John Surman, Avrupa’dan çıkan en yaratıcı saksofonculardan. Amerika’ya çok nadir ayak bassa da 2007’de Down Beat okurlarınca cazın en iyi altı bariton saksofoncusundan biri seçildi. Albümlerinde caz, koro müziği, halk müziği temalarından yola çıkıp bariton, soprano, tenor saksofon ve bas klarnetle büyüleyici tablolar çiziyor, öyküler sunuyor. Bu arada bir piyano bir de flüt konçertosu besteledi. Oslo’daki Ullern Kilisesi’nin orgu eşliğinde soprano saksafonla kaydettiği yeni albümü “Rain on the Window”u fırsat bilip 2008 Ağustosu’nda bir sabah Norveç’teki evinden aradık. Surman gibi esprileriyle meşhur bir cazcıyı bulunca, mizah duygusunu gıdıklamadan yapamadık.
15 yıl önce, Road to the St. Ives albümünüzü dinlediğimde, bu müziğe esin veren bölgeyi merak etmiş, Cornwall’ın albümde ismini verdiğiniz bölgelerini gezmiştim. Sayenizde Henry Moore, Virginia Woolf’un yaşadığı St. Ives kasabasını keşfetmiştim. Birkaç yıldır Norveç’tesiniz ve birbiri ardına etkileyici albümler yayımlıyorsunuz. Son albümünüz Rain on the Window’dan sonra çantamı hazırladım. Norveç yolculuğu kaçınılmaz gibi görünüyor. Galler ya da Norveç’ten turizme katkı ödülü aldınız mı hiç?
– Benim için müzik yapmak, anıları seslendirmek gibidir. Yaşadığımız olayları seslerle, dinlediğimiz müziklerle özdeşleştiririz. Çocukluğumun, ilk kız arkadaşımın, ilk tatilimin, okul yıllarının müzikal izdüşümleri vardır hafızamda. Bir süredir Norveç’te yaşamama, albümü Norveç’te kaydetmeme karşın, Rain on the Window, İngiltere’deki çocukluk yıllarımla ilgili. Albüm kitapçığındaki fotoğraf kilise korosunda şarkı söylediğim günlerde çekilmişti. (Gülerek) Korkarım yolculuk planlarınızı değiştirmeniz gerekecek… Ödül konusuna gelince… Cornwall’da yaşarken çok sayıda ziyaretçim oluyordu İngiltere’nin diğer bölgelerinden. Ancak yurtdışından merak edip gelenlerin bulunduğunu sizden öğreniyorum. Herhalde müziğimde alışık olmadıkları duygular bulup, bu anıların, duyguların kaynağını araştırma gereği duyuyorlar. Bizimkiler bunu duysa herhalde, yerel aksanla “Ooo, Sevgili John iyi iş yapmışsın. Kendini burada gibi hissetleye devam et” derlerdi…
Zaman zaman kendinizi Grimm Kardeşler’in masal kahramanı, Fareli Köyün Kavalcısı gibi hissettiğiniz oluyor mu? Albümü dinlerken ayaklarıma hakim olamadım, kendimi Conwall’da buldum gibi şikayetler geliyor mu dinleyicilerinizden?
– Albümlerimi dinlerken “Tanrım ben bu müziğe daha fazla dayanamayacağım” deyip odadan dışarı fırlamıyorlarsa sorun yok… (Kahkahalar) İşte bu nedenle bazen konserlerimde dinleyicilere, çaldığım eserlerle ilgili esin kaynaklarımı, bunların benim açımdan önemini anlatırım. Müzik hakkında ön bilgi alıp dinlediğimizde, yaklaşımını çok daha rahat kavrarız.
Şarkı söylemek isterdim, sesim bozulunca
saksafonla şarkı söylemeye başladım
Bariton, soprano, tenor saksofon, bas klarneti, yani size özgün sesinizi veren tüm enstrümanları Adolphe Sax icat etmişti. Sax doğmasaydı, elinizde sadece blok flütünüz kalacaktı. Üstelik size cazda şöhreti kazandıran bas klarnet ve bariton, Sax’ın felaketi olmuştu, bu iki enstrümana yaptığı yatırım yüzünden az kalsın iflas ediyordu. Enstrümanlarını kullanmanın ötesinde Sax’a vefa borcunuzu ödemeyi düşündünüz mü hiç?
– Doğrusunu söylemek gerekirse düşünmedim. Evet, büyük minnet borçluyum Sax’a. Ne yazık ki icat ettiği enstrüman ailesinin dünya çapındaki başarısını göremeden öldü. Askeri bando için icat etmişti bu çalgıları, bu alandaki sonuçlarını kısmen gördü. Ancak sonrasında saksofon orkestralara da girdi. Herhalde cennette bir yerlerde oturup, dünyadaki gelişmeleri hayretle izliyordur. Dilerim gördükleri mutlu ediyordu. Eğer, saksofon olmasaydı, şarkıcı olurdum. Herhalde dinleyiciler, sonuçtan pek mutlu olmazdı. (Kahkahalar) Gerçekten şarkı söylemek istiyordum. Ergenlik döneminde sesim değişince çalıştığım korodan ayrılmak zorunda kaldım. Ben de saksofonla şarkı söylemeye başladım. Çünkü vokal özelliğe sahip bir enstrüman. Sesini değiştirmek, kişiselleştirmek mümkün. Coleman Hawkings’den bu yana tüm tenor saksofoncular, John Coltraine, Johny Griffin kendi sesleriyle şarkı söylüyor.
Son konserlerinizden birinde 6,5 kiloluk ağırlığı nedeniyle belinizle ilgili problem yaşadığınızı, bir süredir bariton çalmayı bıraktığınızı söylemiştiniz. Belki de bu size Sax’ın cennetten gönderdiği bir hatırlatma mesajıydı… Baritonla aranız nasıl bugünlerde?
– Korkarım bu soruna çözüm bulmak pek mümkün değil. Özellikle konserlere giderken, uçakta el bagajı olarak taşımak gittikçe zorlaşıyor. Kullanacağıma çok emin olmadığım konserlere götürmüyorum. Soprano saksofon ve bas klarnetle gidiyorum. Bugünlerde Jack De Johnette’le verdiğimiz konserlerde, onun teşvikiyle daha çok tenor saksofon çalıyorum. Baritonu çok sevmekle birlikte, ciddi pratik problemler yaşıyorum. Bu da hayatın bir parçası, elimden geldiğince mücadele ediyorum.
Türkiye’ye 1964’te gelmiş, bavul dolusu zurna
kaval, ney, bağlamayla dönmüştüm
Yeni ifade biçimleri, renkler arama sürecinde, özellikle son 10 yılda enstrümanlarla ilişkileriniz nasıl bir süreç izledi?
– Çocukluğumdan bu yana, enstrümanlar beni büyülemiştir. Büyüleyici güzellikte objeler. Korno… Keman… 1964’te üniversitedeyken, okul ekibiyle birlikte İstanbul’a uluslararası folklor ve müzik festivaline gelmiştim. İlk kez Türk müziğini dinledim, enstrümanlarını tanıdım. Türkiye’den bavul dolusu enstrümanla döndüm: Bağlama, zurna, farklı boyutlarda neyler, kaval. O günden bugüne farklı tonlar, renkler hep ilgimi çekti. Üniversitede kontrbas dersi aldım. Caza başladığımda sonuçlar pek tatmin edici olmasa da trompet, trombon, banjo, gitar gibi birçok çalgı çalmayı denedim. Dolayısıyla hep farklı tonları, dokuları araştırdım. Bir eseri bas klarnetle ya da sopranoyla çalındığında farklı renkler, duygular çıkar, müziğimde bu farkları kullanırım. Ton arama sürecinde elinde paletiyle renk arayan ressamlara benzerim. Bu konuda bir metodum, sistemim yok. Kimileri tek çalgıyla çalışmayı seçer. Ben ise, farklı ton aradığımda elimi dolaba atar bir enstrüman seçerim. Örneğin bas blok flüt alırım. Ve farklı renkler üstüne çalışmaya başlarım.
Alaycı İngiliz eleştirmenlerle başınız dertte sanırım. Müziğinizi “pastoral” buluyorlar. Bu nedenle mi 60’ınızda İngiltere’ye terk edip, Norveç’e yerleştiniz? Onlar da sizi geri getirmek için ECM’den yayımlanan “Seçmeler” albümünüzü “ölmeden dinlenmesi gereken 100 caz albümü” listesine aldılar…
– (Kahkahalar) Açıkçası eleştirileri dikkate almamaya çalışıyorum. En iyisi, kalbini dinlemek. İçgüdüsel olarak eleştirmenlerin ayak izinden yürümekten, benden beklediklerini yapmaktan uzak duruyorum. Enerji dolu genç bir müzikçiyken, özgür emprovizasyonlara ağırlık veren avandgarde caz ekolüne mensupken üstüme bu etiketini yapıştırdılar. Daha sonraki denemelerim onlar için hayal kırıklığı oldu. Synthesizer, eko, üst üste kayıt “İngiliz caz polisi”nce pek sevilmiyordu. İstediğim müziği yaptım. Bence de böyle yapılmalı. Başını alıp gitmek demek. Popüler olanların, güncel akımların peşinde koşmam. Müzik içsel, tutkulu bir iştir. Benim için gerçek yargıçlar, birlikte çaldığım müzikçiler. Onlar benimle çalmak istediği sürece, doğru yolda olduğumu görüyorum.
Norveç’e yerleşmek hayata bakışınızı, günlük hayatınızı nasıl etkiledi?
– Aslında 20 yıldır Norveç’e gidip geliyordum. Halkına, doğasına alışıktım. Ani bir değişiklik yaşamadım. Müzikçi olarak hep turnedeyim. Çoğunlukla İngiliz müzikçilerle çalıyorum. Belki 10 yıl içinde gerçek etkilerini hissedeceğim. Aslında Oslo, doğduğum Plymouth’u çok anımsatıyor. Liman şehri, yeşillikler içinde, harika bir futbol takımı var. Kendimi evimde gibi hissediyorum.
Eğer emprovizasyonda korkuyorsan hiçbir zaman beceremezsin, diyorsunuz. Londra Müzik Akademisi’ndeki müzik eğitiminden sonra kuralları bir kenara bırakıp özgürce doğaçlama yapmayı başarmanız kaç yılınızı aldı?
– Akademik eğitimde solistin emprovizasyon yapması sözkonusu değil, dolayısıyla kuralını yazan olmamıştı. Bu konuda zorlanmadım, ancak elime kağıdı kalemi alıp beste ve düzenle yapmaya başlamak yaklaşık 10 yılımı aldı. Altı yıl boyunca başıma çivi gibi çakılan kuralları bir kenara bırakıp gönlümce yazabilecek özgürlüğe kavuşmam zor oldu. Beni özgürlüğüme kavuşturan solo albüm kaydına başlamamdı. Emprovizasyonla oluşturulan anlık yaratıyı kaydetmek cesaret verdi.
Önce beste yapar, albümü kaydederim
içindeki öyküleri daha sonra keşfederim
Bir zamanlar birlikte çalıştığınız Albert Mangelsdorf, trombon gibi bir enstrümanla tek başına verdiği konserlerle Avrupa’da birçok genç müzikçiyi cesaretlendirmişti. Siz de bunlardan biri misiniz?
– Evet, en büyük hayranlarından biriyim ve ondan cesaret aldım… Bence Avrupa’nın en önemli cazcılarından biridir. Avrupalılara tek başına sahneye çıkıp, Amerikan cazının köleliğinden kurtulup, kendi müziklerini çalabileceklerini gösterdi. Ne yazık ki kıymeti yeterince bilinemedi.
Kişileri, öykülerini anlatan, hatta biyografi başlığını taşıyan birçok albüm hazırladınız. Programlı müzik diyebileceğimiz bu çalışmalarda nasıl bir süreç izleniyor?
– Önce müzik çıkıyor ortaya. Beste, icra, kayıt sürecinde esere isim koymam. Kayıtları dinlerken içindeki öyküleri keşfeder, bunları yazılı hale getiririm. Örneğin The Road to St. Ives’ı kaydetmeden, St. Ives’a gittim. Eski anılara gömüldüm, bölgenin atmosferini yaşadım. Alacakaranlık çökerken denizi seyrettim. Sonra kaydettim albümü ve öyküler kayıttan sonra belirginleşti ortaya. Eğer Proverbs and Songs gibi bir albüm sözkonusuysa, metin zaten başta ortadadır. Büyük dedelerimden Rev. Ablosom Dawe için bir albüm yapmaya karar verdiğimde de içimden geldiği gibi çaldım ve daha sonra eserleri isimlendirdim.
Müziğinize konu olan Absolom Dawe, St. Simon hep gezgin kişiler. Ünlü maceraperest denizci Sir Francis Drake’nin de doğduğunuz Tavistock’tan çıktığını düşünürsek, gezginlik vurgusu pek rastlantı olmasa gerek…
– Çocukluğumda annem hep gezici vaiz olan Absolom Dawe’dan aktarılan anekdotları anlatırdı. Thomas Hardy’nin romanlarında geçen bölgede yaşıyordu büyükannem. Otomobille bu bölgeye gittiğimizde annemden Dawe’un öyküsü ve Hardy’nin karakterleri arasındaki benzerlikleri dinlerdim. Mesela Dorchester Köprüsü’nü gösterip, bir öykü anlatırdı. Hatta şehirde tanıdığı bir ayakkabıcının, Hardy’ye romanı konusunda ilham verdiğine emindi. Albümde bir kısmının gerçek, bir kısmının efsane olduğunu sandığım bu öyküleri müziğe dönüştürdüm. Müziğimdeki gezginlik teması üzerine daha önce hiç düşünmemiştim. Büyük bir ihtimalle haklısınız. Çocukluğum macera kitapları okuyarak geçti. Dünyayı gezmeyi hayal ederdim. Müzikçi olarak dünyayı dolaşıyorum, farklı kişilerle, kültürlerle karşılaşıyorum, çok mutlu oluyorum. Yani gezginlik teması pek rastlandı değil galiba.
Müziğinizde hep dev doğa resimleri çizdiğiniz söylenir. Zaten bu nedenle pastoral olarak değerlendiriliyor albümleriniz. Emprovizasyon yaparken gözünüzün önünden renkler, görüntüler geçer mi?
– Solo bile çalsam, müziğin dokusuna, iç ayrıntılara odaklanırım. Kendimi dinlemeyi hiç sevmem, dinleyici için çalarım ve iletişime konsantre olurum. Dinleyiciyi kavrayıp kavramadığına bakarım müziğin, eğer kavramıyorsa başka bir boyuta geçerim.
Jack De Johnette’le ortak bir konser albümünüzde “The Song of World Forgiveness” adlı bir parça dikkatimi çekti. Neden bu isim seçildi?
– Jack seçmişti bu ismi. Bireyler, uluslar geçmişteki acı olayları, düşmanlıkları unutmayı reddediyor. Affetmeyi öğrenemiyoruz. Bugün Rusya ile Gürcistan arasındaki savaş bile geçmişle bağlantılı. En ufak bir sorunda, 200 yıl önceki anlaşmazlıklar ortaya seriliyor. Bugünün en büyük sorunlarından biri insanoğlunun bağışlama alışkanlığımızı yitirmesi. Sevgi ve bağışlama hiç unutmamamız gereken kavramlar. Artık dünyanın dört bir yanında kabile düzeyindeki bu çatışma nedenlerini durmaksızın gündeme getirmekten vazgeçmeliyiz.
Avrupalı cazcıları sevmeyen Amerikan hükümeti
Müzikçilerin aralarındaki diyalog gayet iyi
Saksafoncu Archie Sheep, Avrupa cazı hakkında konuşurken “Bir Türk ne kadar lezzetli croissant pişirebilirse, bir Avrupalı ancak o kadar caz yapabilir” demişti. Avrupa ve Amerika cazı arasındaki ilişkiler, iletişim konusunda ne düşünüyorsunuz?
– Aslında bu konu hakkında kitap yazılabilir. Birkaç cümleyle özetlemem gerekirse şunu söyleyebilirim: Caz bir dünya müziği. Archie ne söylerse söylesin hiç kimsenin, ulusun malı değil. Ancak politik açıdan haklı olabilir. “Cazı zenci Amerikalılar yarattı bu müziği ve bu gerçek kabul edilmeli” diyorsa bu düşüncesinde gayet haklı. Bunun ötesinde caza kimin ne kattığına bakarsak, Avrupalılar birçok açıdan büyük katkıda bulundu. Bence cazın en büyük özelliği, anlık yaratıcılığı, iletişimi, emprovizasyonu geri getirmesi. Batı müziğini etkiledi. Hint ve Türk müziğinde emprovizasyon hiç bitmedi. Oysa Klasik Batı Müziği’nde bir noktada “Klasik müzik evde önceden yapılır, sahnede kurallara uyulur” görüşü hakim oldu. Caz bu dertten kurtardı bizi. Batılı müzikçilerin omzuna vurup, emprovizasyonu hatırlattı. Avrupalılarla birlikte çalışma konusunda çoğu Amerikalı cazcı gayet istekli. Arada birkaç kişi farklı düşünebilir, istisnalar durumu değiştirmez. Ancak ciddi bir teknik problem sözkonusu. Avrupalı bir cazcının ABD’de konser verebilmesi, ortak çalışma yapabilmesi için vize benzeri izinleri almak kimi zaman aylar sürüyor. Hızlandırmak için avukat tutup binlerce dolar ödemek gerekiyor. Ayrıca ne kadar nadide bir müzikçi olduğunuzu, ABD’de örneğinizin bulunmadığını kanıtlamanız isteniyor. Oysa Avrupa’da rahatlıkla çalışabiliyor Amerikalı cazcılar. Hatta Avrupa Birliği, onlar için fonlar oluşturuyor. Bugüne kadar “Hey sen İngiliz, burada çalamazsın” diyen Amerikalı cazcıya rastlamadım. Aksine Gary Peacock, Paul Bley, Peter Earskine, Gil Evans, John Scofield’la çalıştım. Hiçbir sorun yaşamadım. Avrupalı cazcılar hakkında pek nazik olmayan yorumlar yapan Miles Davis bile Avrupa’ya ayak basar basmaz acilen Dave Holland , John McLaughlin , Victor Feldman gibi İngiliz cazcıları grubuna kattı. Yani politik açıdan sorun olabilir ama müzik bağlamında sorun yok.
Yaklaşık 30 yıldır bale için müzik yazıyorsunuz. Bu ilişki zorunluluktan mı kaynaklandı, yani para kazanmak için mi başlamıştınız, size neler kazandırdı?
– Gruptan Barre Philips, Amerikalı koreograf Carolyn Carlson’la tanışmış. Onun daveti üzerine birlikte çalışmaya başladık. Severek, isteyerek çalıştım. Gösteri sanatlarının farklı dallarından sanatçılarla çalışmak ufuk açıcı. Bilinç ve beğeniyi genişletiyor, beni yeniliyor. Dans birçok solo çalışmamın esin kaynağı. Hatta dans olmasa, bu müzikler ortaya çıkamazdı ya da dinleyicinin dans etmesi gerekirdi. Çünkü bu müzikler karşılıklı iletişimle ortaya çıkan eserler.
Piyano konçertosunu tamamladınız mı, daha önce klasik formda eser bestelemiş miydiniz, yeni çalışmalarınız var mı?
– Tamamladım, hatta ilk seslendirilmesi yapıldı. Bu benim ilk klasik eserim değildi ama ilk konçertom. Sonrasında birkaç eser daha besteledim. Avustralyalı bir flütçü için, yaylı çalgılar orkestrası eşlikli bir eser yazdım. Gelecek yıl ülkesinde seslendirilecek. Yılda birkaç eser yazıyorum. Bunlar günün birinde yayımlanır mı bilmem, çünkü orkestra kiralayıp kayıt yapmak çok pahalı bir iş.
Gelecek hafta 65 yaşına giriyorsunuz, 60’ların ikinci yarısı için ne gibi planlarınız var?
– Yaş konusunu pek önemsemiyorum. Sağlıklı olayım yeter. Hayatım boyunca müzik açısından hep çok şanslıydım. Hayal bile edemeyeceğim olaylar gerçek oldu. Günün birinde Çin, Avustralya, Hindistan’da konser vereceğimi rüyamda bile göremezdim. Bu kadar albüm kaydedeceğimi, bu kadar iyi müzikçilerle çalabileceğimi düşünemezdim bile. Hırslı bir insan olmadım hiç. Tabii ki planlarım var. Bir kısmı gerçekleşecek, bir kısmını unutmam gerekecek. Carnegie Hall’da konser vereceğim, en iddialı albümü ben yapacağım gibi alev alev hırslarım yok.
Ben de size 70’inize varmadan Everest’e tırmanmayı düşünüyor musunuz diye soracaktım…
– Bazı sabahlar yataktan kalkmak Everest’e tırmanmak kadar zor oluyor. (Kahkahalar)
Bir seferlik jamsession için geçmişe dönebilseydiniz, kiminle birlikte çalmak isterdiniz?
– Johann Sebastian Bach’la… Onunla yapacağım jamsession, doğaçlama yaparken yanına oturup dinlemek olurdu. Ölümsüz eserleri bu emprovizasyonlardan doğdu çünkü.
Sözleriniz müteveffa cazcıların kemiklerini sızlatacak…
– 100 yıllık caz tarihi içinde dolaşmam gerekirse, Duke Ellington Orkestrası’na katılmak, Harry Carney’in yanıbaşında çalmak isterdim. İki bariton saksofona tahammül edebilir misiniz, bilmiyorum. Aslında bir kez Carney’le karşılaşmıştım. Harika bir insandı. Beni dinledikten sonra “İyi bir baritoncusun” demişti. Hâlâ bu övgüyle gurur duyarım…
Synthesizer’ın sentetik sesi yerine, orgun organik sesini tercih etmişsiniz yeni albümünüzde. Bugüne kadar sadece iki albüm yaptınız bu türde. Maliyeti yüksek ve çok zahmetli olduğu için mi bu tür kayıtlardan uzak duruyorsunuz?
– Çocukluğumda kilise korolarında yer almıştım. Bu atmosfer bana yabancı değil. Bach sevgimden de anlaşılacağı gibi, org ve korolar benim için çok önemli. Proverbs and Songs albümündeki eserler Sallisbury Festivali’nce sipariş verilmişti. 1995’te Sallisbury Katedrali’ne gittiğimde orgu gördüm. İşte şimdi org ve koruyu kullanmanın zamanı geldi, dedim. Daha önce fırsat olmamıştı. Önce araştırma yapmam gerekiyordu. John Taylor’dan yardım istedim. Çünkü org eşliğinde saksofon çalmanın bazı zorlukları var, zekice çözümler bulmak geriyor. Tabii ki bu sırrımı size vermeyeceğim, çünkü herkesin bilmesini istemiyorum… Şaka bir yana, sorun dev katedralde iki müzikçinin birbirini duyma sorunu yaşanıyor. Ya birbirine çok yakın durmalı ya da monitörle diğerini işitmeli. Biz monitörle sorunu çözdük, albümü kaydettik. Ancak her zaman bu pratik çözümler geliştirilemiyebiliyor.
Orgda size eşlik eden Howard Moody, önemli bir orkestra şefi, koral müziği biliyor. Peki albüme yaratıcı katkısı oldu mu?
– Proverbs and Songs’da John Taylor çalmıştı orgu. Bu çalgıyı çok iyi bilen Howard’ın müziğe bir cazcının ötesinde katkısı olabileceğini gördüğümde, özellikle katılmasını istedim. Epeyce payı var yaratıcı olarak. Orgda da emprovizasyonlar yaptı.
Ocak ayında Oslo’nun dondurucu soğuklarında bu albümü kaydetmişsiniz. Bu atmosferin özel bir katkısı oldu mu albüme?
– Neyse ki Oslo’da kiliseler, İngiltere’deki gibi soğuk değil. Gayet iyi ısıtılıyor, yoksa kimse gelmezdi. Howard’la daha sonra birçok konser verdik. Frankfurt ve İngiltere’nin farklı kentlerinde birlikte konserleri sürdüreceğiz.
Gelecek albümle ilgili hazırlıklara başladınız mı?
– Geçen yılın başında New York’ta kaydedildi bile… Jack De Johnette, John Abercrombie, Drew wwww’den oluşan dörtlüyle… Gelecek yıl yayımlanacak. Gelecek yıl yine New York’da Birdland’de çalacağız. Tabii eğer çalışma izni konusunda Amerikali yetkililer sorun çıkarmazsa.
Sorun çıkarsa sizi İstanbul’a bekliyoruz… Mesela caz festivallerine…
– Teşekkür ederim, İstanbul’da konser vermek her zaman büyük zevkti benim için.
Türkiye’ye defalarca gelip gittiniz. Anadolu efsanelerin, mitolojik öykülerin beşiği. Sizi burada etkileyen bir şey olmadı mı?
– Ankara ve İstanbul’dan başka kenti göremedim henüz. İlk gezinin izleri, üzerinden yıllar geçtiği halde, hâlâ çok sıcak.
Türk müzikçilerle birlikçe çaldınız mı hiç?
– Hayır hiç çalmadım. Geçen yıl bir müzikçi, müzik örneklerini göndermiş, birlikte çalmak istediği mesajını iletmişti. Ancak müziği 1960’ların free jazz’ına benziyordu. Bana pek uygun değildi. Gerçekleşmedi. Dilerim gelecekte farklı müzikçilerle birlikte çalışma yapma fırsatı bulurum.
(Serhan Yedig / 23 Ağustos 2008 / Hürriyet)