Sidney Bechet, Thelonious Monk, Horace Silver, Art Blakey, Freddie Hubbard, McCoy Tyner gibi her biri kilometre taşı olan isimlerin arasına 1997’de gitarcı Önder Focan da katıldı. Bill Stewart, Sam Yahel ve John Nugent’la kaydettiği “Beneath The Stars / Yıldızların Altında” albümü, caz efsanelerinin plak firması Blue Note’tan yayımlandı. Bu fırsattan yararlanıp soğuk bir ocak akşamı kapısını çaldık. Caza yaklaşımını, Türk cazını ve mafyasını konuştuk.
1994’ten 1997’ye bir kaset, üç CD yayımladınız. Şimdi yenisi çıktı. Sırrınızı söyleseniz de ayakla kalmaya çalışan popçular feyz alsa…
– Prodüksiyonların mantığı arasında fark var. Diğer cazcı arkadaşlarım adına da konuşursam, biz öncelikle ürünlerimizi bir an önce ortaya çıkarmak, zevk alacaklarla paylaşmak istiyoruz. Getirisi olur ya da olmaz. Çıkış noktamız bu değil. Çoğu sponsor desteğiyle yayımlanıyor. Yüzde 100 ticari faaliyet değil yani. Bunun avantajı var.
Sponsor maksimum faydaya bakar. Garanti Bankası, yüz binlere ulaşmayacak bir ürüne para yatırmaya nasıl ikna oldu?
– Bestelerimiz için, popçular gibi, 30 bin dolarlık telif almıyoruz; prodüksiyonlar ucuza çıkıyor. Çok satmasa da yapılan işler uzun zaman göz önünde kalıyor, konuşuluyor. Sonuçlan sponsorlar memnun. Ama destek almak için, sponsora tutarlı proje götürmeniz, daha önce yaptıklarınızı anlatmanız gerek. En az benim kadar iyi müzisyen birçok arkadaşım var, proje hazırlamadıkları için bu imkandan mahrumlar.
Destek alabilmek için göz önünde, gündemde kalmayı başarmanız gerek. Bu curcunada sesinizi duyurmayı nasıl başarıyorsunuz?
– Reytingi yüksek TV’lerde, çok özel olaylar olmadıkça, cazın yeri pek yok. Yazılı basının bir kısmı bizlerin yaptığı müziğe ilgi duyuyor. Bu yolla sesimizi duyuruyoruz, hayatta kalabiliyoruz.
Klasik gibi cazın dinleyicileri de tüm dünyada hızla azalıyor. CD satışlarına bakarsanız, yüzde 5′ ler civarında. Arada bir “Kelaynak Kuşu ” hissiyatına kapılıyor musunuz?
Hayır. Türkiye’de, gençlikte caza karşı bir ilgi kaybı olduğu görülüyor. Çünkü cazla karşılaşma olasılıkları çok az. Radyo ve TV’nin sınırlı olduğu günlerde rastlantı sonucu insanların karşısına caz çıkabilir, bu ilk kıvılcıma yol açabilirdi. Biz böyle başladık. Şimdi yüzlerce kanal, binlerce program arasında gençler cazla hiç karşılaşmayabiliyor. Hep Süper FM dinleyen birini düşünün mesela, caz duymadan ömrünü tamamlayabilir. Kulak alışkanlıklarında da değişim söz konusu. Eskiden müzisyenler az emek harcanmış ürünlerle ortaya çıkmaktan çekinirdi. Şimdi bunlar moda. Geçenlerde, lokallerde çalan bir arkadaşım, birkaç mezürlük, armonisi bile olmayan parçalan çalmadıkları için kötü müzisyen muamelesi gördüklerini söylemişti. Buna karşın, İstanbul dışında verdiğim konserlerde gençlerin daha araştırmacı, katılımcı olduğunu görüyorum.
Oysa 1990’larda caz İstanbııl’da yeniden “moda” oldu. Bir-çok Avrupa kentini kıskandıracak üç caz festivalimiz var. Bu gelişmenin Türk cazcılara hiç hayrı dokunmadı mı?
– Geçen hafta CRR’de Mussolini Ouartet’in konseri vardı. Salon boştu. 15 yıl önce olsa tıklım tıklım dolardı. Yıl boyunca İstanbul’da en ünlü isimler dinlenebiliyor artık. Bu bir doygunluk yarattı, dinleyici festival rüzgarı esmeyince konsere gitmiyor. Türk cazcılar festivale gelen çok ünlü isimlerle jamsession’larda çalıp takdir gördü mü dikkat çekiyor. Yoksa “yerli malı,” “Mavi Jeans” muamelesi görüyür.
1994’te basçı İlkin Deniz’le başlattığınız mucizevi caz albümü bombardımanı nasıl gerçekleşti? Erol Pekcan’ın 70’lerde yayımladığı plaktan sonra 20 yıl, Türk cazcılar Türkiye’de neredeyse hiç albüm yayımlayamamıştı. Şu anda 20’ye yakın CD var.
– İlkin’le ilk albümlerimizi yayımlarken çıkış noktamız şuydu: Türkiye’de “cazcılar otel lobilerinde çalan, asansör müziği yapan insanlardır” biçimindeki önyargı değişmeli. Başladığımızda bu işin arkasının geleceğini hissediyordum. Doğru çıktı. Plakçılar ilk albümlerimizi nereye koyacaklarını bilemediler. Mesela Kerem Görsev ‘in CD’si Kenan Doğulu ile Kayahan’ın arasına yerleştirildi. Arayanlar bulamıyor, meraklıları keşfedemiyordu. Albümler çoğaldıkça yerler değişti. Tuna Ötenel, Asia Minör, Emin Fındıkoğlu, İlhan Erşahin derken, bazı plakçılarda Türk Cazı rafları oluşmaya başladı. Yani hep birlikte davranıp kendimize yeraçtık. Aynı hızla devam ediyoruz. Aydın Esen ve Arto Tunç’un, Nilüfer Ruacan’ın albümleri bugünlerde piyasaya çıkıyor. Kerem Görsev Amerika’da, Ali Perret Türkiye’de kayıt yapıyor… Ama bunun yansımasını konserlerde, festivallerde göremiyoruz.
O da çete kurbanı
Türkiye’de caz mafyası var, demiştiniz. Siz de mi çete kurbanısınız?
– Cumhurbaşkanı Demirel geçenlerde Türkiye’de mafya kavramının farklı şekillerde görüldüğünü söylemişti. Silahsız, kayırmaya dayalı grupçukları kastediyordu. Cazda da örnekleri var. Dünya festivallerine bir bakın. Chick Corea’nın Bud Powell, Herbie Hancock’ın New Standarts, Joe Lovano’nun Sinatra projeleri tüm festivallere yansıdı, İstanbul’a da geldiler. “Boğaz’da” albümü yayımlandıktan sonra Türkiye’de turne yaptık. Yılın önemli yerli projelerinden biriydi. Festivallere yansımadı. Bunun öznel bir karar olduğunu, bazı insanların kayırıldığını söyledim. Kızdılar. Bence festival yönetimlerinin “beğenmedim,” gibi subjektif yaklaşımlar getirmemesi gerekir.
Belki kalitesini yeterli bulmamışlardır…
– O zaman feci şekilde aşağılanıyoruz demektir. “Yaptığın beni ilgilendirmiyor, çünkü beğenmiyorum,” demeye getiriliyor sanki. Son albümde cazın en yetenekli, bugünlerde adından çok sözedilen davulcularından Bill Stewart’la çaldım. Blue Note listesine girdi. Göreceksiniz, festivallere yine yansımayacak. Çünkü kara listedeyim.
Makine mühendisisiniz. Haftanın altı günü bu alanda çalışıyorsunuz. Sekiz saatlik mesaiden sonra notalarla buluşmak nasıl oluyor?
– Müziği özlemiş oluyorsunuz. Beyniniz notalara aç oluyor, işim müziğe engel değil. Evim ve işim birbirine yakın. Yolda zaman kaybetmiyorum. Günlük uykum beş saat. Bana dokuz saat kalıyor. Günde en az iki saat egzersiz yaparım. Ayrıca, Internet’ten ve yeni yayınlardan notalar bulup çalışırım; soloları incelerim; repertuvarımı genişletmeye, emprovizasyon tekniğimi geliştirmeye çalışırım.
Yatakta bile gitar çaldığınız yolunda rivayetler var. Müzik aile yaşantınızı zedelemiyor mu ?
– Tam tersine pekiştiriyor. Eşimden ciddi destek görüyorum. Albümlerle, konserlerle ilgili yazışmaları, görüşmeleri yürütüyor. Zuhal’in desteği olmasa müziği yürütemezdim. Mühendisliği ve proje çizmeyi de çok seviyorum. Yaratıcılık konusunda müzikle arasında paralellikler olduğu kanısındayım. Matematiksel düşünebilme müzikte önemli avantaj sağlıyor.
Besteler günlük çalışmalarda mı ortaya çıkıyor?
– Sabah aklımda bir melodi ya da imajla uyanırım, ilk sekiz mezürü hemen yazabilirsem, melodi besteye dönüşür. Haftada en az bir akşam Gramofon’da, grupla çalıyorum. Bu ortamda besteler pişip, olgunlaşıyor. Sonra albüm projelerine dönüşüyor.
Enlemin, boylamın ne önemi var?
Önder Focan nereden geldi, nereye gidiyor?
– Pop Caz’ın, fussion’ın gündemde olduğu dönemde müziğe başladım. Billy Cobham, Chicago ve Blood Sweat dinler, onlar gibi çalmak isterdim. Zamanla klasik caza yaklaştım. Swing çalmaya başladım. Sonra BeBop’a yöneldim, Charlie Parker’ı inceledim. 1990’larda üzerinde rahat doğaçlama yapılabilecek, sade melodiler yazdım. Şimdi “main stream”e yakınım. Kendimi, John Scofield, Mike Stern gibi gitarcıların müziğine yakın hissediyorum. Birbirini dinleyen, müziği iç oyunlarla gelişen küçük grup formatında çalışmak istiyorum.
“Türk Cazı” ve “Türk Cazcısı” nitelemeleri sizin için ne ifade ediyor?
– Bir şey ifade etmiyor çünkü milliyetçi değilim. Türkiye’de yaşayan. Türkiyeli bir cazcıyım. Bence her cazcının dağarcığında iki temel öğe bulunmalıdır: Temel caz bilgisi ve repertuar. Farklı kültürlerin müzikçileri buluştuğunda bu ortak dili konuşur. Her müzikçinin bir üslubu var. Benim gitar tonumda da yaşadığım kentin renkleri görülür. Tamburu çağrıştıran tonlar duyarsınız mesela. “Türk Cazı” diye bir tür olduğunu da sanmıyorum. Kerem Görsev’in, Tuna Ötenel’in de CD’lerini dinlediğinizde bu adamlar şu enlem, şu boylamdan geliyor, diyemezsiniz. Demeniz de gerekmiyor zaten.
Etno caz düşüncesine yakın değilsiniz. Fakat popüler yerel kaynaklardan yararlanıp Türk caz standartlarını yaratmak gerektiğini söylüyorsunuz. Müzik evreninde dolaşırken hangi sokaklara girmeyi, hangilerinden uzak durmayı seçiyorsunuz?
– Amerika’da bir kulüpte “By bye Black Bird”ü çalsanız, cazla ilgilenmeyenler bile size eşlik eder. Herkes bilir. Bugünün caz standartlarını oluşturan Gershwin, Jerome Kern besteleri caz olarak yazılmadı. Bizim caz standartlarımız da, bizim popüler ezgilerimizden oluşabilir. Fakat her ezgi benim anladığım anlamda günümüz cazına, “main stream” caza uyarlanamıyor. Formu olmalı, armonize edilebilmeli, aksak ritmi ve koma sesleri olmamalı, ilk kasette yorumladığım “Seninle Bir Dakika,” sonraki albümlerde Türk Sanat Müziği’nden seçtiğim “Rüzgar Kırdı Dalımı,” “Beklenen Şarkı,” böyle eserlerdi. Türk Müziği’ni caza uyarlamak gibi iddialı bir iş yapmıyorum. Makamsal bilgim buna yetmez. Ayrıca nasıl yapılması gerektiği konusunda net bir görüş de yok.
Yerel öğe olarak sadece Türk Sanat Müziği’nden yararlanıyorsunuz. Halk müziğini kullanmamanızın tek nedeni aradığınız standartlara uymaması mı?
– Folklorik ezgilerde dört ya da sekiz ölçülük parçacıklar var. Tekrarlarla üç dakikalık türküye dönüşüyor. Oysa, benim arzuladığım standartta, devinen armoniye sahip, sololara imkan verecek formda bir parça için en az 32 ölçülük melodiye ihtiyaç var. Ayrıca yaşam biçimim de seçimimi yönlendiriyor. Şehirde doğup büyüdüm. Klasik Türk Müziği’nin de bir şehir müziği olduğunu düşünüyorum. Bana halk müziğinden daha yakın.
Yerel enstrümanları da kullanmıyorsunuz. Neden?
– Otantik enstrüman ustalarıyla buluştuklarında cazcılar otantik çalgının etrafında dolaşıyor. Al DiMeola, John McLauglin, Paco De Lucia üçlüsü buna örnek. Flamenko önde, cazcılar arkasında. Bu sakınca belki cazcının otantik çalgı kullanmasıyla aşılabilir. Benim böyle bir çabam yok.
Refik Fersan ‘ın eserlerine özel bir ilginiz var galiba.
– Miles Davis’in “Nardis”iyle Fersan’ın çok sevdiğim “Hicaz Peşrev”i arasında yakınlık olduğunu düşünüyorum. “Nardis”e giriş olarak çalıyorum “Peşrev”i. Son CD’de giriş uzun tutulunca bağımsız bir parça oldu.
Son iki albümünüzü Amerika’da kaydettiniz. “Yıldızlar’ın Altında”da sadece Amerikalılar’la çalıyorsunuz. Bu bir keşif serüveni mi, yoksa iltica girişimi mi?
– Caz kaydında uzmanlaşmış stüdyoda çalışmak albüme çok şey kazandırıyor. Ses mühendisleri uzman. Tüm gitaristlerin düşüdür Hammond B3 org eşliğinde çalmak. Tonu gitarı ön plana çıkartır, tınısını mükem-melleştirir. Bu orgu iyi kullanan az isim var. Sam Yahel bunlardan biri. Basçı aynı zamanda. Bas tonları kullanmayı iyi biliyor. Amerika’da düşlerimden birini gerçekleştirdim.
Akademi İstanbul’da ders verdiniz. Bu caz misyonerliğinin bir uzantısı mıydı?
– İyi müzikçilerimizin olmasını istiyorsak, cazda geniş tabanlı piramiti andıran bir yapı olmalı. Gençler tabandan yavaş yavaş zirveye yükselmeli. Bizde piramitin zirvesi var. Ben tabanın oluşması için kendi payıma düşeni yapıyorum.o
(Serhan Yedig / Ocak 1998 / Aktüel)