine algılamayı başardılar. Yeterince prova yapıldı. Konseri düzenleyenler ilk kez salonun bu kadar dolduğunu söyledi. Konser sonunda üç kez ayakta alkışlandık, üç kez bis çalındı. Dört çalışmamdan Szygy’nin sadece sekiz dakikası bu alkışı aldı. Bu eser aslında 30 dakika. İşte bu versiyonunu önümüzdeki günlerde 90 kişilik bir orkestra oluşturarak kaydedeceğiz.. Sanıyorum Polygram’dan yayımlanacak.
Klasik alanda çalışmayı sürdürecek misiniz; klasik dünyasını hayrete düşürecek projeleriniz var mı?
– Tabii, yapılacak çok iş var. Yeni müzik arayan bazı şeflerle diyalog içindeyim. Statükocular dengelerden ve eski çizgiyi sürdürmekten yana. Beethoven, Mozart çalmayı sürdürerek para girişini garantiye almak istiyorlar, riskten hoşlanmıyorlar. Dinleyiciler de aynı şeyleri dinlemekten sıkılıp konser salonlarına uğramaz oluyor. Oysa yeni şefler çağdaş, modern, yeni müzik peşinde. Yeni yazacağım eserlerde daha fazla orkestrayı kullanacağım ve her biri ölümsüzlük kutlaması gibi bir eser olup çıkacak. (Gülüyor) Hayatın, müziğin ne için olduğu sorunuyla ilgili olacak. Bu soruya tatmin edici cevap vermek için müzik yazmayı sürdürmeliyim. (Gülüyor)
Sinemaya çılgınca tutkun olduğunuzu, evinizdeki özel salonda gece gündüz film seyrettiğinizi biliyorum. Bir röportajda Herbie Hancock 1+1’ı kaydederken film müziği gibi, öyküsü olan, kahramanları olan bir müzik tasarladığınızı söylüyor. Bu müzik için bir film çekmek isteseydiniz ne tür bir konu seçerdiniz?
– Bilimkurgu olurdu herhalde. Fakat bilimkurgu sadece erkek kahramanlardan oluştuğunda bundan hoşlanmıyorum. Kadın, erkek ve çocuklar da olmalı. Günlük hayattaki her gerçekliği görmeliyiz. Ayrıca gelecekte ne olacak sorusu değil, gelecekle ilgili hayaller yansımalı perdeye.

Ben müziğimi yaparım, filmi yönetmenler çeksin

Kamerayı kapıp kendiniz böyle bir film çekmeyi düşünmez misiniz, çok mu geç sinemaya soyunmak için?
– Bu saatten sonra benim tek yapabileceğim benim gibi düşünen, bu tür bir maceraya girmekten mutlu olabilecek yönetmenlerin ilgisini çekebilecek müzik bestelemek olabilir. Spilberg hayallerini gerçekleştirmek için ciddi bir hamle yaptı. İşini, parasını kaybetmekten korkmayan, Spilberg gibi cesur olan birilerinin daha ortaya çıkması gerekiyor.Yani daha fazla astronota ihtiyacımız var.
Çok ilginç bir rastlantı. 1996’da sizinle yaptığım uzun telefon röportajının başlığını astronomiye olan ilginizden esinlenip “Cazın kıdemli astronotu” koymuştum… İsabetli olmuş demek ki…
– (Gülüyor) Sahi mi?…
Peki, İstanbul’a geleceğiniz dörtlüden bahsedelim biraz. Kimler var, neden bu müzikçileri seçtiniz?
– Grup çok yeni, geçenlerde Southern California’da büyük besteci Jean Carlo Maneti’nin kurucusu olduğu bir festivalde konser verdik. Philip Glass da oradaydı. Sadece yenilikçi müziklerin sunulduğu bu festivalde caza geçen yıl yervermeye başladılar. Sonny Rollins çaldı önce, sanırım. Ben piyanist Danillo Palez, basçı John Patitucci ve davulcu Brian Blade’den oluşan yeni grubumla konser verdim. Şu anda yeni albüm için kayıttayız.
Adı, yayımcısı, repertuarı belli mi?
– Kasımda tamamlamayı planlıyoruz. Adı belli değil. Repertuar da yavaş yavaş oluşuyor. Verve’den yayımlanacak. Ayrıca bu yaz turne sırasında dört yerde kayıt yapacağız, bunlar da yayımlanacak.
Kayıt listesinde İstanbul da var mı; albümünüzde İstanbul’da kaydedilmiş bir parça olması bize gurur verirdi…
– Sanıyorum plak firmaları görüşmeleri sürdürüyor. Yeterli donanım ve uygun atmosfer olması gerekiyor. Şehir gürültüleri, uçaklar, klaksonlar tehlikeli.
Açıkhava Tiyatrosu’nda martılar size eşlik edebilir. Onlar da renk katar kaydınıza… Geçen röportajda, Miles Davis dörtlüsünden bu yana aynı dili konuşan ve yaratıcı atmosferi yaratabilen bir grupta çalışmadığınızı söylemiştiniz. Şu andaki müzikçilerin bir konserden diğerine, kayıttan kayıta koşarken müziğin ruhuna nüfuz edecek zamanları olmadığını belirtip bu nedenle High Life’taki her notayı oturup teker teker yazdığınızdan bahsetmiştiniz.Yeni albümü de her notasına kadar siz mi yazıyorsunuz?
– Epeyce beste hazırladım. Fakat bol miktarda özgürlük alanları bıraktım grup üyelerine. Söylediklerinize ek olarak, genç müzikçilerin benimle çalarken alışkanlıklarını da bırakmalarını bekliyorum. Charlie Parker’dan, Art Tatum’dan, John Coltrane’den daha iyi çalma fikrinden vaz geçmeliler. Parker’ın yarım bıraktıklarını, dahasını çalmak istiyorlar. Bilmem anlatabiliyor muyum?
Kendi dillerini yaratma yerine tembel davranıp eski dille konuşuyorlar, diyorsunuz yani…
– Evet. Dramatik etki, teorik yaklaşım… Bunlar önemli. Bunun için Miles Davis’in grubunda uzun sololar yoktu. İyi dengelenmiş dramatik etki yaratan tüm ögeler kullanılıyordu.
Benzer ışığı, kıvılcımı grubunuzda hissedebiliyor musunuz?
– İşte biz de bunun yollarını arıyoruz. Bu hafta sonu San Francisco’da  sonra California’da çalacağız. Avrupa’ya turneye gelmeden önce bu konuda çalışacağız. Çoğu müzikçi sahneye çıktığında dinleyicinin gözlerini kamaştırmayı, dünyayı büyüleyebilmeyi misyon edinmiştir. Fakat ortada bir de birlik, takım ruhunu yakalama sorunu var. Bu tür yaratıcı ortamların oluşması için hep destek olmaya çalışıyorum. Hatta bir grupta çalmasam da destek oluyorum. Biliyor musunuz, bazen, sürekli çaldığında, teknik gösterilere girdiğinde ortada olmayan bir şeyleri gizliyormuşsun gibi olur. Mesela tondaki kalite düşüklüğünü ustaca saklayabilirsin.

Weather Report’u toplayacak cesur firma çıkmadı

Miles Davis’in 75’inci doğum günü İstanbul’da da kutlanıyor. Açık Radyo iki haftadır programlarında Miles Davis’i ve tabii sizinle çaldığı günlerin kayıtlarını da dinleyicilerine sunuyor. Bu kutlamalar için bir mesajınız var mı?
– Mesajım şu: Birer insan olarak doğduğumuz için çok şanslıyız. İnsan olma bilincini taşımamız hayattaki en büyük şanslarımızdan biri. O bilinç ki bize soruyor: Evet sen bir insansın, peki ne yapacaksın şimdi?”  (Gülüyor)

Herbie Hancock ve Wane Shorter ikilisi 1+1’la Grammy kazanmıştı

1996’daki röportajda Zawinul’la görüştüğünüzü, Weather Report’un yeniden bir araya gelebileceğini müjdelemiştiniz. Hiçbir gelişme olmadı. Anladığım kadarıyla Weather Report artık sizi heyecanlandırmayan, unutulmuş bir defter. Yeni sayfa açmak içinizden gelmiyor pek…
– Hayat çizgilerimizde farklı yollardan yürüdük. O yoğun mücadele sürecine geri dönmek için 26-27 yaşında olmak gerek. Yeniden başlangıç için destek gerek. Sponsorlar, plak firmaları, PR firmaları… İşte bunlar yeni başlangıçlara enerji, yakıt sağlıyor.
Weather Report’un efsanevi ismi istediğiniz tüm desteği sağlayacak kadar güçlü. Plak firmalarını ikna edemedik, demek istemiyorsunuz değil mi; buna inanmak neredeyse imkansız…
– İstediğimiz kadar cesur firma bulamadık. Plak satışlarının düşmesi rock, rap, hip-hop, trip hop gibi ticari müziklerin piyasayı doldurması, firmaların cesaretini de etkiliyor. Titanic faciası istemiyoruz, diyorlar. Ayrıca o yoğun turneler, prova için şehirden şehire dolaşmaları kaldıramayacak kadar yaşlandık. Bir başka nokta şu andaki tüm çalışmalarımızı bırakıp yeniden Weather Report’a geri dönmek zaman mekan makinesine binip geri gitmeye benziyor. Şu anda yaptığımız şey bir efsanenin hayata döndürülmesinden daha önemli… Belki doğru düzgün çalamayan bir grup müzikçi, müzik temelinden yoksun, ama sonuna kadar gitmek, yeni birşeyler yaratmak arzusuyla tutuşuyorlar. Yaşadıkça, çaldıkça öğreniyorlar. İşte bu insanların tutkusu günün birinde felç oldu. Miles Davis’i hatırlayın. Şov dünyasına balıklama dalıp Thelonious Monk, Charlie Parker ve onda yaratıcılığın samimiyetten kaynaklandığını göstermişti…
Sesiniz o kadar heyecanlı geliyor ki 15 bin kilometre uzakta, ahizenin ucundan içinizdeki enerjiyi hissedebiliyorum. Bir felaketin ardından gelen sürpriz aşkın, 65 yaşından sonra hayata yeniden başlamanın bunda payı var mı?
– Budizm ve meditasyon sayesinde oluyor bu. Kaybettiğim eşimle yıllarca beraber meditasyon yaptık. Onu kaybedince hayatın sesine kulak vermek zorundaydım. Onu göremesem de sesine kulak verdim. Diyaloğumuz sürüyor ve hep “verdiğin sözü unutma” diyor. Salaklar hep sözlerini unutur. Verdiğimiz söz şu: “Hayatta başlangıç ya da son diye bir şey yok. Ölümsüzleşecek yaratıcı değerler üret.” Unutmayalım, yaratılan hiçbir gerçek değer kaybolup gitmez. Fakat “değer”in ne olduğunu bilecek akla sahip olmamız gerekir. Bu akıl içimizdedir.

İşte benim astronot adaylarım

Altı yıl önceki konuşmamızda yetenekli genç müzikçilerden bahsederken Gonzalo Rubalcaba’ya dikkat edin demiştiniz. Şimdi gözdeniz hangi gençler?
– Bir ay kadar önce Herbie Hancock, Terence Blanchard ve Profesör John Clayton’la birlikte Thelonious Monk Enstitüsüne burs için başvuran gençleri dinliyorduk. Monk Enstitüsü gençleri geçmişin değerlerini kazanıp geleceğe yürümeleri yolunda yüreklendiren bir kuruluş. Beninli Lionel Loueke adında bir genç gitarı şimdiye kadar hiç duymadığım tarzda çaldı. Berklee’yi bitirmiş. Müthişti. Çok etkileyici bir duyguyla, gitara hiç benzemeyen tınıda çalıyor. Önümüzdeki hafta New York’a gelip yeni albümümün kayıtlarına katılacak. Yine aynı yerde Budapeşte’den bir davulcu, Güney Kore kökenli Arjantinli bir piyanist, ABD’den bir saksofancu, California’dan bir şarkıcı genç kızla karşılaştım. Müthiştiler. Şarkıcı olan Charlie Parker solosunu şarkı gibi söyleyebiliyor. Bir de Gallerli Charlie Church adında 15 yaşında bir operacı var. Yeni albümde onun seslendirdiği bir İrlanda halk şarkısını yorumlayacağız.
Şimdilerde cazın geleceği adına umut bağlanan gençlerden biri de piyanist Brad Mehldau. Birlikte çaldınız. Fikrinizi sorabilir miyim?
– Yeryüzünden uçuşa çıkacak ilk uzay gemisinin pilotu olmaya hazır… (Gülüyor) Sanıyorum önümüzdeki hafta New York’a gelip yeni albümümün kayıtlarına katılacak.
Anlattıklarınız çok heyecan verici. Yeni albümü dört gözle bekliyorum. Peki, son olarak İstanbul konserinin repertuarını soracağım. Ayrıca Türk cazseverlere bir mesajınız var mı?
– Repertuar konusunda şu anda bir şey söyleyemeyeceğim. Mesaja gelince, biraz önce söylediğimi tekrarlamakla yetiniyorum: İnsan olduğumuz için çok şanslıyız, bu insana, insan olarak yapmak istediğini gerçekleştirme fırsatının kapısını aralıyor. İnsan olmayı becerme, kendini geliştirme fırsatı sunuyor.
Bu fırsatın kıymetini bilin, diyorsunuz; röportaj ve bu küçük hayat dersi için teşekkür ederim…

(Serhan Yedig / Jazz Dergisi / Temmuz 2001)

Share.

Leave A Reply

17 + 9 =

error: Content is protected !!