Davulcu Ferit Odman, 2011’de ikinci albümüyle ünlü Amerikan caz dergisi Down Beat’ten yıldızlı pekiyi almıştı. Bu kez “Dameronia with Strings”te bop çağının en romantik piyanisti Tadd Dameron’ın müziğini yaylı çalgılarla birleştiriyor.
TRT’deki bigband deneyimi müziğinize ne kazandırdı?
– İlk bigband deneyimini İsveç’te edindim. Beş davulcu arasından okul orkestrasına seçildim. Cennete düşmüş gibiydim. 2009’da TRT Hafif Müzik ve Caz Orkestrası’nda çalışmaya başladım, kurum sanatçısı oldum. Count Basie, Duke Ellington gibi bigband ustalarını çocukluğumdan beri severek dinlerdim. Orkestra sayesinde, davulcu olarak bu armonilerin içine girme fırsatını buldum. Bu ekol davulcunun dünyasına çok farklı kapılar açıyor, besliyor, geliştiriyor. Bugün kulaklarım diğer pek çok davulcudan daha fazla oranda bigband armonisiyle doluysa orkestra sayesindedir.
Standart davul seti size yetiyor mu, farklı materyaller, vurmalı enstrümanlara ilgi duyuyor musunuz?
– Füzyon arayışından, etnik müziklerden uzağım. Cazda ilgilendiğim dönemin müziklerini icra etmek için standart caz davulu seti bana yetiyor. Kendimi yeterince ifade edebiliyorum.
Türkiye ve yakın coğrafyası çok kaotik bir süreçten geçiyor. Vicdan sızlatan, enerji emen, sersemleten, umut kıran bu dönemde siz sadece güzelliklere odaklanan bir albüm hazırlamışsınız. Hayallerinizi, hayal kurma enerjinizi korumayı nasıl başardınız?
– Hayat gittikçe kaotik hale geliyor. Hayal kurmak gittikçe zorlaşmaya başladı. Albümde, CD’yi çıkardığınızda altındaki yazıyı göreceksiniz. Tad Dameron’un bir sözü bu: “Dünyada yeterince çirkinlik var, ben güzelliklerle ilgileniyorum.” Ben de olumsuzluktan uzaklaşmayı tercih ediyorum. Negatiflikten beslenmek istemiyorum. İyiliklere, güzelliklere odaklanıyorum. Yüzümden tebessümün, hayatımdan kahkahanın eksilmemesi için çaba gösteriyorum. Demoralize olmamak için tüm negatifliklerden uzak duruyorum. En büyük yardımcım müzik.
Dameron’un müziği liseden beri kulağımda
Tad Dameron ilk kez ne zaman, hangi vesileyle ilgi alanınıza girdi?
– Gelmiş, geçmiş, hatta doğmamış tüm cazcılarla gönül bağım olduğunu hissediyorum. Tad Dameron sanki akrabamdı. Sanki ağabeyim için hazırladım bu albümü. ABD’deki kayıtları tamamlayıp, Türkiye’ye döndüğümde eşime bu tuhaf duygudan bahsetmiştim. Sanki bir güç zihnimde bu projeyi oluşturdu, katılacak kişileri belirledi, düzenlemelerin oluşmasını sağladı ve albümü kaydetti. Ben sadece bu süreçte bir oyuncuydum, trans halinde tamamladım… Dameron’un 1956’da yayımlanan John Coltrane’le kaydettiği Mating Call, lise yıllarından beri kulağımdadır. 1967’de Blue Mitchell’la kaydettiği Magic Touch hafızamdan hiç silinmeyen bir değer albümü. 2006’da ABD’deki yüksek lisansım döneminde hocam Mulgrew Miller, en sevdiği bestecilerden birinin Dameron olduğunu söylemişti. Hatta üç dersimizi onun müziğine ayırmıştı. Bu birikim 2014 baharında albüm yapma kararına dönüştü.
Yine de bir davulcunun öncelikle hayatı boyunca enstrümanında örnek aldığı ustalara yönelmesi beklenir. İlk ithaf albümünüzü bir davulcu yerine piyaniste adamanız caz çevresinden arkadaşlarınıza tuhaf geldi mi?
– Kayıt için ABD’ye gitmeden önce güvendiğim arkadaşlarıma aynı soruyu yönelttim. Sizce ben deli miyim; albüm tuhaf karşılanır mı, diye sordum. (gülüyor) Beni desteklediler… Dameron çok özel bir müzikçi. Dexter Gordon “En romantik Bebop’çı” lakabını takmış ona. Hızlı bir müzik akımının içinde yer almasına karşın unutulmaz melodiler yazmış. Ben de bu güzelliğin sihrine kapıldım.
Nasıl hazırlandınız, repertuvar seçimini hangi ölçütlere göre yaptınız?
– 2014 Mayısı’nda albümü kaydetmeye karar verdim. Saksofoncu Paul Combs’un yazdığı Tad Dameron biyografisi Dameronia’yı dikkatle okudum. Benim gibi Dameron aşığı. Ricam üzerine albümün kapak yazılarını yazdı. Geçmişte sevdiğim albümlerdeki yaylı çalgılar düzenlemelerini yapan David O’Rourke ile bağlantı kurdum, teklifimi kabul etti. Hatta çok heyecanlandı. Çalışma sürecinde, Phily Jo Jones’la Dameronia topluluğunu kuran Dan Wschikr ile bağlantı kurduk. Düzenlemeler konusunda görüşlerini aldık. Bize örnek olabilecek Tad Dameron notalarını gönderdi. Dahası kayıt günü çok uzak yoldan gelip aramıza katıldı. Bizi dinledi. Hocam Miller’ın genç kuşaktan en sevdiği piyanist Danny Grissett’le bağlantı kurdum ve ekibi oluşturdum. Geçmişteki yapımcılık deneyimim parça seçimleri kadar albümdeki sıralamanın da çok önemli olduğunu bana öğretti. Dinleyiciyi kucaklayacak, vazgeçilmez bir melodiyle başlamak gerekir. İkinci parçada bu etkiyi korumak için çalışılır. Üçüncü parçada melodi açısından zayıf olabilir, fakat bir sonrakinde yine güçlü bir buluşla dinleyici karşısına çıkmanız gerekir… Kısacası dinleyiciyi güzel bir yolculuğa çıkarmalısınız. Dameron’un 1940-60 arasındaki üç farklı döneminden eserler seçtim. Ağırlık en sevdiğim albümleri Mating Call ve Magic Touch’tan. Bunun dışında çok az bilinen, çok sevdiğim baladlarından You’re A Joy’u tanıtmak amacıyla repertuvara aldım.
Geniş orkestra kullanamadım, bütçem yetersizdi
Repertuvar ya da yaklaşım konusunda O’Rourke’un belirleyici etkisi, yönlendirici fikirleri oldu mu?
– Parçaları, albümdeki sıralamasıyla göndermiştim. Çok beğendiğini, fikrimi desteklediğini söyledi. “Kendi albümüm gibi hissediyorum” dedi. Skype üzerinden uzun konuşmalar yaptık. Smooth As The Wind’e orijinal yaylı çalgılar düzenlemesi yazmak yerine Dameron’un orijinal orkestra aranjmanını kullanmayı önerdi, kabul ettim. Kayıttan önce New York’ta buluştuk, bir gün boyunca düzenlemeler üzerine çalıştık. Sonra kayda girdik.
Dameron hayranları arasında duyuldu mu albümünüz, ne gibi tepkiler alıyorsunuz?
– Aralık ayı sonu itibarıyla henüz duyulmadı. Yayımlandıktan sonra ilk röportajı sizinle yapıyorum. You Tube’de yayımladığım üç videoya olumlu mesajlar geldi. Analog kayıt yapılması övgü vesilesi oldu. Stüdyoda Look, Stop&Listen’ı dinleyen Dan Wschikr “Phily Jo Jones omurlarının ardında seni dinliyordu, burada olsaydı seninle gurur duyduğunu söylerdi” dedi. Sadece bu sözü duymak için bu albümü yapmaya değerdi.
Hayallerinizi gerçekleştirmek size ne kadara mal oldu, bütçeyi nasıl karşıladınız? Stüdyoda tüm istediklerinizi gerçekleştirebildiniz mi?
– 1014 Ağustosu’nda Dameronia projesi için fon oluşturmaya başladım. Her ay kazancımdan ayırdığım bin doları bir zarfa koydum. Eşim sürpriz yaptı, bir süre sonra o da katıldı. Biriktirdiklerimizle albümü kaydettim, ABD’deki harcamalarımı kredi kartıyla ödedim. Toplam 25 bin dolara maloldu. Dört ay sponsor aradıktan sonra, bütçenin yüzde 20’sine Aksanat destek verdi. Kredi kartı borçlarımı da bu ay tamamlayacağım. Albüm stüdyodan planladığımız gibi çıktı. Tabii yaylı çalgılar virüsüne tutulmama neden olan Kerem Görsev’in albümlerindeki boyutta geniş orkestra kullanamadım, bütçem buna yetmezdi…
Diğer iki albümünüz gibi Dameronia da alışıldık davulcu albümü değil. Her parçada solocu olarak görünmek yerine iyi bir takım oyuncusu konumunu tercih etmişsiniz. Neden?
– Enstrümanlara odaklanmak yerine müziğin güzelliğini ortaya çıkaran albümleri dinlemeyi tercih ediyorum. Davul odaklı albümler dinlemeyi sevmiyorum. Beraberliğin, grup oyununun öne çıktığı müzikten yanayım. İlk iki albümüm için Amerika’daki eleştirilerde “öne çıkmaya gerek duymamış” gibi değerlendirmeler vardı. Bunun üzerine Dameronia’ya davulun solist konumunda yer aldığı bir parça ekledim: Look, Stop&Listen… Dameronia repertuvarında, davulcu Philly Joe Jones’u yüceltmek için yazılmış. Doğrusunu söylemek gerekirse, bir parçada bile olsa davulun bu kadar öne çıkması hâlâ beni düşündürüyor.
Şovmen çok, melodi yok
Hız, gerilim, çatışma gibi unsurlardan arındırılmış, sadece güzelliklere odaklanan bir müzik hayatla bağlantılarını ne kadar koruyabilir?
– 1940-69 dönemi cazda en sevdiğim çağ. Bu dönemdeki Tad Dameron’un yaptığı kalitede müzikler yok günümüzde. Müthiş teknik gösterilere tanık oluyoruz, fakat melodi yok ortada. Swing duygusu kayboldu. 1950’lerin albümlerini dinlediğimde, geriye hafızamda güzel melodiler, yüzümde tebessüm kalıyor. Demek ki güzelliklere odaklanmanın müziğe hiçbir zararı yok. Karmaşadan beslenen müzikler de var. Benim tercihim güzelliklerden yana. Büyük konuşmak gibi olmasın ama gelecekte de bu eğilimim sürecek. Geçmişin müziğini geliştirmenin hâlâ yolu var. Örneğin Dameron müziğine yaylılar yeni bir boyut kazandırıyor.
Yaylı çalgılar ne gibi bir boyut kazandırıyor caza?
– Kerem Görsev’in son iki albümünü İngiltere’de Philarmonia, Çek Cumhuriyeti’nde Prag Senfoni’yle kaydettik. İtalya’da Arturro Toscanini Senfoni Orkestrası’yla yaptığımız çalışmalarda, davulcu olarak müthiş bir deneyim yaşadım. Yaylılarla birleştirildiğinde caz albümleri dinleyicinin yüreğine dokunan, çok etkileyici hale geliyor. Büyük bir boyut kazandırıyor. Charlie Parker&Strings ve Clifford Brown&Strings en çok dinlediğim albümler arasında yer alır.
Dijital teknolojinin nimetlerinden yararlanmak yerine neden analog kayıtta ısrar ettiniz?
– 1950’lerde kaydedilen plakların samimiyetini, sahiciliğini ne yazık ki günümüzdeki albümlerde bulamıyorum. Günümüzde kayıtlarda nota düzeyinde oynamak, mükemmel sonuca ulaşmak mümkün. Oysa bant kaydında çaldığınız aynen çıkar. Bu samimiyeti yakalamak için 2500 dolar harcayıp 2,5 inch’lik teypler aldım, çünkü stüdyolarda artık bu ekipman kullanılmıyor. Hataların ortaya çıkması riskini göze alıp, bant kaydı yaptık. Üstünde hiç oynamadan, aynen yayımladık.
Geçen albümünüze Down Beat dergisinin dört yıldız vermesi size her hangi bir avantaj sağladı mı?
– Amerika’dan övgü mesajları aldım. Japonya, Polonya gibi ülkelerin caz radyolarından aradılar. Sanıyorum ki North Sea Caz Festivali’ndeki konserimizin kabul edilmesinde etkisi oldu. Yeni albümümü de Down Beat’e gönderdim, heyecanla bekliyorum.
Bu albümün kayıt süreci size neler öğretti, ne gibi yeni ilhamlar verdi?
– Bir daha asla yaylı çalgılar içeren albüm projesi yapmamayı öğretti! Çünkü çok pahalıya mal oluyor (kahkahalar). Kendimi öne çıkartacak bir proje yerine sevdiğim bir müzikçiye şükranlarımı sunduğum, onu yücelttiğim bir projenin egoyla savaş konusunda ne kadar faydalı olduğunu, ayrıca albüm hazırlama sürecindeki gerilimden beni ne kadar uzaklaştırdığını gördüm. Daha çok davul çalışmam gerektiğini öğrendim (kahkahalar)… Tam analog kaydın ne kadar zor olduğunu, o çağın müziklerinin ne kadar samimi olduğunu gördüm.
Dameronia sahneye, konserlere taşınabilir mi?
– Sponsor desteği olmadan mümkün değil.
Çekmecenizde ne gibi projeler bekliyor?
– Dörtlüyl/e, kendi müziklerimden oluşan bir kayıt yapmak istiyorum.
(Serhan Yedig / 9 Ocak 2016 / Müzik Söyleşileri – Hürriyet’te özetlenerek yayımlanmıştır)
MİLLİYET’İN YARIŞMASINI KAZANMIŞTI
Müziksever bir aileden geliyorum. Babam caz severdi. Çocukluğumdan itibaren evdeki plaklarını dinlerdim. Sofrada bardaklarla, odamda yastıkla ve elime geçirdiklerimle davul çalardım. 11 yaşında, Bursa Anadolu Lisesi’nin müzik kulübünde davula başladım. Okuldan bir ağabeyin öğrettikleriyle çıktım yola. Bir stüdyodan üç ders aldım. Sonrasında hayatım okulun müzik odasında, davul başında geçti. Okulun topluluğuyla Milliyet Liselerarası Müzik Yarışması’na katıldık. 1994’te, altılımızla Toto’nun Rosenna’sıyla birinci olduk. Bir önceki yıl aynı yıl ikinci olmuştuk. O dönemde en sevdiğim davulcu Toto’dan Jeff Porcaro’ydu. Evde ise odama kapanıp saatlerce müzik dinlerdim. Kulağım Fourplay, Yellowjackets gibi gruplardaydı. Babamın sayesinde Cannonball Adderley, Miles Davis’in plaklarını dinlerdim. Bir süre sonra gönlüm, kulağım Max Roach, Elvin Jones, Roy Haynes gibi davulculuğun tarihini yazan ustalara kaydı. Ailem müzik merakımı sonuna kadar destekledi. Babamı 16 yaşında kaybettikten sonra da annem ve ablalarımın desteği devam etti. 17 yaşında, Milliyet Yarışması’na katılan dört arkadaşımla Blackjack adlı bir grup kurduk. Bu sayede ilk davul setime sahip oldum. Repertuvarımızda Yellowjackets gibi grupların müzikleri vardı. İstanbul’a konser vermeye gelirdik. TV8’de Kerem Görsev’in programını izler, yarışmalarına katılırdım, birçok kez CD kazandım. Bu sayede Türk cazıyla tanıştım. Bursa’ya konsere gelen Cengiz Baysal, Can Kozlu gibi müzikçilerin provalarını bile izlerdim. Lisede AFS Bursu’yla bir yıl İsveç’e gittim, bir yıl müzik okudum. Oradaki hocalarımın “Kesinlikle müzisyen olmalısın” demesiyle birlikte bu kararım pekişti. 2001-2005 arasında Bilgi Üniversitesi’nde caz öğrenimi gördüm.
TRT Caz Orkestrası’yla haftada üç gün olmak üzere çalışıyorum. Ayda ortalama 20 konsere çıkıyorum.
(c) Bu metnin tüm yayın hakları saklıdır, kısmen dahi olsa izinsiz alıntı yapılamaz.