Ellen Jewett / Türkiye’deki orkestra, konservatuvar ve üniversiteler çok otoriter

0

Kemancı Ellen Jewett, S. Hartke’nin eserlerinin yer aldığı Chandos etiketli “The Horse with the Lavender Eye” isimli CD’si Amerikalı müzikseverlere tanıdık gelecektir. Çağdaş müzik repertuarına katkılarıyla bilinen Jewett, bu kez de Naxos firmasından çıkan, “Turkish Music for Solo Violin” isimli yeni albümüyle müzikte “keşfedilmemişlik” ve “olağandışılık” arayışını sürdürmeye, çağdaş bestecilerin eserlerinin ilk seslendirilişini yapmaya ve konser performanslarıyla da bu eserleri desteklemeye devam ediyor.

Naxos etiketli yeni albümünüzde A.A.Saygun, Onur Türkmen ve Mahir Çetiz gibi üç çağdaş Türk müziği bestecisinin eserlerini seçtiniz. İçlerinden Saygun, 20. yüzyıl bestecileri arasında belki de en büyük öneme sahip olanı. Burada batıda da bestecinin eserlerini içeren albüm kayıtlarına son zamanlarda daha sık rastlanır oldu. Solo Keman için Partita, dinleyicilerin aşinalığına katkıda bulunacak bir ilk kayıt olması açısından da önem taşıyor. Öte yandan 1977 doğumlu Cetiz’ in de yaşayan çağdaş Türk bestecileri indexinde kendine yer bulduğu söylenebilir. Yaklaşık bir yıl önce, Colin Clarke tarafından 41:5 no’lu sayıda yer alan CD eleştirisinde, kendisinden ilk kez bahsedildiğini görüyoruz. Türkmen ve Cetiz buna rağmen okuyucularımızın büyük bir kısmına tanıdık gelmeyecektir.Bu sebeple ilk olarak bu üç besteciyi nasıl keşfettiğinizi ve albüm içinde yer alan eserleri neye göre seçtiğinizi sorarak başlamak istiyorum.

-Bir Türk erkeğine aşık olunca doğal olarak onun kültürüne ve tarihine ait unsurları merak etmeye başladım. Bir müzisyen olarak en iyi bildiğim yol ise bu kültüre ait müziği anlamak ve seslendirebilmekti. Amerika’ da eğitim görmüş ve çalışmış birçok müzisyen gibi ben de, Türkiye’ye gelmeden önce çağdaş Türk müziği ile ilgili hiçbir referansa sahip değildim. Saygun, doğal bir başlangıç gibi geldi. Keman ve piyano için yazdığı eserler, keman ve viyola konçertoları ve yaylı dörtlüleri ile Saygun, “Türk Beşleri” olarak bilinen grupta en çok ilgimi çeken ve bana en çok hitap eden besteciydi. Müziğini kendime yakın ve sıra dışı buluyordum. Solo keman için Partita adlı eserini ilk keşfettiğimde çok heyecanlanmıştım. Eserin Bartok, Berg, Lutoslawski gibi bestecilerin eserlerini çağrıştıran ifadeli ve yer yer de sert soundu hemen beni kendisine çekmişti. Eserin Türkiye’de daha önce çok az çalındığını ve kaydının bulunmadığını öğrendiğimde şaşırmakla beraber, üzerinde daha fazla çalışıp araştırdıkça daha da ilginçleşeceğini hissediyordum ve böylece 50 yıl sonra eserin ilk kaydını yapmak için kolları sıvadım. Evet, bu albüm eserin ilk kaydı olma özelliğini taşıyor.

Eseri çalışırken, Saygun’un klasik batı müziğindeki tonal sisteme uygun besteleme tekniğinde “mikroton/koma” kullanmaksızın, geleneksel mikrotonal modlar olarak tanımlayabileceğimiz “makam”lar ve Saygun’un bunu klasik batı kompozisyon tekniği içinde nasıl erittiği üzerine oldukça okuma, düşünme ve araştırma yaptım. Bu konu hakkında bilgilerimi arttırmak istediğim dönemde, kendisi de mikrotonal müzik ve makamlar konusunda uzman olan Onur Türkmen ile tanıştım. Kapadokya’da düzenlediğim festivalde kendisi tarafından yazılmış olan yaylı kuarteti seslendirmiş ve kompozisyon ustalık sınıfına eğitimci olarak kendisini de davet etmiştim. Bu işbirliği sonrasında kendisine, makam mantığını daha iyi anlayabilmemi sağlayacak bir solo keman eseri sipariş ettim. Mahir Cetiz’in eserini sipariş edişim ise, kendisi de dahil yedi farklı bestecinin bir araya gelip yazdığı bir kolaj olan, “Our Sons-Gallipoli” isimli büyük orkestra eserini dinledikten sonra olmuştur. Bu tür kolaj bestelere çoğunlukla pek sıcak bakmasam da, Cetiz’in eser içinde diğer bestecilere ait farklı kesitleri birleştirip harmanlayan etkileyici, güçlü ve özel bir sesi olduğunu düşündüm. Böylece bu üç besteciyle yollarım kesişti ve her birinin müziğini keşfetmeye çalışırken farklı dünyaların kapılarını araladığımı hissettim.

Saygun, Bach kadar çekingen davranmamış

Günümüz modern standartlarına göre Saygun’un 1961 yılında yazılmış olan Partita’sı bir çok nedenden ötürü tarihi bir nitelik taşıyor. Albümde kaleme aldığınız notlarda, Saygun’un geleneksel Türk folk müziği öğelerini yansıtan pentatonik ve modal yaklaşımlarını, Bartok’un Rumen ve Macar folk müziği öğelerini kullanışı ile aynı bağlamda değerlendirdiğinizi görüyoruz. Diğer yandan Saygun’un Paris’te Schola Cantorum’ da Vincent d’Indy ile yaptığı bestecilik çalışmalarından, bestecinin klasik batı müziği geleneğindeki klasik ve romantik form, yapı ve kompozisyon teknikleri ile ilgili engin bilgisine de atıf yapıyorsunuz. Bu bağlamda, benim gibi daha önce bu eseri dinlememiş olan birine Saygun’un solo keman için Partita’sını nasıl tanımlarsınız?

– Schola Cantorum, d’Indy’nin rehberliğinde eski müzik, Rönesans müziği ve folklorik müzik özelinde kontrapuntal çalışmaların yapıldığı ve tüm dünyadan farklı birçok bestecinin katıldığı önemli bir merkezdi. Burada Paris Konservatuarı’ndan farklı olarak Alman geleneğine de çokça vurgu yapılırdı. Partita’da hemen herkesin dikkatini çekecek en temel özellik, eserin ne denli büyük, önemli ve hatta anıtsal nitelik taşıdığı olacaktır. Partisyona bakınca eserin rapsodik karakterini ve ortaya çıkan motiflerin altında büyük bir mantık yattığını hemen hissettim. Öyle görünüyor ki Saygun, kemana özgü “dört tel ve dört parmak” gibi kısıtlılıklardan Bach kadar çekinmemiş ve eser boyunca tüm fikirlerini bir motif birliği içinde sunabilmiştir. Bir kemancı olarak eserin hayli zor olduğunu söyleyebilirim ancak bu zorluğa rağmen Saygun, yapay virtüözite gösterilerinin yanından bile geçmiyor. Dört bölümün tamamında da samimiyetini koruyor. Tınısal özelliklerine baktığımızda, kromatizmle yoğrulmuş yoğun, koyu ve karanlık bir hava ağırlıklı olarak hüküm sürse de, eserin son derece lirik ve dans karakterini yansıtan atmosferden de çok uzak olmadığını görüyoruz.

Hızlı bölümler, Balkan folk müziğinde de rastladığımız ve Bartok tarafından sıklıkla kullanılmış olan neşeli ve baş döndürücü aksak ritmlerle bezenmiş. Eserin en başındaki melankolik ve doğaçlama karakterindeki prelüd, Frigyan gam karakteristiği taşıyan müzikal malzemeyi işlerken, bana göre eserin ifade anlamında kalbi olarak tanımlanabilecek 3. bölüm, zengin bir varyasyon formu olarak karşımıza çıkıyor ve yaklaşık 13 dakika uzunluğunda adeta bir senfonik şiir gibi tek başına da icra edilebilme potansiyeli taşıyor.

Solo keman eserleri söz konusu olduğunda kuşkusuz hemen Bach’ın eşliksiz solo sonat ve partitaları ile ilgili paradigma akıllara geliyor. Tamamen teknik anlamda düşünürsek, Saygun Partita’nın farkı nedir? Saygun hangi teknik materyalleri kullanmış ve Bach’ ta kullanılmamış olan yeni malzemeler neler? Bir de eseri öğrenme ve çalışma sürecinde pes edip kemanı tamamen bırakma noktasına geldiniz mi?

Son sorudan başlamak istiyorum ve itiraf ediyorum: evet geldim! Daha önce kimsenin yapmaya yanaşmadığı ya da insanlara imkansız gibi görünen bir şeyi yapmaya kalktığınızda zaten bir takım sorgulamalara ve anlam arayışına ister istemez giriyorsunuz.

Benim açımdan bu eseri öğrenme süreci, Türkiye’nin yaşadığı ekonomik ve politik değişimlerin yansımalarının yoğun olduğu bir döneme denk geldi. 2011’de Ankara Üniversitesi’nde öğretim elemanı pozisyonu teklif edilince Türkiye’ye tam olarak yerleştim ancak 2015’te bu görevden ayrılmak zorunda kaldım. Bu arada oda müziği projelerimle ilgili ödenek bulma vb. işlerle ilgilenirken, yeni bir eseri öğrenip çalışabilecek bol bol vaktim oluştu. 25 yıllık oda müziği icracılığı ve yoğun eğitimcilik günlerine duyduğum o özlemi, bu esere kanalize olarak dindirdim desek yanlış olmaz. Eserin içinde tıpkı Bach’ta olduğu gibi, gün yüzüne çıkmamış bir “hikaye anlatıcılığı” var olsa da insanların henüz bunu önemseyip önemsemediğinden pek emin değildim. Yine de yazılış tarihinden çok sonra değeri anlaşılmış ve kemancıların adeta kutsal kitabı haline gelmiş Bach Solo Sonat ve Partita’ larını düşünerek, özellikle genç Türk yorumculara solo repertuar açısından bir kaynak ve bir referans noktası olabilmek ümidiyle çalışmalarıma devam ettim.

Eseri çalışırken Bach’ın eşliksiz solo eserleri için kullandığım alternatif bir tabir olan “kendinden eşlikli” (self-accompanied) ibaresinden ilham aldım. Tıpkı Bach gibi Saygun da, kontrpuan tekniklerini kullanışı, hem kemanın sınırlarını zorlayarak motifleri işleyişi ile “çok sesli diyalog” illüzyonu yaratmayı başarıyor. Eser genel olarak 19. ve 20. Yüzyıl müzikal anlayışı içinde yazılmış olsa da, Saygun bu döneme özgü armonik çift sesleri kulanmamış,onun yerine özellikle espressivo karakterdeki 1. ve 3. bölümlerde iki farklı melodik çizgiyi birleştirme yoluna gitmiştir. Örneğin Saygun’un 3 notalı kromatik kalıplarla veya inici üçlülerle basit motifsel malzeme yaratması gibi, her iki besteci de, bu tür materyallerin doğaçlama havasında yansıtılması konusunda oldukça başarılı olmuşlardır. Bana göre aralarındaki en büyük benzerlik, Bach’ın diğer tüm bölümlerde de armonik alt yapıyı oluşturan dört notalı ağıt niteliğindeki inici bas yürüyüşünden büyük bir evren yarattığı, finaldeki anıtsal Chaconne ile taçlanan Re Minör Partita’sı diyebilirim.

Saygun, bilindik bir Türk makamı ile de yakın akraba olan Frigyan modunu, küçük hücrelere ayırıp Partita’nın diğer bölümlerinin de armonik anlamda bel kemiği olacak şekilde formüle ediyor. Hızlı bölümler, Scherzo ve Finale başlıklarını taşıyor olsa da bu bölümlerin, Bach’ın partitalarındaki danslardan modellenmiş olduğunu görüyoruz. Saygun’un dansları daha yırtıcı ve yer yer rahatsız edici tınlasa da, bana göre her iki besteci de benzer sarkastik mizah anlayışını paylaşıyor ve enstrümanın sınırları ve bütünselliği ikisinin de ilgi alanı. Kişisel olarak teknik anlamda beni en çok zorlayan nokta, melodik pasajların üst üste paralel dörtlülerden oluşuyor olmasıydı. Bu da aslında dörtlülerle akort edilen kemençeyi tasvir eden bir teknik, fakat günümüzde biz kemancıların pek de sık yapmadığı bir uygulama.

Türkmen’in eserindeki sesler adeta 10 bin yıl öncesinden geliyor

Türkmen ve Cetiz’in eserlerine baktığımızda mürekkebin neredeyse henüz kurumadığını söylemek mümkün. Türkmen’e ait “Beautiful and Unowned” un, 2013 yılında bestelenmiş ancak 2017’de revize edildmiş olduğunu, Cetiz’e ait “Soliloquy”un ise 2016 yılında yazılmış olduğunu görüyoruz. Sizin bilmediğiniz ancak okuyucularımız tarafından malum olan bir durumum var: modernist ve avangard müzik müridlerine karşı oldukça önyargılıyımdır. Maalesef her yerdeler ve giderek de çoğalıyorlar. Türkmen ve Cetiz’in eserlerini dinledim ve hiç ilgimi çekmediklerini, bundan sonra da dinlemeyi düşünmediğimi söylemeden edemeyeceğim. İsterseniz bana sabit fikirli ve önyargılı deyin (ki mesleğim aslında biraz da bu değil mi…) ama bu eserlerde ne bulduğunuzu ve onları nasıl dinleyip ne anlamamız gerektiğini bize anlatabilir misiniz?

Çoğu müzisyen olmayan arkadaşım, annem ve hatta öğrencilerimin çoğu aynı sizin gibi düşünüyor ama şu müridlik, kategorizasyon vb. yakıştırmalarla bu müziğe duyulan aşırı önyargıyı da pek anlayamıyorum. Dinlenebilir veya kabul edilebilir müziğin tarihsel olarak nerede başlayıp nerede bittiği ile ilgili kesin bir yargıya varamayacağımız gibi, bu tür bir düşünce, klasik müziğin adeta zamanda dondurulması ile aynı anlama geliyor. Bana göre kendini geliştirmeyen herhangi bir din de dogmatik ve tehlikeli bir fanatizme dönüşme riski taşıyor. Samimiyetle söylemek isterim ki bu müziği sevdirmek için “misyoner”liğe soyunmuş değilim veya bu yeni müziğin nasıl dinlenip, beğenilip anlaşılabileceği ile ilgili kimseye ders veremem. Eserleri çalıyorum çünkü yetenekli ve aktif yaratı sürecine katkıda bulunan bu bestecilerin sesleri ile bağlantı kurabiliyorum. Bu üretkenlik disiplinini ve aktif yaratı sürecini daima ilham verici buldum. Bana müzik tarihinin daha eski dönemlerindeki üretkenliği ve yaratıcılığı hatırlatıyor. Bir teoloji profesörü olan babam, iki farklı zaman diliminde hermeneutik yaklaşımlardan ve literatürle ilgili tefsirlerden konuşmayı çok sever. Ben, müziklerinin ardındaki teknik unsurları tam olarak içselleştiremesem de her iki besteciyi de yenilikçi buluyor, daha çok çalındıkça zaman içinde daha iyi anlaşılacağına inanıyorum. Yeni bir eserin anlaşılması önündeki en büyük engellerden biri olarak da çoğu kişinin eseri yalnızca bir kez dinlemesi olduğunu düşünüyorum. Klişe gelebilir ama ne olacağını yalnızca zaman gösterecektir. Bana düşen ise, bu müziği olabildiğince tekrarlayıp kalıcılığına ve yaygınlaştırılmasına katkıda bulunmaktır diye düşünüyorum.

Kayıtların Kapadokya’da yapıldığını görüyorum, ve Ankara Üniversitesi’nde ders vermişsiniz; anlaşılıyor ki Türkiye’de zaman geçirmiş, insanları ve kültürü ile tanışmışsınız. Albüm notlarınızda Türkmen’den alıntı yaparak Klasik Keyifler festivali ve kendi parçası hakındaki hisleri için şöyle diyorsunuz: “Güzel ve Sahipsiz: Kapadokya (ve Klasik Keyifler festivali) hakkındaki kişisel hatıralarım, bölgenin benzersiz rüya gibi atmosferinden kaynaklanan kolektif mirasından ayrı düşünülemez, bu miras ki birbirinden çok farklı geçmişleri bu günkü eklektik mimarisinde (hem doğal hem de insan eli ile yapılmışlarında) ve manzarasında somut olarak gösteriyor. Güzel ve Sahipsiz’in bu mirasa dair olduğuna inanıyorum.” Bunu biraz açabilir misiniz?

Türkmen’den Kapadokya kelimesinin muhtemel anlamlarından biri olan ‘Güzel Atlar Ülkesi’ kavramı üzerine bir tema seçmesini rica etmiştim, ki orası bizim festivalimizi gerçekleştirdiğimiz bölgedir. Öyle bir bölge ki, evrenin en dünya dışı manzaralarından birine sahip (Google’da bir araştırın ve görün!). İpek Yolu güzergahında volkanik bir bölge, Neolitik zamanlardan bu yana insan yerleşimleri var; tarihinde çeşitli boşluklar da var, tarihçiler tarafından kabul edilmiş genel bir çizgisi de yok, ki bu hem ziyaretçileri hem de yerli halkını hayal gücünü kullanmaya teşvik ediyor, hatta zorluyor. Coğrafya benzersiz, çok çeşitli kültürler yumuşak tüf kayalarını kazarak, keserek o kadar farklı yapılarda binalar yapmışlar ki, Türkmen’in bahsettiği eklektik ve rüya gibi bir atmosfer yaratmışlar. Ben bu eklektik kavramını kendisinin kullandığı birbirinin üzerine binen makamlar/modlar üzerinden duyabiliyorum. Kendisi bu eserde 10’dan fazla ve herbiri farklı mikrotonal özellikleri olan makam kullanmış. Bu eserin partisyonundaki akort ile ilgili çalma notları eserin kendisi kadar uzun! Renkler ve jestler, kemanın doğal doğuşkanlarını kullanması sayesinde doğal bir hava ile dönüyor. Ayrıca sıklıkla notanın özüne müdahale edip, farklı özelliklerini ses tayfından çıkarttığı gelişmiş teknikler de kullanıyor. Bu şekilde ses melodiye dönüşüyor ve 10 bin senenin ötesinden geliyormuş gibi oluyor (sahipsiz ve bilinmeyen), sıklıkla, parıldayan enerji patlamaları ile bölünen bir ilahi gibi.

Herkes bana Mahir Cetiz’le çalışmam gerektiğini söylüyordu

Cetiz’den Soliloquy’u da sizin ısmarladığınızı anlıyorum. Buluşmanızın şartları.nelerdi, bu ısmarlama nasıl çıktı ortaya? Ne istediğinize dair bir öneride bulundunuz mu, ya da kendisi keman için solo parça yazma koşulunun dışında serbest miydi?

– Genç besteciler ve performansçılar ile yaptığımız atölyelerde herkes bana Mahir Cetiz ile çalışmam gerektiğini söylüyordu. Kendisi Columbia Üniversitesi’nde ders verdiği için yollarımız New York’ta birkaç kez çakıştı, ancak ben bu parçayı ısmarlayana kadar beraber çalışma şansımız olamadı. Kendisi herhangi bir yöne gitmekte tamamen serbest idi, beste çalışması sırasında bir kaç kere buluştuk, özellikle çalışmanın erken safhalarında, farklı fikirleri ve pasajları denedik. Bu buluşmaların onun yaratıcı sürecinde bir etkisi olduğuna inanıyorum.

Soliloquy size Türkmen’in Güzel ve Sahipsiz’i gibi Türk atmosferini ve manzaralarını çağrıştırıyor mu, yoksa Cetiz’in eseri tamamen başka bir kavram üzerine mi?

– Hayır, açık hava manzaraları şeklinde değil ama psikolojik bağlantıları çağrıştırıyor. Cetiz “soliloquy” terimini kendi kendine konuşmak olarak tanımlıyor; duyguları özgürce akmaya bırakarak insan ruhunun (psyche) en şeffaf şekilde görünmesini sağlayacak bir konuşma. Kendisinin müzikal fikirleri, kısılmış ve boğulmuş ifadelerle birdenbire ortaya çıkan patlamalar arasında değişiyor. Cetiz’in dilini melodik pasajlarda duygulu ve anlamlı buluyorum, Saygun’unkine benzer bir şekilde. Açıkça politik olmak benim en son isteyeceğim şey ve Cetiz notada güncel hiçbir olaya referans göstermiyor, ancak Soliloquy’da benim ve hepimizin yaşadığı modern dünyadaki, sadece Türkiye’de değil, endişeleri yansıtan duygusal sesleri fark etmeden de duramıyorum. Bu deneyimleri açıkça konuşmak istemiyor olmamız o endişelerin olmadığı anlamına gelmiyor. Ancak bu kaynayan endişe, eserin kodasında jazz stili bir “bariolaj” ile canlı, hayat dolu, virtüözik bir finale ulaşıyor.

Konuyu biraz değiştirmeme izin verirseniz, sizden uğraştığınız başka aktiviteler ve seçtiğiniz diğer yollar hakkındaki fikirlerinizi duymak istiyorum. Biyografinizden gördüğüm kadarı ile 11 yıl boyunca ödüllü Audubon Quartet’in bir üyesi imişsiniz, ve oda müziği performanslarında Yo-Yo Ma, Maxim Vengerov, Colin Carr, Johannes Moser, İdil Biret gibi müzisyenler ile birlikte çalmışsınız. Bu kesinlikle ilham verici sanatsal işbirlikleri ve fırsatlar için neler söyleyebilirsiniz?

– Kendimi hiç bir zaman bir ‘Yeni Müzik Kemancısı’ olarak görmedim. Hayatımın ve kariyerimin çok büyük kısmını geleneksel klasik müzik repertuarını çalarak geçirdim, Audubon Quartet ile Beethoven serileri gibi, çeşitli festivaller ve konser serilerinde standart oda müziği repertuarları gibi. Audubon Quartet ile 11 yıl geçirdim, ve onlara 37 yıllık kariyelerinin son döneminde katıldım. Onların bu repertuara dair derin bilgileri ve tecrübeleri sayesinde böyle bir topluluğun ses mekanizmasının içine girmek muhteşem bir duygu idi. Ayrıca hep geri döndüğümüz çeşitli ‘müzikal evlerimiz’ olmasını çok sevmiştim, dinleyici o kadar tanıdıktı ki bize ailemiz gibi geliyordu. Chautauqua Enstitüsü’nde her yıl tekrar gittiğimiz yaylı çalgılar atölyeleri programımız vardı, Mount Gretna ve Reston’da düzenli olarak çalıyorduk ve Shenandoah konservatuarının yerleşik dörtlüsü idik. Ayrıca bir sürü efsanevi müzisyen ile birlikte çalışmak ve çalmak açısından çok şanslı oldum, düzenli bir şekilde solist olarak çalan müzisyenler ile yan yana oturup birlikte müzik yapmak gerçekten ilham verici. Harika bir olimpik atlet ile yan yana koşmak gibi bir şey. Yukarıda saydığınız müzisyenlerin sahnede yaydıkları disiplin ve karizmaya büyük saygı duyuyorum, ve böyle sanatçılar ile müzik yaptıktan sonra bu hepimizin içinde yaşadığı çılgın müzik hayatına dair içimde yenilenen kararlılığa çok müteşekkirim.

Klasik Keyifler’de ulaştığımız birlik hissi tatmin edici

Steven Stucky ile birlikte kurucusu olduğunuz Ensemble X’ten de biraz bahseder misiniz? Başka çağdaş besteciler ile de çalıştığınız Cornell Üniversitesinde birlikte çalışmışsınız. Stucky ve orada çalıştığınız diğerleri ile tecrübeleriniz ve izlenimleriniz nelerdi? Ve Ensemble X’in misyonu neydi?

– İlk öğretim elemanlığı işimin Ithaca gibi bir yerde olması yüzünden kendimi çok şanslı hissediyorum. Ayrıca bu işe birkaç kafadengi dostum (piyanist Xak Bjerken, cellist Elizabeth Simkin, klarnetçi Richard Faria) ile aynı zamanlarda girmiş olmak yüzünden de çok şanslıydım. Schoenberg’in Birinci Oda Senfonisini çaldıktan sonra Steven birlikte bir ensemble kurmamızı teklif etti. Misyonumuz “vadinin diğer tarafına” bir el uzatmaktı, yani Ithaca Koleji ve Cornell’deki müzisyenleri bir araya getirmek. Sanat yönetmeni olarak Steve hepimize hem ilham verici bir mentor, hem de bir baba figürü oldu. Parlak ve eklektik kafası ile bile her zaman mütevazi ve besleyici idi. Belki de Ithaca’nın küçük kasaba atmosferi sayesinde çok büyük bir repertuarın altına girecek kadar zamanımız oldu. İki üniversitenin kaynaklarını birleştirmesi sayesinde Leon Kirchner, John Adams, Shulamit Ran, John Harbison, Joan Tower, Stephen Hartke gibi önemli çağdaş besteciler ile çalışma şansımız oldu. Bunları kısa dönemli olarak davet ediyor ve birlikte çalışabiliyorduk. Ayrıca daha sonra çok başarılı kariyerler yapan Marc Mellits, James Matheson gibi bir kaç Cornell mezunu bestecinin de eserlerini çalmıştık. Ensemble X geçtiğimiz sene 20. yıldönümünü kutladı, ve seneler içinde 80 farklı besteciden 130 eser çalmış olduğumuzu sayabildik. Bu harika meslektaşlarım ile yakın ilişkimizi koruyoruz ve hepsi de buradaki projelerimizi desteklemek için farklı zamanlarda Türkiye’ye geldiler. Ve hepimiz Steve’i çok özlüyoruz.

Ayrıca Borusan Filarmoni Orkestrası’nın ve Bilkent Senfoni Orkestrası’nın baş kemancılıklarını yapmışsınız, ve Klasik Keyifler Oda Müziği Festivalinin kurucusu ve sanat direktörüsünüz. Bize bu çalışmalarınızdan da bahseder misiniz?

– Evet, üç sene boyunca büyük bir ticari holding tarafından kurulmuş özel bir orkestra olan Borusan Filarmoni Orkestrası’nın baş kemancılarından biri idim. Ayrıca halen Türkiye’nin en eski ve en elit özel orkestrası olan Bilkent Senfoni’nin misafir baş kemancısı olarak çalışıyorum. Fakat son 10 senedir esas çalışmalarım Klasik Keyifler (KK) üzerine. KK profesyonel turizim rehberi olan eşim ile birlikte kurduğumuz kar amacı gütmeyen bir dernek. Türkiye’nin çeşitli yerlerinde oda müziği konserleri ve eğitim programları düzenliyoruz. Kapadokya’daki festival de bunlardan biri. Bu festivalin provaları ve atölyeleri Kapadokya Üniversitesi tarafından restore edilen eski bir Osmanlı medresesinde gerçekleşiyor; konserler ise mağaralarda, kervansaraylarda, meydanlarda, butik oteller ve özel evlerde, Bizans kiliselerinde, manastırlarda, müzelerde, eski yağ ve şarap mahzenlerinde oluyor. Amacımız katılan öğrenciler için sıkı ve titiz çalışılan ancak rekabetçi olmayan bir ortam yaratmak, ve dinleyici için de samimi ve bilgilendirici olmak. KK, seneler içinde 400’den fazla öğrenci, ve Türkiye, ABD, Kanada, Avrupa, ve Orta Doğu’dan 130 hoca/sanatçıya ev sahipliği yaptı. Ülkedeki mali ve politik koşullar yüzünden son bir kaç yıl zor geçti, ancak seneler içinde oluşan ve gelişen birlik hissi gerçekten tatmin edici.

Şef olmak istemem, fakat şefsiz orkestrada liderliği seviyorum

Halihazırda bir orkestrada ya da kurumlaşmış bir toplulukta çalıyor musunuz? Ve şefliğe yönelmeyi hiç düşündünüz mü? Öyle görünüyor ki bir çok enstrümentalist için doğal görünen bir sonraki adım bu. Ayrıca görüyorum ki akademik dünya ile de sıkı bağlantılarınız var, McGill Üniversitesi, Stony Brook Üniversitesi, Ithaca Koleji ve Ankara Üniversitesi’nde dersler vermişsiniz. Şimdilerde herhangi bir üniversitede ya da özel olarak dersler veriyor musunuz?

– Şefliğe yönelmek için hiçbir zaman hevesli olmadım. Ancak şefsiz bir orkestrayı yönlendirmeyi seviyorum. Birbirlerini bir oda müziği grubu gibi dinleyebilen ve tepki verebilen üyelerden oluşan büyük bir topluluk ile çalmak heyecan verici oluyor. Ben akademik bir evde büyüdüm, ve yüksek lisans derecemden sonra hemen öğretim elemanlığı pozisyonuna geçtim. Akademik ortamı seviyorum ve bir öğrencinin yıllar içindeki gelişimine katkıda bulunmak hoşuma gidiyor. Türkiye’deki kurumları (orkestra, konservatuar ya da üniversite) fazlaca otoriter buluyorum, merkezden kontrol edilen sabit yapılanmaları var. Bağımsız düşünce yapısında bir insan olarak henüz bu duruma adapte olamadım. Ancak özel dersler ile, grup eğitimleri ile KK üzerinden yürüttüğümüz ortak çalışmaya dayalı projeler ile uğraşıyorum.

Çağdaş müziğe olan bağlılığınız şimdiye kadar kaydettiğiniz albümlerinizden belli, ancak solo keman için daha klasik ana akım eserler için planlarınız var mı? Naxos’dan yeni çıkan CD’nize bakarak Bach sonatları ve partitaları, Paganini Kaprisleri, ya da Ysaÿe sonatlarını ele alacak tekniğiniz, disiplininiz ve müzikal gücünüz var. Bundan sonra ne yapmayı düşünüyorsunuz?

Kesinlikle Bach!! Üniversitedeki ilk yıllarımdan beri neredeyse her gün Bach çalıyorum, yani çalıştığım günlerde. Bu albüm için hazırlandığım günlerde Bach serisini üç konserlik bir seride her konsere bu Türk eserlerinden birini de katarak çaldım. 2020-21’de 300’üncü yılı kutlamaları için Bach’ın bütün solo eserlerinden oluşan bir video projesi düşünüyorum. Ayrıca altı ayrı besteciye, Bach’ın altı Brandenburg Konçertosunun enstrümantasyonu ile aynı olan birer eser ısmarlayacağım bir proje üzerinde çalışıyorum. 2020 ayrıca Beethoven’in 250. doğum yılı ve bunun için KK Türkiye’nin farklı yerlerinde çalınacak sekiz konserlik bir seri hazırlıyor. Bu seri Beethoven’in piyano ve yaylılar için bütün eserlerini içerecek. Sanırım bu projeler beni yeterince meşgul edecek.

(Jerry Dubins / Şubat 2019 / Fanfare dergisi / Çeviri: Aslı Erdal)

Linkler

Ellen Jewett’in kişisel web sayfası

Serhan Yedig’in Ellen Jewett ve Solo Keman için Türk Eserleri albümü hakkındaki yazısı

Share.

Leave A Reply

15 + nine =

error: Content is protected !!