Türkiye’nin ilk konservatuvarına 1932 yılında kabul edilen Bülent Tarcan, viyola öğrenimi görmüştü. Besteci 40 yıl sonra o günleri anlatıyor.
Yolun üniversiteye düştükçe Şehzadebaşı’ndan Bozdoğan Kemeri’ne saparım ve her zaman tahtaları artık kapkara olmuş eski bir İstanbul konağına gözlerim takılarak içim burkulur. Çünkü bu köhne yapı vaktiyle İstanbul Belediye Konservatuarı idi.
Benim kuşağımdan olup da sayılan gittikçe seyrekleşen birçok müzik yolcularının gözlerini sanat alemine açan bu ahşap konak vaktiyle o derece kararmamış, saçakları o kadar sarkmamıştı. O günlerde de eski yüzlü ve modası çoktan geçmiş bir yapıydı ama duvarlarından, pencerelerinden Bach’ın, Mozart’ın, Beethoven’ın hatta ara sıra da olsa Debussy’nin yankıları duyulur ve Batı’nın o muhteşem sanatının ezgileri ile kapısı önünden geçen simitçi, yoğurtçu, hatta klarnet ve dümbelek sesleri arasında elma şekeri satan seyyar satıcıların “ara nağme”leri acaip bir çelişki halinde birbirine karışırdı.
İkinci katın orta salonu haftada bir defa rahmetli Seyfettin Asal Hoca’nın yönettiği orkestranın üyeleriyle tıklım tıklım dolar, duvarlardan taşan o alışılmamış korno ve timpani seslerini duyan yalın ayak mahalle çocukları sokağa birikip şaşkın şaşkın bakarlar ve gürültü ile müzik arasında yerini seçemedikleri bir senfoninin durup durup tekrarlayan çalışına kulak kabartırlardı.
Harap konağın şık talebeleri
Adı alışmayanlar için zor sökülen bu binaya kimi “konserve fabrikası” kimi de kestirmeden “çalgıcı mektebi” derdi. O civarı şaşırtan ikinci bir olay da bu eski konağa genç, ihtiyar bir yığın şık hanımların ve beylerin girip çıkmasıydı. O günlerin Şehzadebaşı semti, dar gelirli ve çoğunlukla fakir İstanbulluların barındığı öksüz bir semtti. Bu şık kılıklı ve kibar tavırlı kalabalığın oraya girip çıkması doğrusu ya “konserve fabrikası”nın itibarını hayli artırmıştı.
Bu binaya 1932 yılında keman talebesi olarak girdim. Benden önce girmiş bulunanların konservatuarın havasını övmeleri, İstanbul’un en ünlü bir artistinden (Karl Berger) ders almama rağmen, ayrıca buraya da devam isteğini uyandırmıştı bende. O günlerin öğrencisi olan arkadaşlarım ve hocalarımdan söz etmekle (hayali cihan değen – evet bütün gerilik ve yoksulluğa rağmen değeri unutulamayan) o mektebin anılarını bugünün okurlarına aktararak ufacık da olsa bir vefakârlık yaptığımı sanıyorum.
Benim o devirdeki arkadaşlarım şunlardı: Rahmetli İskender (kemancı), Zeki Berküren (viyolacı), Orhan Borar (kemancı), Şeref Yenen (viyolonselci), Rahmetli Şermin Ayra (viyolonselci), Aleks Kelleci (piyanist), Bedriye Türün (soprano), Matmazal Danailof (piyanist), Enver Kakıcı (viyolonselci), Hayrullah (klarnetçi). Bir de bizden birkaç gömlek ileride, o zaman hepimize bir “Walhala” olarak görünen yüksek devrede bulunanlar vardı: Rana Erksan (piyanist), Mutahhara Mithat (kemancı), Nuri Koray (kompozitör), Hadiye Ötügen (viyolonselci), Tıbbiyeli Hilmi (kompozisyon)… Hepsini hatırlamıyorum ama daha birkaç isim olacak. Şu arada Soyadı Kanunu’nun o tarihte henüz çıkmamış olduğunu da söylemeliyim.
Paytak sekreter Selahattin’den Seyfettin Asal’a uyarı
Arkadaşlarıma ait anılarıma geçmeden önce biraz da öğretim üyelerinden ve idarecilerden söz etmeliyim. Rahmetli Musa Süreyya Bey müdürlükten ayrılmış, yerini Yusuf Ziya Demirci’ye bırakmıştı. Bu güleç yüzlü, dinamik asıllı direktör, hissettirmediği fakat zekice kullandığı otoritesi ile konservatuar’ın “Bol ahenk” gidişini gevşetmeden yıllarca sürdürmüş, becerikli ve dediğini yaptıran bir idare adamıydı. Kimse onu fazla önemsemez fakat o da kimseye aldırmaz, ama her şeye rağmen, her yerde, her işin altında varlığı hissedilir ve fark edilmeden sayılırdı. Bu arada bir de sekreter Selâhattin Bey’i unutmamalı. Koridorlardan çarliston oynar gibi paytak bir yürüyüşle geçer ve klasik bir memur vazifeseverliği ile kapılardan dersleri gözetlerdi. Nedeni şuydu: Üç ayda bir verilmesi gereken ders taksitlerinin vaktini geçirerek bedava derse girenler varsa enselemek! Böyle bir durumda, içeri bir kâğıt gönderirdi. Aynı dikizleme benim de başıma geldi bir defa. Taksiti yatıracağım gün Seyfettin Bey’in derse erken geldiğini öğrenip, sekreterlikten önce sınıfa girmiş ve hocaya Kreutzer’den verdiği etüdü döktürmeğe başlamıştım. İşte tam o sırada kapı aralandı. Selâhattin Bey’in bol pantolonlu çarliston bacakları, patlıcan biçimi burnu ve zıpzıp gibi ufacık gözleri belirdi. Tabii meşhur kâğıt da ardından yetişti. Rahmetli hoca kâğıda şöyle bir bakıp kenara koyarak beni dinlemeye devam etti. Dersten çıkarken kâğıdı buruşturup atıverdi. Merak edip açtım ve okudum:
“Bülent Efendi taksitini yatırmamıştır. Derse devam ederseniz (Mesul!) oluruz.”
Taksiti zaten yatıracaktım. Ama bu arada Seyfettin Hoca’nın âlicenap ve kibar kişiliğini de gerçek olarak öğrenmiştim. Nur içinde yat sen sevgili hoca!
Selâhattin Bey’le sonradan iyice dost olduk ama o hiçbir zaman memur titizliğini elden bırakmadı. Her neyse, şimdi önce gelelim o günün öğretici kişilerine.
Cemal Reşit Rey’in pantolonunda namaz izi
O günlerin konservatuarının en ulu kişisi, en yaşlısı olmaksızın, Cemal Reşid üstattı (O zaman daha Rey değildi!). Gayet itinalı giyinir, sadece ramazan ayında namaz kılmaktan pantolonlarının dizleri çıkar, sair zamanlar ise bıçak gibi ütülü olurdu. İtinayla taranmış saçları, gayet zarif sarı ve biraz dolgunca Douglas’vari bıyığı, pırıl pırıl yeşilimtrak mavi gözleri ve bütün bunlara ilâveten sanat otoritesi dillere destandı. Talebelerinin çoğu önemli ve varlıklı ailelerin kızlarıydı. Derslerinde ya tamamen Fransızca ya da Fransızca-Türkçe karması dille konuşurdu. Onu hepimiz korkuyla karışık bir hayranlıkla sayardık. Piyano öğrenmek için o zamanlar Cemal Bey’den geçmek değişmez kuraldı. Her gün artan istekler karşısında her zamanki nezaketine rağmen artık gelenleri reddetmeye başlamıştı. Israr edenlere:
“Impossible! Allez â Statzer! C’est un remarquable musicien!” diyordu.
Bu ünlü piyano hocası aynı zamanda armoni, müzik analizi ve kompozisyon dersleri verdiği gibi resmî olarak koronun da şefiydi. Fakat bu işi sonradan Muhiddin Sadak yükümlenmişti.
Statzer eğitimin seviyesini yükseltti
Şehzadebaşı Konservatuarı’nın bu efsanevi üstadı yanında o günlerde Türkiye’ye gelen Viyanalı genç bir piyanist belirdi. Konservatuarın islâhı için çağrılan Joseph Marx’ın tavsiyesi ile geldiğini duyduğumuz bu gencin adı şimdikinden azıcık farklı idi. Yıllar yılı müzik ortamımıza kalabalık bir piyanist nesli yetiştirmek üzere Türkiye’ye yerleşip aramıza karışan ve adını da Ferdi yapan bu genç piyanistin isminin Ferdinand Statzer olduğunu öğrendik. Gayet yakışıklı bir Orta Avrupa beyefendisi olan bu sanatçı kendini bizlere Beethoven’ın Appassionata, Chopin’in Fantaisie’si gibi güç ve parlak eserlerle tanıttı. Ve bir grup yeni talebe ona kayarak Statzer’in yetiştireceği piyanist kuşağının ilk parçasını teşkil etti.
Sırası gelmişken şunu da ilâve edeyim ki, bizde klâsik ve akademik anlamda gerçek bir Bach-Mozart-Beethoven geleneği de işte o günlerde başlamış ve bugüne kadar da kesilmeden devam etmiştir. Ve gerçek anlamda da akademik bir piyano öğretimi onunla yerleşmiştir. Ondan öncekilerin veya ondan sonrakilerin hatırları kalmasın, bu gerçeğin ta kendisidir. Piyanist Statzer’i eleştirme uğruna piyano hocası Statzer’in hak ve değerini inkâr etmeğe yeltenmeyi asla doğru bulmam. Zaten bunun tartışmasının yeri de bu yazı değildir. Statzer’in diğer bir hizmeti de piyano literatürü yanında oda müziğini de destekleyerek bizlere müziğin bu en asil ve zengin yönünü sevdirmesi olmuştur.
Seyfettin Asal mekaniğe önem verir müzikaliteyi öğrenciye bırakırdı
Şimdi gelelim diğer hocalara:
Benim keman hocam Seyfettin Asal‘dı. Gayet kibar, çok boylu ve iri yarı olmasına ters düşen ince sesi ve nezaketi dolayısıyla onu çok severdik. Derslerinde daha çok mekanizm ile uğraşır, müzikaliteyle pek de meşgul olmazdı. Asal Hoca’nın, “öğrencinin tekniği ilerledikçe çalacağı eserlerden müzikalite kazanır” gibi bir düşüncesi vardı ki bu da herkese uymuyordu. Bu yüzden orta derecede kemandan tatlı ve dolgun bir ton elde edenlere karşılık yüksek devrede Dont, Paganini çalmalarına rağmen kolay bir andanteden netice alamayanlara rastlanırdı.
Diğer keman hocası rahmetli Ali Sezin’di. Sessiz, gayet çekingen ve nazik olan Sezin Hoca’ya koridorlarda pek seyrek rastlardık. Talebesi ile kapandığı odadan nadiren dışarı çıkar ve o zaman da evinin yolunu tutardı, öğretim tarzı apayrıydı. Tekniği yavaş yavaş sindirir, en küçük entonasyon kusurları üzerinde titizlik eder ve müzikalite üzerinde ısrar ederdi. Her iki hocanın bugünkü görüşümde eleştirisini yaptığım zaman, müşterek bir öğretim ihmallerini görür gibiyim. O da yay tekniği idi. O zamanın talebeleri olan bizler, modern yay tekniğini, seyrek de olsa İstanbul’a gelen Thibaud, Manen, Hubermann gibi virtüozlarda görüp hayran kalırdık. Çünkü o tekniği hocalarımızda da bulamıyorduk.
Şehzadebaşı Konservatuarı’nda tek çello hocası Sezai Asal‘dı. Kardeşi Seyfettin Asal’a göre biraz daha ince fakat daha da uzun olan Sezai Hoca’nın iki gözde talebesi, Enver Kakıcı ve Şeref Yenen’di. Çello dersi verirken dışarıdan Goltermann’ın mektep konçertolarından biri duyuluyorsa, içeride daha küçüklerin olduğu anlaşılırdı. Benim girdiğim sene Şeref, Raff’ı, Enver ise Popper’i çalmaktaydı.
Hadiye Ötügen’e derste hiç rastlamadım. Nadiren gördüğümüz bu hanım çelliste ancak konserlerde rastlıyorduk.
Asal Kardeşler oda müziğine yatkındı
Sezai Asal Hoca da kibar, telaşsız bir beyefendi olarak talebeleri tarafından sevilmiştir. Asal Kardeşler’in, Viyana yaylı sazlar ekolünün etkisiyle sağlam bir teknikle fakat kuru hatta zevksiz bir tonla çaldıkları dedikodu olarak duyulurdu. Seyfettin Hoca’yı 1933’te yapılan bir Brahms konserinde onun konçertosunu çalarken dinlemiştim. Gerçekten teknik pırıl pırıldı. Fakat ikinci bölümün lirizmi yerine dümdüz vibratosuz, katı bir müzik duyduk. Sanıyorum ki Asal Kardeşler’in çalışları daha ziyade kolektif müzik (oda müziği ve orkestra) disiplinine göre idi. Buna rağmen her ikisi de sonradan gelenlerin haksız küçümsemelerine asla lâyık değillerdi. Öğrettikleri sazların akademik olarak tedrisine gerçekten vakıf, değerli hocalardı. Emekleri ve çabalarını unutamayız. Seyfettin Hoca ayrıca orkestrayı da yönetiyordu. Talebelerden kurulan bu topluluğun kadrosu hayli dengesizdi. Aralarında henüz Seybold çalanların da bulunduğu bir sürü kemana karşılık ben ve Zeki Berküren iki tanecik viyola olarak araya sıkışırdık. Üfleme çalgılar hiçbir zaman tam olmadığı gibi teknikleri de hayli düşüktü. Konserlere o zamanki Mühendisyan Orkestrası’ndan da katılanlar olur (Biz de onlara giderdik) ve 6-7 aylık provalardan sonra ortaya şöyle böyle bir klasik senfoni ve uvertür, nadiren bir konçerto çıkarırdık. Programların sonuna da çerez kabilinden Asal Kardeşler’den birinin yerli renk karıştırılmış birer “arrangement” tipi parçası eklenirdi. Bunlardan birinin ismini hatırlıyorum: “Laz Uşağı”. Yani modernize bir horon. Her şeye rağmen biz bu oldukça derme çatma orkestra sayesinde Batı’nın orkestra literatürünü tanımaya başladık. Beethoven’ın 1 ve 5’inci Mozart’ın Sol minör senfonisi, Egmont ve Uçan Hollandalı uvertürleri, Liszt’in Tasso’sunu o zaman işittik. İyi veya kötü bu çalışmaların en olumlu yönü bize Batı sanatının ufuklarını açmasıydı. Hiçbir orkestra müziği geleneği olmayan o devrin ortamında daha iyisi de sanırım imkânsızdı. Nitekim daha iyisi konservatuvarın Şehzadebaşı’ndan çıkıp 6’ncı Daire’deki Novotny Oteli binasına taşınmasından sonra oldu. Başka bir yazımda onlardan da söz etmek isterim.
Joseph Marx’ın tavsiyesiyle bir de oda orkestrası kurulmuştu. Bu orkestra bir bakıma “Doppel Ouartett”ten farksızdı: Kemanlarda Mutahhara, İskender, Orhan, altolarda Zeki ve ben, çellolarda Enver ve Şeref bulunuyorduk. İlk olarak da Haydn’ın Sol minör kuvartetiyle işe başlamıştık.
Cemal Reşit’in “unutma beni” çiçeği
Biraz da teorik derslere dokunayım. Solfej hocası rahmetli Hulûsi Bey’di. Birinci ve ikinci armoni sınıflarına Ferit Alnar, üçüncü kur ve kompozisyona Cemal Reşid bakıyordu. Cemal Bey’e derslerinde tıbbiyenin son sınıf talebelerinden Hilmi (sonradan ünlü bir tüberküloz uzmanı oldu) yardımcılık ederdi. Galiba Şefik Gürmeriç de bu işe katılırdı. Kompozisyon devresinde Nuri Koray vardı ve ilk yazılarını yazmağa başlamıştı. O devrenin piyano öğrencileri arasında isimleri aklımda kalanlar şunlardır: Rahmetli Sabahat Reşid, Vecihe ve Rana (şimdiki Rana Erksan). Bunlardan Rana sonradan hoca olarak bugüne kadar yüzlerce çocuğumuzu piyanoya çalıştırmıştır. Danaylof, Selâhattin (Sonradan İzmir’ e gitti), Nermin, Gilbert, Selma ve daha birçokları da piyano sınıflarının gözdeleriydi. Şimdi kimblllr ne oldular? Yalnız birisinin (ki çok güzel bir genç kızdı) sonradan delirdiğini kaydedip geçeyim. Hayatta acı veya tatlı neler olmaz ki?
Haftada bir defa da üçüncü katın sağ köşesindeki piyanolu odada Cemal Reşid, analiz dersleri yapardı. Bu dersler ileri sınıflara aitse de Cemal Reşid’in çekici kişiliği hepimizi oraya toplardı. Dinleyiciler arasında topuzlu veya hotozlu şişman bazı hanımlar vardı ki bunlardan biri Cemal Bey’in Türkçe karşılığını hatırlamadığı bazı çiçek isimlerini dilimize çeviriyordu. Hocanın pek sevdiği üstadı Raoul Laparra’nın “lora danzarlak / dans eden çiçekler” eserinin analizini yaptığı sırada Fransızca bir çiçek ismi geçti mi bu hanım yerinden kalkarak bize Türkçelerini söylüyordu. Tuhaf bir rastlantı olarak isimlerden biri listenin sonuna geldi ve kendimizi tutamayarak gülünce hem hoca hem de tercümanı öfkelendi. O da şöyle oldu: Şişman hanımefendi hotozunu oynata oynata çiçekleri sıralamaktaydı: Papatya, şakayık, gül, menekşe, leylak ve bir ara …
— Unutma beni!
deyiverdi. Siz olsanız gülmez misiniz? Mamafih ben bu satırları yazdığıma göre kendisini unutmadığımı burada açıklamış oluyorum demektir.
Orhan Borar konservatuvarda en temiz çalan kemancıydı
Arkadaşlarım: Keman sınıfının başta gelen iki yıldızı vardı: Bunlardan Symphonie Espagnole ve Bach Partita çalan Mutahhara Mithat seyrek olarak görünürdü. Bizlerle arasında saygılı bir arkadaşlık vardı. Fakat müzik hayatını aktif olarak sürdürmedi. Kibar bir ev hanımı olarak çekildi. İkincisi İskender’di. O günlerde Vieuxtemps’ın Dördüncü Konçertosu ile Birinci Partita’yı çalmaktaydı ve mektep konserlerinde az çok yaklaşık bir teknikle çaldığı “Zigeunerweisen” ile bizleri kıskandırırdı. İskender, Belediye Konservatuarı’nı Beethoven konçertosunu çalarak pek iyi dereceyle bitirdi ve hemen mektebe öğretim üyesi olarak alındı. Yazık ki trajik bir kaza, zavallı İskenderciğin çok genç yaşında hayatına son verdi. Sazına ve sanatına çok bağlı bu talihsiz arkadaşımızı içim burkularak hatırlarım. Ruhu şad olsun.
Üçüncü arkadaşım Orhan Borar’dır. Onu ilk defa 1931 senesinde, Kadıköy Şark Musikisi Cemiyeti’nde tanımıştım. Tığ gibi ince uzun bir delikanlıydı. Şeref’le birlikte Mendelssohn’un Re minör trio’sunu çalmışlardı. Temiz entonasyonu ve elegans’la kullandığı arşesi ile dikkati çekiyordu. Konservatuarda en temiz çalan kemancı oydu. Ara sınavların birinde Kreutzer’in Mi bemol etüdünü o kadar pürüzsüz ve müzikal çalmıştı ki hepimiz hayran kalmıştık. Orhan müzik ve hukuk tahsilini başa baş yürüttü. Konservatuar konserlerinde keman şampiyonumuz hep o olurdu. Ben ondan dinlediğim Mozart’ın 5 inci ve Wieniawsky’nin Re minör konçertolarını hâlâ unutamadım. O zamanın gencecik Orhan’ı bu konçertoların tümünü bütün orijinal yay teknikleri ile ve hiçbir kolaylaştırılmış “coup d’archet”ye tenezzül etmeden çalan gayet istidatlı bir talebe idi. Brahms, Grieg ve Lekeu’nün sonatlarını da büyük bir müzikalite ile çalabiliyordu. Orhan, 1936-37 senelerinde bir aralık üniversite bürolarında hayatını kazanmaya çalıştı. Fakat Cumhurbaşkanlığı Senfoni Orkestrası’na giriş sınavı Orhan’ı asıl hakkı olan yere yerleştirdi. Orada da yalınkat bir orkestra kemancısı olarak kalmadı. Mithat Fenmen ile gayet başarılı bir düo kurarak müzik hayatımızın ilk başarılı ve üstün kaliteli sonat enterpreti oldu. Bununla da yetinmeyerek radyo müzisyenliği yaptı. Şimdi Belediye Konservatuarı’nın yıllanmış bir hocası. Yusuf Güler ve Ester Mefano gibi değerli kemancıları da o yetiştirdi. Bu zeki, enerjik ve sanatçı eski arkadaşımla ara sıra karşılaştığımız zaman önce birbirimizi süzeriz. O tığ gibi ince uzun ve zarif Orhan şimdi şişmanlamış ve kalınlaşmış yaşlıca bir hocadır. Benim saçlarım bembeyaz oldu. Galiba ikimizin de dişleri yerine protezler geçti. Ama değişmeyen gerçek ve vefalı bir arkadaşlık kaldı ki onun sayesinde bir araya gelince virtüozları dinlemek için adam başına birer birer ödeyip aldığımız “paradis” biletleri ile Fransız tiyatrosunun kapısında ayazade nasıl sıra beklediğimizi hatırlayıp güleriz.
İki seçkin çellist
Viyoloncelci Enver Kakıcı, geçen sene Cumhurbaşkanlığı Senfoni Orkestrası’ndan emekli oldu. Şehzadebaşı’ndayken hepimizden ilerideydi. Onu da ilk defa konservatuvarın Galatasaray salonunda düzenlediği bir konserde tanımıştım. Popper aranjmanı bir Macar rapsodisi çalarak dakikalarca alkışlanmıştı. Kibar tavırlı, güzel Fransızca konuşan, çekingenliğe yakın tevazu ile daima sempatik ve nezih kalan bir gençti.
Enver de sonradan Cumhurbaşkanlığı Orkestrası’na girerek ilk püpitr’e kadar ilerledi. Elegan bir yayı, gayet temiz bir entonasyonu vardı. Enver gibi bir sanatçının solist olmayışı sadece onun çekingen ve ihtirassız kişiliği ile izah edilebilir. Yoksa kabiliyeti onu yalnız orkestra çellisti olmaktan çok daha ilerilere götürebilirdi. Enver bizim kuşağın en centilmen örneğidir. Şimdi İstanbul’da ama oturduğu yeri bilmiyorum. Yoksa zevkle bir trio çalmak için yakasına yapışmakla çok mesut olacağım.
Diğer çellist arkadaşım, değerli avukatlarımızdan Şeref Yenen’dir. Viyolonsele daha lisede başlamıştı. Üstün istidadı dolayısıyla ona geleceğin parlak bir çellisti olarak bakardık. Müziğe o derece düşkündü ki, yemek ve uyku saatleri dışında çelloyu elinden düşürmezdi. Şehzadebaşı Konservatuarı’nın diğer genç yıldızı da işte bu Şeref’ti. Pek sözünü sakınmayan, alaycı ve delişmen takımdan olduğu için etrafını sık sık kızdırmakla beraber çok yakışıklı, zeki ve kültürlü olduğundan yine de muteber bir talebeydi. Sonradan Cumhurbaşkanlığı Orkestrası’na girdi ve bunun için de Güzel Sanatlar Akademisi’nin Mimarlık Bölümü’nü bıraktı. Orkestranın solisti Davit Zirkin ve şef Praetorius, Şeref’i çok beğenmişti. Yazık ki Şeref’in profesyonel hayatı kısa sürdü. Yeniden amatörlüğe dönerek bu defa hukukçu oldu, önce savcılık yaptı, şimdi de gözde bir avukattır. O olağanüstü istidadına ve her nefes alışında müzik üflemesine rağmen, Şeref’in bu yola dönüşünün psikolojik nedenleri hayli derin olmak gerektir. Artık konserlere dahi gelmez oldu.
Ülkücü bir müzisyen: Altocu Zeki
Şimdi anılarımın en acıklısına geldim: Şermin Ayra. O da viyolonsel sınıfındaydı. Enver ve Şeref’in gerisinde olmakla beraber iyi bir orkestra viyolonselcisi olmaya namzetti. Boylu boslu, gayet tatlı, çekici bir Türk kızıydı. Onu hepimiz çok severdik. Gayet iyi bir ailenin ihtimamla büyütülmüş ve yetiştirilmiş tek kızı olan Şermincik dürüst ve nezih kişiliği sayesinde o günlerin en sempatik öğrencilerindendi. Ne yazık ki korkunç bir akciğer tüberkülozu o taze çiçeği solduruverdi. Gayet ıstıraplı iki ameliyata kahramanca dayanmasına rağmen kurtulamadı. Şermin Ayra, talihin kıydığı en nasipsiz artist namzetlerimizden biri olarak biz arkadaşlarının yüreğinde geçmez bir acı halinde yer etmiştir.
Piyanist Aleks Keleci, hepimize sıkılmadan, usanmadan sazında eşlik eden cefakâr arkadaşımızdır. Elimize geçen her notayı önüne kor ve birlikte çalmaya mecbur ederdik. Gayet sağlam bir deşifrajı vardı. Hayatını piyasada kazanmağa mecbur kalmasaydı ünlü piyano hocalarımızdan biri olacağından şüphe etmezdim. Şimdi acaba nerelerde, bilmiyorum. İzini kaybettim.
Gelelim altocu (viyola) Zeki Berküren’e: İlk tanıştığımız günlerde Seyfettin Hoca’nın ilerlemiş bir talebesiydi. Goldmark konçertosunu çalıyordu. Yaşça da ağabeyimiz sayılırdı. Müziğe bağlılığı aşırı bir romantik temayül olarak vasıflandırılabilirdi. Kemanı sonradan alto uğruna bıraktı. Zaten daha o günlerde viyolayı gereği gibi çalan tek kişi olduğundan “Altocu Zeki” olarak tanınırdı. Zeki özellikle oda müziğini çok seven bir arkadaşımız olarak bizleri kuartet, kentet halinde bir araya getirirdi. Cumhurbaşkanlığı Orkestrası’ndan geçen sene emekli oldu. Zeki’nin kişiliği, ülkücü bir müzisyenin tam kendisidir. Yıllarca oturduğu alto sandalyesinde orkestra literatürünün her türden şaheserlerini tanımış ve bununla mesut olmuştur. Bu kadarı çok kimseye az gelebilir ama unutmayalım ki, müziği okyanuslar gibi muazzam bütünlüğünü yapanlar içinde faziletli bir orkestra sanatçısının yeri ve payı çok büyüktür. Onları kimse görmez ve fark etmez ama gerçek sanatçılar diğerlerinin kadrini asla unutmazlar. Zeki Berküren işte bu değerlerden biridir.
Sadak, koro uğruna virtüözlüğünü feda etti
Şehzadebaşı devrinin önemli bir çehresini az kaldı utanılacak bir ihmalle unutacaktım. O da Muhiddin Sadak Hoca’dır. O günlerde heyecan ve enerji dolu bir gençti. Konservatuar konserlerinde çello literatürünün güzel örneklerini tanıtırdı. Strauss ve Ropartz’ın sonatlarını ilk defa onun elinden tanıdık. İsterseniz Sadak Hoca’ya olan aşırı sevgime verebilirsiniz ama çekinmeden söyleyeyim ki bu sanatçı, müziğin tümüne şamil ve doğal zevki yüzünden, kendini tamamen verebildiği takdirde bir as olacağı çelloya kıymıştır. Vakıa bugün opera temsillerinde daima başarılı olan koro onun zaferidir ama bu, parlak bir çello virtüözlüğünü feda etme pahasına olmuştur. Ondaki müzik sezgisine nail olan az sanatçı tanıyorum. Ne çare ki o zamanki ortam, Muhiddin Sadak gibi sanatçıları harcamıştır.
Nimet Hanım ile Cemal Bey’in Fransızca tiradları
Konservatuarın o günden aklımda kalan tek şan hocası Nimet Vahit Hanım’dır ki sonradan Amerikan vatandaşı oldu. Pek Avrupai olan Nimet Hanım’la Cemal Bey koridorlarda karşılaştılar mı ne zaman biteceği bilinmeyen uzun ve heyecanlı bir Fransızca konuşma başlar ve bu her zaman aynen tekrarlanırdı. Nimet Hanım’ın sınıfında Babikyan, Diraduryan ve Bedriye Tüzün (Ferit Tüzün’ün ablası. Yalnız Nimet Hanım’a talebe olup olmadığından emin değilim), Belediye Konservatuarı’nın ilk mezunlarındandır. Nimet Vahit ilk Türk operalarının oynandığı (İran Şahı’nın Türkiye’yi ziyaret ettiği yıl) temsil için elde bulunan yegane sopranomuz olmuştur.
Benim anılarım bu kadarcık. Bugün pencerelerinden yıkanmış çamaşırlar, yatak çarşafları ve yastık yüzleri sarkan o kararmış eski konağı neden bu derece önemle andığıma şaşanlar olabilir. Ama İşte o eski konağın iyi kötü öğretimi, oradan yetişenler ve oranın havasıdır ki yurdumuza devlet konservatuarları kurma isteğini uyandırmış ve bugüne kadar müzikte iş gören birçok arkadaşların sanatı orada filizlenmişti. Düşünelim ki o tarihlerde Türk Beşleri’nden üçü, (Saygun, Erkin ve Akses) yurda dönmemişti. Ortada Türk virtüözü diye tek isim yoktu. İdil, Suna, Ayla ya doğmamış ya da doğmak üzereydi. Ankara’da ise sadece Musiki Muallim Mektebi vardı. İstanbul gazetelerinde müzik olaylarını eleştirecek müzik bilen tek kalem yoktu. Bu işi az çok vahim gaflarla dolu yazılarıyla bazı ünlü yazarlar yapmaya yeltenirdi. Hey gidi günler! Sonradan konservatuar Beyoğlu’na taşındı. Kadrosu genişledi. Ömer Refik Yaltkaya, Adnan Saygun, Laşinski ve Amar geldiler. Konservatuar orkestrasına Viyana’dan Eidler, Kopplinger, Kühn gibi sanatçılar katıldı. Yatılı kısmı büyüdü. Mükerrem, Hayrullah oranın yetiştirdiği sanatçılardır. İstanbul Konservatuarı sonradan özelikle yetiştirdiği piyanistlerle müzik ortamımızı zenginleştirdi. Devlet Operası’na güzide sanatçılarını gönderdi ve bilinen ilerleyişler oldu. Bütün bunların kökünde ben hâlâ o eski ve harap konağın yerini bir temel mâbet gibi görüyorsam aşırı bir santimantalizm yüzünden değil, gerçeğin payını inkâr edemeyişimden dolayıdır. Eski konservatuvarın mâna ve değerini hiç değilse İstanbul için en olumlu biçimde kabul etmek borcumuzdur.
(Bülent Tarcan / 1 Nisan 1973 / Orkestra dergisi / Arşiv çalışması: Zeynep Erdoğan / Redaksiyon: Serhan Yedig)