Enrico Rava / Trompetçiler ikiye ayrılır: sanatçılar ve atletler

0

70’ine merdiven dayayan Enrico Rava, cazın en şiirsel çalan trompetçilerinden. Şiraz üzümünden şarap kıvamında koyu, mat tonuyla ayrışıyor diğerlerinden. “Metalik sesleri sevmem” diyor. Son albümü New York Days’de yarım asırlık tecrübesini ortaya koyan usta müzikçi 2010 Temmuzu’nda İstanbul Caz Festivali kapsamında piyanist Stefano Bollani eşliğinde iddialı bir konser için İstanbul’a geldi. Yola çıkmadan, İtalya’dan cep telefonuyla sorularımızı yanıtladı. Rava “Trompetçiler ikiye ayrılır: sanatçılar ve atletler. Ben hep sanatçıların tarafında oldum” diyordu.

 

Öfkeli ve tutkulu genç trompetçi, yıllar içinde nasıl bilge ve cazın en espritüel solistlerinden birine dönüştü? Yenilgiler mi zaferler mi değiştirdi kişiliğinizi?

– Ben çocukluğumdan beri espri yapmayı severdim. Mizah yeteneğim doğuştandır.

Trompette metalik tonlardan ne zaman vazgeçip, kendi koyu tonunuzu geliştirmeye karar verdiniz?

– Gençliğimde 1920’lerin efsanevi trompetçisi Bix Beiderbecke’i severek dinlerdim. Mat, koyu bir tonu vardı. Sonraları Miles Davis’in müziğini dinlediğimde, yine aynı tonla karşılaştım. Dinleyici olarak ton yaklaşımına bakmaksızın, ufku açık tüm büyük ustaları severek dinlerim. Fakat iş çalmaya gelince, mat, koyu tonları severim. Metalik sesten hiç hoşlanmam. İyi film yönetmenleri, hep aynı filmi çeker, derler. Ben de başlangıçtan bu yana hep tonu kullandım. Çünkü tını, ceket değildir, kolayca çıkarıp bir kenara koyamazsınız. Ceket, gömlek, pantolon istendiği zaman değiştirilebilir. Fakat tını değiştirilmez. Çünkü insanın içinden gelir, ruhunun yansımasıdır. Kalbin, ruhun, beynin bileşiminden oluşur. Bir trompetçinin tonu kişiliğidir.

Peki neden trompette ısrar ettiniz, çok daha yumuşak tonu olan flügelhorna (büğülü) geçmediniz?

– Zaman zaman flügelhorn da çaldım. Aslında flügelhorn, askeri bandolar için üretilmiş bir çalgıdır. Konser enstrümanı değildir. Birçok trompetçi, enstümanında sıcak, mat tonlar elde edemediği durumlarda flügelhorn çalmayı tercih eder. Ben çoğunlukla trompetten istediğim sesleri çıkarırım. Flügelhorn’a ihtiyaç duymam. Eğer formumda değilsem, durum değişir. Çünkü flügelhorn çalmak kolaydır.

Enstrümanlarının teknik sınırlarını aşan ustalar çoğunlukla birden fazla çalgıyı çalabilen, teknikleri birbirine aktaran isimlerden çıkar. Siz trombon ve piyano bilginizi kullandınız mı trompetin sınırlarını zorlarken?

– Farklı enstrümanları çalan müzikçileri de merakla dinledim tabii. Fakat tekniğimin gelişmesinde bunların etkisi olmadı. Boyut değiştiren trombonun, 10 parmakla çalınan saksofonun teknik imkanlarıyla boy ölçüşemeyecek bir çalgıdır trompet, sadece üç valf sayesinde ses çıkarır. Gelişmek için bu imkanlar doğrultusunda düşünmek, yaratıcı olmak gerekir.

Filmi geri sarmak mümkün değil

Röportajlarda müzikal gelişiminizden bahsederken çoğunlukla Miles Davis’ten söz ediyorsunuz. Oysa ortak arkadaşınız kanalıyla, bir süre Chet Baker’la yakın dost oldunuz, günlük hayatını yakından izlediniz. Baker’la karşılaşmasanız müziğinizde neler eksik kalırdı?

– (Gülüyor) Filmi geri sarabilsek, bambaşka bir hayat olurdu. Bu soruya kesin cevap vermek çok zor. Herhalde aynı olurdum.

Teknik canbazlıklara yönelip kendinizi kanıtlamaya çalışmak yerine, şiirsel bir üslup tutturmanızda hiç etkisi olmadı mı?

– İki tür trompetçi vardır: Sanatçılar ve sporcular. Miles Davis, Art Farmer, Chet Baker birer sanatçıydı. Müzikte yalan söylemek zordur. Kişiliğin hemen çıkıverir ortaya. Teşhirciysen en tiz tonlara çıkarsın, dakikada binlerce nota üflersin. Sizin sorunuza dönersek. Bana söyler misiniz lütfen, eğer hiç caz dinlememiş olsaydınız bugün nasıl bir insan olurdunuz?

Ses dağarcığım çok eksik ve yoksul kalırdı.

– Belki başka bir şeyleri koyardınız cazın yerine. Kim bilir? Şunu söyleyebilirim: Ben hep şarkı söyler gibi çalan trompetçileri sevdim. Chet ve Miles balad çalarken, şarkı söyler gibidir. Joa Gilberto’nun şarkılarından etkilendiğimi söyleyebilirim. Frank Sinatra’nın üslubunu çok severim. Her ikisinde de müthiş bir genişlik duygusu vardır.

Annenizin klasik piyanist olması sizi etkiledi mi?

– Mutlaka etkilemiştir. Ben doğmadan önce bile evimizde hep müzik varmış. Annem hep piyano çalardı. Yedi yaş büyük ağabeyimin geniş bir caz plağı koleksiyonu vardı. Annem, bana piyano öğretmek istedi. Ders almaya teşvik etti. Reddettim. Ağabeyimin 78 devirli plaklarından Louis Armstrong, Lester Young, Coleman Hawkins, Dizzy Gillespie dinleyerek başladım. Bir yüzü 3,5 dakika süren iki şarkılık albümlerdi.

1970’lerin sonunda ECM firmasının sanatçıları arasına katıldığınızda, bu kadrodaki isimlerle ortak çalışmalar yapmaya başladınız. ECM’in olumlu etkisi oldu mu müziğinizin gelişiminde?

– Kesin cevap vermem çok zor. Sanırım hiçbir etkisi olmadı. Fakat günlük hayatta o kadar çok şeyle etkileşime giriyoruz ki farkında olmadan, belki de etkilenmişimdir. Mesala, son altı aydır çoğunlukla Michael Jackson’ın şarkılarını dinliyorum. Belki bunun etkisi olmuştur üzerimde. Aslında, son dönemde yazdığım iki bestede bu etkileşimi fark ettiğimi söyleyebilirim. Tabii ki doğrudan bir etkileşim yok. Mesela ECM’den yayımlanan Easy Living albümünde yer alan Algir Dalbugi’de neden ilham aldığımı kimse bilmez. Beatles şarkısıdır bu eserin ilhamı.

Sinema ve edebiyatla da yakından ilgili olduğunuzu okuyoruz. Ortak çalışmalar yapıyor musunuz?

– Birkaç film müziği besteledim. Bir aktörle ortak çalışmalar yaptım. Ressam Michalangelo Pisteleto ile Atlanta’da bir ay boyunca enstolasyonlar gerçekleştirdik. Morton Feldman da katıldı bize. Bir öykü yazarı, benim başkahramanı olduğum bir öykü yazdı, bunu müzikledim. Çizgi romanlar için müzik yaptım.

Maffy Falay bir dehadır, kıymetini bilin

Avrupa’dan cazcı çıkmayacağını yüksek sesle söyleyen Anthony Braxton gibi önemli isimler var Amerika’da. İtalyan olduğunuz için ayrımcılığa uğradınız mı?

– Hayır, uğramadım. Tam tersine İtalyan olduğum için ilgi çektim.

Roma Operası için bir eser yazmıştınız yıllar önce. Klasikçilerle çalışmalarınız sürüyor mu?

– Senfonik orkestra eşliğinde bir kayıt yaptım. Puccini ve Bizet’nin eserleri üzerine iki CD kaydettim. Puccini müziği üzerine çalışmak ufuk açıcıydı. Çok ilginç ayrıntılar keşfettim. Şimdilik bu kadar yeter. Başka bir çalışma yapmayı düşünmüyorum.

Türk müzikçilerle yolunuz kesişti mi hiç?

– Hiç birlikte çalmadım. Fakat yıllar önce önemli bir ustayla tanıştım İsveç’te: Maffy (Muvaffak Falay). Bence trompette gerçek bir deha. Kıymeti bilinmeli. Don Cherry ortak arkadaşımızdı, bu vesileyle tanıştım. Sevgili kardeşim Johnny Dyani (Güney Afrikalı basçı) ile birlikte çalışmıştı. En ilgimi çeken özelliği trompetteki farklı tekniğiydi. Sanırım Türk kültüründen getirdiği bir farklılık vardı üslubunda. Umarım hâlâ çalıyordur.

(Serhan Yedig / 3 Temmuz 2010/ Hürriyet) Ana fotoğraf: Antonio Porcar

CHET’LE KARŞILAŞMAK, BİRDEN GÜNEŞE ÇIKMAK GİBİYDİ

Miles Davis’i Lester Young ve Fransız basçı, davulcu eşliğinde dinlediğimde trompet çalmaya karar verdim. 18 yaşında ilk trompetimi aldım, kendi kendime öğrendim. Sololarını taklit ediyordum, birkaç plağım vardı ve sürekli onlarla çalışıyordum. Biri Miles’ın Blue Haze’iydi. Solar’daki gibi kolay sololarını taklit ediyordum. Bu dönemdeki soloları zor değildi. Chet Baker’ın 1954-55 dönemindeki soloları son derece ustaca, çok hızlı, dolayısıyla taklit etmesi çok zordu. Fakat daha sonra trompet sololarında şarkı söyler gibi, çok daha melodik çalmaya başladı. Bunları taklit edebiliyordum. Kolay değildi ama başarıyordum ve öğreniyordum. Torino’da sürekli Chet’le takılıyordum. Davulcusu Franco Mondini en iyi arkadaşımdı. Hep Franco’nun evindeydim, Chet de oradaydı. 1960’ların başında, hapisten yeni çıktığı günlerdi. Evde bütün gün birlikteydik. Hep zekice bir laf edip dikkatini çekmeye çalışıyordum, fakat donup kalıyordum. Çünkü ansızın güneşe çıkmış gibi oluyordum. Dilim tutuluyordu. Bazen tavsiye almak istiyordum fakat herhangi bir yardımı olmuyordu, çünkü o da kendi kendine öğrenmişti. Trompette marifet gösteriyordu, fakat nasıl yaptığını o da bilmiyordu. Hoş bir adamdı. Fakat Torino’da arkadaş oldukları kişiler sorunluydu. Chet’in her zamanki haliydi bu, her zamanki Chet hikayeleri, eroin filan.

ARJANTİNDE MAHSUR KALDIK

1965’te Roma’da, Amerikan Akademisi’nin çevresinde takılıyorduk. Living Theatre önemli bir ilgi odağıydı. Biz de bu gruptan ayrılmıyorduk. Sonra Don Cherry ve Mal Waldron geldi Roma’ya. Hep birlikteydik. Günün birinde Arjantinli ilk karım, neden Güney Amerika’da şansımızı denemiyoruz, diye sordu. Buenos Aires’e gitti, iki hafta sonra bize 15 gün çalabileceğimiz bir kulüp ayarladı. Gidiş biletimizi alıp, yola düştük. İlk üç gün kulüp ağzına kadar doluydu. Hatta ilk haftalığımızı aldık. Sonra dinleyici azaldı. Giren dinleyici sayısına göre para almaya başladık. Sonunda iş bitti, para bitti, ortada kaldık. Bilet alamadığımız için bir yıl Arjantin’den ayrılamadım. Şehirde zenci yok denecek kadar azdı. Basçı Johnny Dyani kırmızı elbiseler ve punk stili saçlarla dolaşıyordu. Dikkat çekiyorduk, sürekli kavga çıkıyordu. Kayınpederim onu hapisten kurtarmaktan bıkmıştı. Öte yandan Johnny ve Louis’le kardeş gibiydik ve harikaydı. Sonunda eşim para buldu ve New York’a gittik dördümüz.

FORMU, TEMPOSU, ARMONİSİ OLAN MÜZİĞİ SEVİYORUM

1960’lar cazda özel bir dönemdi. Özgür doğaçlamanın bir anlamı vardı. Bugün ise benim için hiçbir anlam ifade etmiyor. Biz özgür doğaçlamacılar, bebop çalanlardan söz açıldığında kirli bir şeyden bahsediyormuş gibi konuşurduk. Şimdi ne kadar salaklık yaptığımı anlıyorum, çünkü adı geçen kişiler cazın büyük ustalarıydı. Fakat bir süre için bu tavırda takılmak heyecan vericiydi. Müziğimizde hata yoktu, çünkü kural yoktu ortada çiğneyecek. Bugün formu, temposu, armonisi, melodisi olan müziği seviyorum. Canım istediğinde kuralları çiğneme özgürlüğünü seviyorum. Eğer canım isterse kural dışına çıkarım, istemezse kurallara uyarım.

(Alıntı: Christopher Porter / Jazz Times / Mayıs 2006)

 

Linkler

Kişisel web sayfası

Biyografisi

Share.

Leave A Reply

16 + eight =

error: Content is protected !!