Sahneye çıktığında ziller, Anadolu yapısı koyun çıngırakları, ağaç vurmalılar, davullar arasında kaybolan Marilyn Mazur “Ben tüm bu çalgılarla öyküler anlatıyorum, boşlukta tablolar boyuyorum” diyor. Miles Davis, Wayne Shorter, Jan Garbarek’le uzun yıllar çalıştıktan sonra, 1989’da Future Song’u kurdu. 2002 Martı’nda İstanbul’da vereceği konser öncesinde, Danimarka’daki evinden aradık. Grubunu, müziğe yaklaşımını, oğlu Fabian’ı konuştuk. Biraz da Miles Davis dedikodusu yaptık.
Bir röportajda, çocukken sihirli bir sıvı icat etmeyi, bunu püskürterek piyanonuzu avucunuza sığacak kadar küçültmeyi hayal ettiğinizi söylüyorsunuz. Sizi hep sahnede perküsyon ormanı ardında izliyoruz. Bu kadar çalgıyla turneye çıkmak işkence olsa gerek. Hepsini birleştirip küçültecek özel bir sprey icat etmeyi düşünüyor musunuz?
– Hayatımda icatlara pek fazla yer kalmadı. (Gülüyor) Dolayısıyla bu tür hayaller kurmuyorum artık. Böyle bir mucize gerçekleşse çok sevinirdim doğrusu. (Gülüyor) Çünkü tüm bu çalgılarla yolculuk yapmak zorundayım hâlâ.
Peki neden işi basitleştirip birkaç çalgıyla ya da bir udu davuluyla sahneye çıkmıyorsunuz? Az imkanla çok şey söylemek ciddi bir cesaret gösterisi olsa gerek.
– Bazı küçük konserlerde bunu deniyorum. Seyrek de olsa, birkaç davul, bir udu ile çaldığım oluyor. Müzikte renk zenginliğini, akışkanlığı, enstrümanlarla öykü anlatmayı seviyorum. Bunun için perküsyon çeşitliliğine ihtiyacım var. Bir davulla istenen duygu aktarılabilir. Sadece bir duygu ve ritmler olur müzikte. Ritmler kadar titreşimdeki, akışkanlıktaki duyguyu seviyorum. Tüm konser boyunca sadece davul çalmak beni tatmin etmez.
Klasik davul setinin başına oturduğunuzda özgürlüğünüzün elinizden alındığını hissediyor musunuz?
– Bu biraz farklı. İki grubumun yanısıra farklı müzikçilerden oluşan topluluklarda sık sık sadece davul çalıyorum. Davul bütünlüğü olan bir enstrüman. Sadece davul çalmak da beni mutlu ediyor. İstanbul’a geleceğimiz Future Song grubunda bir başka davulcumuz var. Nedenini sorarsanız, sadece mükemmel bir müzikçi olduğu için değil, sağlam ve akışkan üsluba sahip olduğu için önemli. Ona müziğin akışkanlığını sağlama görevini bırakıp ben renklere konsantre olabiliyorum.
Tüm dünyadan çalgı topluyor
Perküsyoncu diğerleri arasında kendi çalgısını icat etme özgürlüğüne sahip belki tek müzikçi. Perküsyon denizinde sizin de epey icadınız olmalı. Hangisiyle gurur duyuyorsunuz?
– Elde yaptığım pek fazla çalgı yok. Benim mucitliğim ilginç kombinasyonlar, kullanma biçimleri geliştirme konusunda ortaya çıkıyor. Çalgılarım arasında sadece birkaç tanesini ben yaptım. Zil koleksiyonumla gurur duyuyorum. Çoğu Çin ve Hindistan’dan gelen bir sürü küçücük zilim var. Bunları tonal, tamamiyle olmasa bile neredeyse kromatik melodiler çalabilmek için topladım. Herbirini farklı akordladım. Zil sesine yakın olduğumu söyleyebilirim. Bütünlük duygusunu yakalayacak, diğer enstrümanlarla iç içe geçecek bir yapı kurmaya çalıştım.
Sihirli değneğiniz olsa nasıl bir perküsyon yaratırdınız?
– Yıllardır enstrümanlarımı geliştirmek, en iyi kombinasyonları bulmak, boyutlarını küçültüp yolculukları kolaylaştırmak, seslerini yükseltmenin yollarını bulmak için çalışıyorum. İdeal bir çalgı yok kafamda. Kullandığım enstrümanlarla mutluyum.
Dansla çalan perküsyon yapacak
Biyografinizi okurken piyanodan, perküsyondan önce dansla uğraştığınızı öğrendim. Sahnede sizi vecd halinde dans ederken görüyoruz hep. Elektronikten pek hoşlanmadığınızı bilmesem, dans hareketleriyle çalacağınız bir çalgı geliştirmek istemez misiniz, diye sorardım.
– Aslında bugünlerde düşündüğüm konuya parmak bastınız. Bunu epey zamandır düşünüyorum. Eskiden, Miles Davis’le çalıştığım yıllarda elektronikle epey haşır neşir olmuştum. Elektronik desteğe antipatim yok. Fakat şimdilerde o kadar çok elektronik çalgı var ki. Enstrümanların doğal, insani niteliklerini korumak da çok önemli. Bu noktaya önem veriyorum. Dans ederken havada ya da vücudum üzerinde çalabileceğim bir şeyler yapmaya çalışıyorum. Ama elektronikle pek haşır neşir olmayı düşünmüyorum. (Gülüyor) Belki akustik olarak bunu yapmanın bir yolu vardır. Haydi açıkça söyleyeyim: İşte bu benim hayalim. Bu yıl Percussion Paradise adlı bir grup kurdum. Beş kadın, sadece vurmalı çalıyoruz. Danimarka ve Finlandiya’dan iyi perküsyoncular bir arada. Çalarken epeyce dans ediyoruz. Belki hayalimi gerçekleştirmenin bir yolu da bu olabilir. (Gülüyor) Birileri davul çalarken ben dans ederim…
Sıcak, insani tonlar veren seramik ya da tahta vurmalı çalgılar yerine neden çoğunlukla ışıltılı fakat soğuk çağrışımlı zilleri tercih ediyorsunuz?
– Evet çoğunlukla metallerle çalıyorum. Akılcı düşünürsek daha sıcak tonları tercih etmem gerekiyor. Ağaç vurmalılar ya da toprak enstrümanlar gibi. Çünkü insani tonları seviyorum. Buna karşın metali tercih etmemin sebebi sanıyorum zillerin uzun sesi; bu sayede kazandıkları ruhani, mistik özellik. Belki bu gereksinim tüm bu soğuk sesli çalgıları toplama nedenim. Aslına bakarsanız metal soğukluk yerine bana mistisizmi, ölümsüzlüğü, pırıltıları çağrıştırıyor. Toprak çalgıları hiç kullanmadığım söylenemez. Udu davulunu kullanıyorum. Fakat kırılma tehlikesi yüzünden turnelerde yanımda taşımak istemiyorum.
Nana Vasconcelos kadar olmasa da sizin de bazen perküsyonla karanlığa resimler çizdiğinizi hissediyoruz. Hafızanızda müziğinizin görsel karşılığı var mı?
– Bir açıdan söylediğiniz doğru. Çalarken resimler, günlük hayattan görüntüler geçer gözümün önünden. Rüyamsı diyebileceğimiz özellikleri var müziğimin.
Rüyalarınızı müziğe dönüştürmeye çalıştığınız olur mu hiç?
– Rüyalarımda çaldığım, konser verdiğim olur. Eğer o gün çok çalışmışsam, bir beste üzerinde çok uğraşmışsam rüyama girer. Bazen rüyamdaki çok etkilendiğim şeyleri müziğime taşıdığım da olur. Fakat çok seyrek…
Müziğimde ruj lekesi ve apartman topuktan başka şeyler var
Grubunuzun, bestelerinizin isimlerinden, müziğinizden hep geleceğe baktığınız sonucunu çıkarıyorum. Tıpkı Wayne Shorter gibi. Sevdiği gençlerden bahsederken ‘geleceğin astronotu’ der onlar için. Wayne Shorter’la diyaloğunuz nasıldı?
– Aslında müzisyen ve insan olarak kendimi Miles’a daha yakın buluyorum. Wayne ile çok turneye çıktık, yolculuklarda çok uzun sohbetler yaptık. Ama birbirimizi tam olarak anladığımızı, aynı yolda buluştuğumuzu söyleyemeyeceğim. Wayne’in grubunda olmak benim için zor bir tecrübeydi. Yani Miles’la çalmak gibi değildi. Wayne harika bir besteci ama birlikte çalışmak hiç kolay değil!
1996’de Parliament Caz Festivali için birlikte geldiğinizde konseri elektronik şovlarla, cambazlıklarla geçmişti. Eşini kaybettikten sonra değişti, filozoflaştı. Sizi rahatsız eden ticari ve samimiyetten uzak yönü müydü bu müziğin?
– Hem evet hem de hayır. Sanırım hep hissettiklerini çaldı. Ama belki müziğinde ticari yönler ön plana çıkıyordu. Wayne hep kendi için çaldı. Son zamanlardaki çalışmalarını pek bilmiyorum. Geçenlerde televizyonda gördüm, o kadar. Gayet iyiydi. Ama “bir daha birlikte çalar mısın” diye sorarsanız, düşünürüm. O uzun, zorlu turnelere çıkmayı hiç gözüm kesmiyor doğrusu. (Gülüyor)
Son zamanlarda çocuk müzikleri üzerinde yoğunlaştınız. Birden fazla proje gerçekleştirdiniz. Bunlar Fabian’ın getirdiği ilgiler mi, yoksa çocuk müziklerinin özel bir önemi mi var sizin için?
– Aslında büyük oranda Fabian’ın sayesinde oldu. Annelik ve müzik birbirinden uzak iki ayrı dünyaydı. Bir araya getirmek istedim. Ortaya çocuk müzikleri çıktı. Bunun yanısıra çocukların fazlasıyla berbat ticari müzik dinleyerek büyüdüklerini düşünüyorum. Kulakları kötü müzikle o kadar doluyor ki kaliteli müziği duyamaz, müziği derinlemesine sevemez hale geliyorlar. Çocukların severek dinleyeceği, zevk alacağı, ticari olmayan müzikler yapmaya çalıştım. İstedim ki görsünler: Ruj lekesi ve apartman topuktan başka şeyler de var müzikte… (Gülüyor)
Fabian artık neredeyse çocukluktan çıkıyor. Fakat siz çocuk projelerini sürdürüyorsunuz. 200 çocukla Den Kuglerunde Jord projesini gerçekleştirdiniz Magic Music adında bir CD yayımladınız. Yan ilgi alanı olarak devam edecek mi çocuk müzikleri?
– Birçok projeyi bir arada yürütüyorum. Aralarında çocuklar için müzik de var. Doğrusunu söylemek gerekirse, bundan sonra çocuk müziği yapmak istediğimde “büyümüş olanları” için yazmayı tercih ederim… (Kahkahalar) Yapacağım çalışmalara Fabian’ın da katılmasını arzu ediyorum.
Fabian’ın müzikle arası nasıl; evde ya da sahnede düet yapıyor musunuz? Sizinle turneye çıktığını okudum…
– Aslında dans etmeyi daha çok sevdiğini söyleyebilirim. Saffekeduo diye bir perküsyon ikilimiz var. Teknoya kadar uzanan perspektifte müzik yapıyoruz. Tüm çocuklar gibi Fabian da bu grubu çok seviyor. Perküsyonla da bu sayede ilgilenmeye başladı, fakat şimdilik pek ciddi bir ilgi değil… İçinde var fakat yeterince disiplinli değil. Zorlamak istemiyorum.
Afrika ritmlerine hayran
Müziğinizden anladığım kadarıyla Çin’den Afrika’ya çeşitli kültürlerdeki perküsyon geleneğini araştırmışsınız. En çok hangisini kendinize yakın buldunuz?
– Çin ve Japonya’da pek uzun kalmadım. Afrika’ya daha çok gittim. Kendimi daha yakın buluyorum Afrika’ya. Melezim; yarım zenci ve kanımda Afrika’dan bir şeyler var. Afrika gezilerimde epey müzik dinledim, etkilendim. Özel bir çalışma yapmadım. Öğrenmek için derinlemesine çalışmak gerektiğini biliyorum. Basit görünmesine, çoğunlukla özgür doğaçlamaya dayandığı sanılır. Gine’de yerel müzikçilerle çalarken çok karmaşık ritm sistemleri, usülleri olduğunu gördüm. Çok öğrendiğimi söyleyemeyeceğim fakat büyülü bir tecrübeydi. Cazın köklerinin ne kadar derin bir kültüre dayandığını gördüm.
Kuzey Afrika ve Anadolu ritmleri ilginizi çekti mi; Türk müzikçilerle çaldınız mı?
– Kuzey Afrika’dan Faslı müzikçilerle çalışmam oldu. Çok etkilendiğimi söyleyebilirim. İstanbul’a her gelişimde konser verip telaş içinde ayrılıyorum. Hiç inceleyecek zamanım olmadı. Kuşkusuz Okay Temiz’i tanıyorum, müziğini biliyorum. Kopenhag’da Türk müzikçilerle karşılaşıyorum bazen. Tüm bilgim bu. Türkiye’nin zilleri çok ünlü… Az kalsın unutuyordum…. Geçen gelişimde bir perküsyoncu koyun çıngıraklarını önerdi. Çarşıya çıkıp aradım, buldum. Kopenhag’da akort ettirdim. 12 zilden bir set oluşturdum. Sık sık kullanıyorum, harikalar… (Gülüyor) Hatta bavula sığdırabilirsem sanırım İstanbul’a yanımda getireceğim.
Anahtar sözcük: Macera
Sizi Miles Davis’le, Jan Garbarek’le, Wayne Shorter’la dinledik. İstanbul’a ilk kez grubunuz Future Song’la geliyorsunuz. Grup, müziğiyle dinleyicisini labirentlerde hayal dolu bir maceraya çıkarıyor. Biraz bu yönü üzerine konuşabilir miyiz?
– Macera bu müziği hissetmek için anahtar sözcük. Söylediğiniz gibi renkli, öyküler anlatan, macera dolu bir müzik yapmaya çalışıyoruz. Grupta farklı kültürlerden birçok müzikçi var. Atmosferde birbirinden farklı sesler dolaşıyor. İfade ve esin kaynakları açısından çok geniş bir yelpazeden besleniyoruz. Biraz vahşi, enerji dolu, akışkan bir müzik bu…
10 yıllık süreçte Future Song’da neler değişti ya da değişim ne yönde oldu?
– Hâlâ eskisi gibi çok kültürlü bir topluluk. Bir ya da iki üyemiz değişti sadece, geri kalanı aynı müzikçiler. Zaman içinde birbirimizi daha iyi tanıdık. Müzik yazarken herkesi tanıdığım için daha rahat yazıyorum. Herkese, kendi öyküsünü anlatacak özgürlük alanları bırakıyoruz.
Future Song, dinleyicisinin düş gücüyle, oyuncu zekasıyla birleştiğinde genişleyen, öykülere dönüşen, paylaşımcı hale gelen rengarenk bir müzik üretiyor. Konserde dinleyicinizin düş gücünü harekete geçirecek sihirli bir formülünüz var mı; yoksa dinleyiciyi kendi haline mi bırakırsınız?
– Zor bir soru… Ne olacağını önceden bilemezsiniz hiç. Bazen sihir kendiliğinden ortaya çıkar. Bazen hiç çıkmaz. Ne yazık ki her koşulda işleyecek sihirli bir formül yok. Şunu biliyorum ki müzik iyi tınlarsa, dinleyicinin ruhuna ulaşacak pozitif titreşimi yaratırsa sihir ortaya çıkmış demektir. Bu noktada müzik dinleyiciyi içine alır, cesareti ölçüsünde yaratıcılığını kışkırtıp benzersiz bir serüvene çıkarır. Yani başlangıç noktası çok önemli, tek numaram bu. (Gülüyor) Jan Garbarek’le çalarken önceden yazılmış bir öyküyü anlatıyorsunuz dinleyiciye. Kendilerini güvende hissediyorlar; kaybolma riski yok. (Gülüyor) Benim grubumda her şey planlı, programlı değil. Anlatacağımız öykü sahnede son şeklini alıyor. Herkes sürprizlerle dolu bir serüvenin yolcusuna dönüşüyor… İkinci sorunuza gelince… Konserlerde dinleyicilerle konuşmam, sözel iletişime girmem. Eğer her şey yolunda gidiyorsa, müzik iyiyse, dinleyiciyle buluşmuşuz demektir. İnsanlarla, insanlar için müzik yapıyorum. İletişim olmazsa müzik olmaz zaten…
İsveç yerine Türkiye’yi tercih ederim
Future Songs’un bugüne kadar karşılaştığı hayal gücü en geniş, en katılımcı dinleyici hangi ülkedeydi?
– Danimarka dışında grubumla çaldığım ilk ülke Türkiye olacak sanırım. Tecrübelerime dayanarak Türk dinleyicisinin çok coşkulu olduğunu söyleyebilirim. Enerjik, dinamik bir topluluğa çalmak büyük zevk. İsveç’te çalsak durum farklı olur. Daha içine kapalı insanlar. Onlar da düş gücü çok gelişkin dinleyiciler, fakat tepkilerini yansıtmıyorlar pek. Orada dinleyiciye ulaştığınızda gerçekten mutlu oluyorsunuz. Biri diğerinden daha iyi diyemem; ama tercihimi sorarsanız kesinlikle Türkiye’de konser vermeyi tercih ederim.
Miles bana maçoluk yapmadı
Yıllarca sadece kadınlardan oluşan gruplarda çaldınız. Hatta bir feministler orkestrasının üyesiydiniz. Sonra gidip cazın en maço şahsiyetiyle yıllarca çalıştınız. Miles Davis’in grubunda kadın olmak zor muydu?
– Miles epey ciddi bir insandı. Bununla birlikte sihirli yönleri vardı. Tabii “en maço cazcı” derken kimden bahsettiğinizi, ne demek istediğinizi gayet iyi anlıyorum. Grubundaki diğer erkek müzikçilere böyle davranmış olabilir. Ama bana hiç bu tavırda yaklaşmadı. Çok özel bir yaklaşımı da yoktu, içinden geldiği gibi davranıyordu. Bir tür zihinsel bağlantı vardı aramızda. Sadece orada olması bile gruba müthiş bir enerji veriyordu. Harika bir tecrübeydi benim için. Zor yönlerine gelince. Danimarka’da geçti yıllarım. Birden kendimi sadece Amerikalı erkeklerden oluşan bir grup içinde bulmak şaşırtıcı bir tecrübeydi. Farklı bir titreşimdi benim için. Zorlandım ama Miles yüzünden değil.
Ölümünden yıllar sonra otobiyografisi yayımlandı. Okuduktan sonra fikriniz değişti mi?
– Bu kitabı satın aldım. Fakat okumadım. Müzikte hedeflerinizi kesin olarak belirledikçe, yolunuzu çizdikçe, müziğin nasıl olması gerektiği konusu kafanızda netleştikçe çevredekilere karşı çok daha eleştirel oluyorsunuz. Farklı şeyler duydukça siniriniz bozulabiliyor, sert ifadeler kullanabiliyorsunuz. Miles’ın kitabına bu açıdan bakmak lazım.
Dört yıllık tecrübeden sonra “Tüm zorluğuna karşın değdi doğrusu, bunu Miles’ın grubundan başka hiçbir yerde öğrenemezdim” dediğiniz ne var?
– Hımmm. Düşünelim. Sadece Miles’ın yapabileceği şeyleri yakından görme fırsatını edindim. Ayrıntıya girmem gerekirse izah etmek zorlaşacak. Önemli noktalardan biri, bu grubun, çok büyük dinleyici kitlelerini harekete geçirecek enerjiyi üretebilmesiydi. Turnelerde dünyayı dolaşırken beni en çok grubun ürettiği bu yoğun titreşim etkiledi. Müziğinin formülü şuydu: Anın sihrini yakala, yanındaki müzikçilerle paylaş. İşte bu onu diğerlerinden farklı yapıyordu. Miles’ın swing duygusuyla çalma özelliğinden de çok şey öğrendim.
Gruptan ayrılmaya karar verdiğinizi söylediğinizde tepkisi ilk karşılaştığınız günkü kadar kibar mıydı? Sonraki yıllarda dostluğunuz, desteği devam etti mi?
– Birkaç kez ayrıldım gruptan. Önce iki perküsyoncu olduğumuz için, ekonomik problemler yüzünden ayrıldım. Benden ayrılmam istendi. Sonra Miles pişman oldu ve geri çağırdı. Bir yıl boyunca grubundaki tek perküsyoncu bendim. Tam dört yıl dünyayı dolaştım onunla, konserler verdim. Bıkmıştım artık. Ayrıca müzik biraz ticarileşmişti. Bu sırada Future Song projesi için para buldum. Ayrılmaya karar verdiğimde Miles epey üzüldü. Ama kabalık yapmadı. Sonraki yıllarda festivallerde, konserlerde karşılaştık. Özel bir diyaloğumuz olmadı.
Çevresinde binlerce genç müzikçi dolaşırken sizi neden seçtiğini, dikkatini nasıl çektiğinizi, en çok hangi özelliğinizden etkilendiğini söyledi mi hiç?
– Bu konuda neredeyse hiç laf etmedi. Palle Mikkelborg’un Aura Süiti’nde ilk kez birlikte çaldık. Miles, Sonic Ödülü’nü kazanmıştı. Mikkelborg, Kopenhag’da yapılacak tören için bir eser yazdı. Benden seslendirecek gruba katılmamı istedi. Miles da geldi ve çaldı. Sonra birlikte çalışmak istediğini söyledi. Sanırım müzik açısından çekingen davranmamamdan, müziği harekete geçirecek, dinamik yapısını hızlandıracak tınılar yaratmamdan hoşlanıyordu. O yıllarda Amerika’da müzik kalıplaşmıştı. Müzikçiler grupta sadece kendi bölümleriyle ilgiliydi. Benim farklı, çok daha renkli, belki biraz romantik çalmam ona çekici gelmişti. Bana şunu çal, demezdi pek. Az konuşurdu. Dans etmek istiyorsan, istediğini yap, demişti bir kez. Ben de çalarken dans etmeye başladım. (Gülüyor) İlk grubunda iki perküsyoncuyduk. Diğeri Latin ve akışkan çalardı. Ben ise elektronik örnekleme yöntemiyle esrarengiz sesler yaratırdım. Benim işim müziğe gizem ve renk katmaktı. Diğerlerinin vazifesi daha açık belirlenmişti.
İstanbul konserinizin repertuarında neler olacak; ECM albümlerinden seçmeler ve yeni çalışmalar mı?
– ECM albümü için büyük bir repertuar kaydettik. Manfred Eicher tarafından seçilen küçük bir bölüm girdi albüme. Bu yüzden repertuarımızda albümden parçalar azınlıkta kalacak. Zaten onları çalsak bile doğaçlamalarla çok farklı tınlayacak. Future Songs’un albümdekinden çok daha canlı, dinamik yüzünü göreceksiniz konserde. Farklı şeyler duyacaksınız. Geçenlerde yeni bir albüm kaydettik. Bir ay kadar sonra Jazzpar yayımlayacak. Bu albümde daha dinamik bir Future Songs bulacağınızı söyleyebilirim.
Kristal sesli şarkıcınız Aina Kemanis de yanınızda olacak mı?
– Tabii. Sesi peri masallarını çağrıştırıyor değil mi? Etkileyici, şeffaf… Biliyorsunuz sesini çoğunlukla enstrüman gibi kullanır, şarkı söylemez. Bu kez repertuarımızda ilk kez şarkılar olacak. Bazılarının sözünü ben yazdım, bazıları kızılderili şarkıları.
Sizinkiler Danca diğerleri Kızılderilice olacak muhtemelen. Hiçbir şey anlayamayacağız. Tuhaf kaçmazsa, içeriklerini sorabilir miyim?
– Merak etmeyin, sözler İngilizce. Çoğunluğun konusu düşsel olaylar. Yine de bir kızılderili şarkısının adını söyleyeyim: “The soul would have no rainbow if the eyes have no tears…” (Gözünde yaş olmayanın, ruhunda gökkuşağı olamaz)
Dinleyicilere konserden önce bir mesajınız var mı? Garbarek’teki Mazur’u dinlemeye gelip hayal kırıklığı içinde salondan ayrılmamaları için birkaç küçük ipucu verebilirsiniz belki…
– Miles ve Garbarek’ten çok farklı bir müzik dinleyecekler. Bununla birlikte ortak ögeler de olacak. Kuzey duyarlılığı, lirizm, akışkanlık… Daha dışa dönük, deneysel bir müzik duyacaklar. Öykülerimiz olacak. Tek söyleyeceğim şu: Herhangi bir koşullanmaya girmeden gelin…
FEMİNİST BANDONUN ZORAKİ DAVULCUSU
Marilyn Mazur 1955 doğumlu. Amerikalı zenci bir baba ile Danimarkalı annenin tek çocuğu. ABD’de doğdu, altı yaşında annesiyle Danimarka’ya döndü. Bale ve piyano dersleri aldı. 18 yaşında liseden arkadaşlarıyla Feminist Doğaçlama Orkestrası’nı kurdu. Grupta davulcu olmadığı için vazife ona kaldı. 1975’te Danimarka Kraliyet Konservatuvarı perküsyon sınıfından mezun oldu. Primi Band adlı tiyatro grubunun yanısıra Alex Riel’le Six Winds’de çaldı. 1985’te, trompetçi Palle Mikelborg yardımıyla tanıştığı Miles Davis orkestrasına katıldı. Ardından Gil Evans’la, Wayne Shorter’la turnelere çıktı. Charlie Mariano’yla konserler verdi. 1989’da Danimarka’ya dönüp Future Song’u kurdu. Ayrıca kontrbasçı olan eşi Klavs Hovman’la Pulse Unit adlı bir başka topluluk oluşturdu. Geçen yıl Jazzpar ödülünü kazanan Mazur, şu anda üç grupta birden çalışıyor, ayrıca saksofoncu Jan Garbarek’in dörtlüsünde yer alıyor.
(Serhan Yedig / Mart 2002 / İş Müzik)
Linkler
Kişisel web sayfası
Wikipedia biyografisi