Siz hiç Carnegie Hall’da hayatının en zor konserini verip ayakta alkışlandıktan sonra, evinin paspasında kıvrılıp uyuyabilen sıradışı bir yorumcuyla karşılaştınız mı? Pablo Cassals ve David Popper’in uslubunu 21. yy’a taşıdığı için çellistler arasında “mesih” olarak görülen Yo-Yo Ma 2001’de kendisi kadar ünlü Petunya’sıyla ilk kez İstanbul’a geldi ve iki solo konser verdi. Biz de arşivleri karıştırdık, Strings, Gramophone, New York Times, The Washington Post, BBC Music’de yayımlanan röportajlardaki değerlendirmelerini, sanal sorularla bir araya getirdik.
New York Times’da hayatla ilgili her tür soruya cevap verdiğinizi, işiniz ve yeni projelerden bahsetmekten sıkıldığınızı okudum. Gelin genel bir soruyla başlayalım. Bu çağda, bu dünyada yaşamaktan mutlu musunuz?
– Geçen yüzyılı inanılmayacak düzeyde yaşanan şiddetle kapadık. Çok acı çekti insanoğlu. Şiddet beni ilgilendiriyor. Körfez Savaşı başladığı gün akşam konserim vardı. Sahneden sağduyu çağrısı yaptım. Tuhaf karşıladı bazıları.Yıllardır bu şiddetin nedenlerini anlamaya çalışıyoruz. Soğuk Savaş döneminde geçti çocukluğum. Sanırım birkaç yüzyıl daha böyle sürüp gidecek. Gidip bakın: Berlin Duvarı yerinde duruyor, duracak da. Hiçbir şeyin değişmeyeceğine dair hergün yüzlerce kanıtla karşılaşıyoruz. Hep daha fazla şiddet, daha çok Kamboçya, daha çok Somali, daha çok Bosna.
İkinci konser akşamı bu duyguyu yansıtacaksınız galiba. Tüm arkadaşları öldürüldüğü halde her gün yıkık konser salonuna giden ve çalan Bosnalı çellist için yazıldığını tahmin ettiğim bir eser var repertuarda.
– D. Wilde’ın bu eserini Appalachian Journey albümünde seslendirmiştim. Ne yazık ki 20. yüzyıl sanatının önemli bir bölümü tanık olduğumuz bu şiddetin etkisini taşıyor.
Siz de çaldıkça umudunuzu yitiriyorsunuzdur herhalde.
– Aslında hangi köşeye bakarsanız umudunuzu tazeleyecek bir şeyler bulabilirsiniz. Bazen bulmak için kazmalı, derine, daha derine inmelisiniz. Küçük, küçücük bir umut bile yoksa sanat üretemezsiniz ki. Nihilist bir iş olur yaptığınız, zahmete değmez. Birşeyler yazmak, bestelemek bile ‘Bak, kendimi ne kadar kötü hissettiğimi bilmeni istiyorum’ demektir. İmdat, demektir.
Röportajlarınızdan anladığım kadarıyla hayatı güzelleştirmek için büyük çaba sarfediyorsunuz. Sanatı alışıldık formların dışına taşımak bunun bir parçası olsa gerek. Nereden aklınıza geldi Bach’ın tüm çello süitlerini 20 yıl sonra yeniden yorumlamak. Bahçıvan, kabuki oyuncusu, sinemacı, buz patenci, koreograf ve bir 18 yy mimarıyla birlikte bu eserler için altı özgün film çekmek?
– Dört yaşında çelloyu elime aldığımda babam Bach suitlerle başlatmıştı. Beş yaşında ilk konserimde birini çaldım. Yani, süitlerle tanışıklığımız çok eski. 1990’ların başında Boston’da federal yargıç olan arkadaşım Mark Wolf bir sempozyum düzenlemişti. Teolojist Albert Schweitzer’in günümüzdeki anlamı tartışılacaktı. Çok farklı uzmanlık alanlarından insanlar buluşmuştu. Doktor, Bach üzerine uzman bir orgçu, yazdıkları tartışma yaratan bir aydını inceliyorduk. Schweitzer’in yazılarını okuduğumda Bach’ın görsel bir besteci olduğunu yazdığını gördüm. İki fikir birleşti. Inspired by Bach (Bach’tan esinlenerek) projesine dönüştü.
Günümüz müziği çok katmanlı ve derin
Beş filmdeki işbirliği fikrini anladım. Fakat ilk süit için hazırlanan filmde, bahçıvanla işbirliğinizin derinliğine vakıf olmakta zorlandım doğrusu…
– Boston’da Federal Hükümet binasının hemen dışında çekici bir müzik bahçesi tasarladık birlikte. 20 kat yukardan bakınca hoş gözüken, fakat aşağıda hiç albenisi olmayan bir yeşil alandı. On binlerce hükümet görevlisi her gün buradan geçiyor. Beş dakika bahçeye girip rahatlasalar çok şey değişir. Binlerce insanın hayatını etkileyen kararlar veriyorlar her gün. Böyle bir ortamda yürür, düşünür, konuşurlarsa bu hayatımıza olumlu olarak yansıyabilir.
Keşke Beyaz Saray civarında da aynı çalışmayı yapsanız ya da sizin gibi naif düşünebilen birileri çıksa. Şahin politikacılar şu gerilimlerini üzerlerinden atıverse, dünya rahatlasa…
– İdealizm naif bir felsefe değildir. Bir zamanlar antropoloji dersleri alıyordum. Kalahari Çölü’nde yaşayanlarla ilgili çalıştık. Bitter Melons filmini görünce çarpılmıştım. Kör bir müzikçi sopayla agaca vurup çok basit bir şarkı söylüyordu. Hafızama kaydetmek istediğimde çok karmaşık, gizemli ve duygu yüklü olduğunu farkettim. Yıllar sonra İngiliz ve Fransız televizyoncularla Namibya’da 12 köy dolaştık. İlkel yaşamdaki derinlik büyüleyiciydi. Günümüz müziği katmanlarca derinliğe sahip, estetiği mükemmel. Ya temel işlevi ne alemde? Müzik toplumsal etkinliktir, katılımcı olmalıdır. Bizi bir araya getirmelidir. Bunları yapamadıktan sonra iyi müzik olamaz ki. Bu gezi müziğe bakışımı değiştirdi, amatörlere daha fazla zaman ayırmaya başladım.
Bach’ın tüm çello suitlerini çalmaya cesaret edenler genellikle konser programını ikiye böler; iki gecede üçer üçer çalar. Siz Carnegie Hall’da tümünü çalmaya nasıl cesaret ettiniz; bu maratona nasıl hazırlandınız?
– Maratona hazırlanmak bir yana sonrası pek parlak değildi… Önce konserden bahsedeyim. Süitler yıllardır içimde taşıdığım müzikti. Benimle birlikte yoğruldular, yeni biçim kazandılar. Müziğin gizemli yanıdır bu, sadece notalardan oluşmaz, sayılamaz. Sonuçta yorum o güne kadarki yaşamımın yansıması oldu.
Gece 3’te paspas konforu
Peki sonra başınıza ne geldi?
– Konserden sonra şehri gezdim. Gece saat 03.00’te eşimin kardeşine ait boş daireye geldim. Anahtarım vardı, orada kalacaktım. Kapı kilitliydi. Çaldım açılmadı. Paltomun yakalarını kaldırıp paspasın üstüne kıvrılıverdim. Bu kadar önemli bir konserden üç saat sonra evsizler gibi kapıda yattım. Müzisyenin hayatı böyledir işte…
Geçmiş olsun… Sizce çellistler kişilik olarak diğer orkestra elemanlarından farklı mı?
– Viyolonselciler takım oyuncusudur, sorunların nasıl çözüleceğini iyi bilirler. Gerektiği zaman egolarını kapıda kontrol etmeyi bilirler.
Çok farklı müzikçilerle ortak çalışmalar yapıyorsunuz, sürekli değişiklik uyum zorluğu yaratmıyor mu?
– Müziğin en güzel yanı, farklı materyaller kullanarak, hep yeniden üretilme zorunluluğudur. Öylesine hayatı yansıtır ki, her gün farklı yaşanmak zorundadır, tekrar edemezsiniz. Peter Serkin’ın tınısını duymak, Emanuel Ax’tan farkını görmek güzeldir. Eseri duyuşları, görüşleri kişilikleriyle bağlantılıdır. Diğer ögeler de öyle: tını, zamanlama, öyküyü anlatma biçimi, karakter arayışı, derinlik.. Farklı yetenekleri, güçleri kullanarak özel bir şeyler yaratırsınız. Tüm olasılıklar elinizin altındadır. Monoletik yorumuyla bir Beethoven Sonat ya da Dionysosça veya Apollonca yorum çıkarabilirsiniz. Psikolojiyi, ruhu, heyecanı ararsınız.
Günün birinde bu arayışa genç kuşağın alternatif sesleriyle çıkmayı düşünür müydünüz, mesela hip hopçularla?
– Hiç aklıma gelmemişti doğrusu. Sorunuzdan sonra farkettim. Bu konuda düşüneceğim. Hayatta her şey için uygun bir zaman vardır. Dener miyim bilmiyorum. Ama düşüneceğim. Aslında çoğunlukla ortak çalışmalar yapıyorum. Birbirlerinin çalışmalarını merak eden, aralarında olumlu bir kimya oluşan, ortak zemin arayışı içindeki insanlar birlikte iyi şeyler yapabilir. Eğer bu işin kimyasını yakalayamaz, iletişim kuramazsanız yapılan hiçbir şeye benzemez.
Yo-Yo Ma globalizmi: İpek Yolu Projesi
Çello repertuarında zirveye koyduğunuz, vaz geçemediğiniz bir eser var mı?
– 45 yılda birçok eser kalbimi çaldı. 12 yaşında ilk kez Schubert’in Mi Bemol Majör Piyano Triosu’nu dinledim. O kadar çok dinledim ki hücrelerine kadar girdim müziğin. Bu kadar çok sevmemin nedeni hayattaki güzel şeylerin tümünü yansıtıyordu. Bugün de aynı düşüncem devam ediyor. Yorumcu olarak Samuel Barber’ın ve William Walton’ın konçertolarının başyapıt olduğu kanısındayım.
İpek Yolu projesi nasıl gidiyor? Çok kapsamlı bir proje olacak anladığım kadarıyla, ikinci CD ne zaman yayımlanacak?
– Dünyanın farklı bölgesinden insanları bir araya getirmek için tasarlanan bir proje bu. Çünkü müzik iç dünyayla ilgilidir; başka türlü globalizasyonların yaşandığı şu günlerde bireyler ve toplumlar arasında içsel iletişim kurulması gittikçe önem kazanıyor. İpek Yolu’nun ilk albümündeki tüm eserleri İstanbul konserinde yorumlayacağım.
Yorumculuk, prodüktörlük, konser sanatçılığı, özel proje yaratıcılığı… Bu kadar çok işi aynı anda nasıl yürütüyorsunuz; 24 saati uzatmanın sihirli formülünü mü keşfettiniz yoksa?
– Konserleri azalttım. Ailem ve yeni çalışmalar için ayırdığım zaman dilimini daraltmamaya özen gösteriyorum. Geçen yaz gece 2’lere kadar yeni eser çalıştım. Bazen birkaç ay ortadan kayboluyorum. Sadece hayatın tadını çıkarıyorum.
Parayı ve konser organizatörlerini fazla ciddiye almıyorsunuz anlaşılan…
– Yolun başında karnın açtır, çalmak istersin, kimse davet etmez. Bu günleri unutmak zordur. Çoğu sanatçı ünlü olduktan sonra, aynı durumu bir kez daha yaşamamak için çırpınır. Bir aşamada bu korkuyu içinden söküp atman gerekir. Çünkü yaptığın işten zevk almıyor, gurur duymuyorsan hiç değeri yoktur. Önümüzdeki yıllarda konserleri daha da azaltıp, öğrenmeye, okumaya, insanlarla konuşmaya zaman ayıracağım.
İlgilenmediğim tek konu alaycılık
Gençler için ilginç projeleriniz olmalı…
– Emanuel Ax’la birlikte çocuklar için çağdaş müzik repertuarı oluşturmayı düşünüyoruz. Bestecilere, yazarlara, iletişimcilere eserler sipariş edeceğiz. Onlara dünyaya meydan okumaları için fırsat verip “Haydi beyler, şu çocukları harekete geçirin, ilgilerini çekecek birşeyler bulun” diyeceğiz. Eğitim kurumlarında kullanılacak kasetler, videolar üreteceğiz. Bunun yanısıra dört televizyon programı yapmayı tasarlıyoruz. Müziğin bilimle, dinle, bestecilerle, dünyayla ilişkilerini inceleyeceğiz bu belgesellerde.
Müzik, tarih, antropoloji, sosyoloji hatta psikoloji. İlgi alanınız neredeyse tüm dünyayı kucaklıyor. Hiç ilginizi çekmeyen bir şey var mı yeryüzünde?
– Var. Alaycılık. Evet, alaycılık ve alaycılarla hiç ilgilenmiyorum. Gerçekcilik denilen şey harika. Alaycılık ise yapıcı değil, yıkıcı….
(Müzikçinin Strings, Gramophone, New York Times, The Washington Post, BBC Music’de yayımlanan röportajları sanal sorularla Serhan Yedig tarafından bir araya getirilmiştir.)
Çellosunun adı Petunya
Paris’te Çinli bir ailenin çocuğu olarak dünyaya geldi. Kontrbas çalmaya heveslendiğinde 4 yaşındaydı. Babası boyuna göre bir çello yaptırdı. İkişer ölçüye bölüp hap şekline getirdiği Bach suitlerini öğretti oğluna. Beş yaşında Yo Yo Ma ilk konserinde Bach çaldı. Janos Scholz’la çalıştıktan sonra, 1962’de ABD’ye giderek Julliard’a girdi. Leonard Rose’nin öğrencisi oldu. Harvard’dan mezun olduğu 1978’de Fisher ödülü aldı. 1991’de üniversitesi ona onursal doktora verdi. Bugüne kadar 50’ye yakın CD’si yayımlanan viyolanselci 13 kez Grammy’yle ödüllendirildi. Yo Yo Ma ve edebiyatçı olan eşi Jill, iki çocuklarıyla Boston’da yaşıyor.
Yo Yo Ma’nın biri elektronik üç çellosu var. Elinden düşmeyeni 1733’de Venedik’te Montagnana yapmış. Adı Petunya. Salt Lake’e konser için gittiğinde tanıştığı bir çocuk koymuş bu adı. Bir zamanlar Jacqueline du Pre’nin kullandığı Davidoff Stradivarius çello yedekte duruyor. Bir de onun için üretilmiş elektronik çellosu var çağdaş bestecileri yorumlamak için.
Yarışmaları hiç sevmem
Bugüne kadar girdiğim tüm yarışmaları kaybettim. Beş yaşında bir yarışma kazanmıştım. Yarışma kariyerimin en parlak anı bu. (Kahkahalar) Bernstein’ın Gençlik Konserleri’nde üç kez resital verdim. Okulda Piatigorsky Yarışması’na katıldım. 5 bin doları nasıl harcarım, diye hayal kurarken kazanamadığımı öğrendim. Bir kez zorla New Jersey Konçerto Yarışması’nda jüri üyeliği yaptım. Ve bir kez daha jüriye katılmamaya söz verdim. Şimdi çağırdıklarında, kazanan ya da kaybedenlerle istediğiniz ortak projeyi yaparım. Ama beni jüri üyesi yapmayın diyorum. Birinin diğerinden daha iyi olduğunu söylemek çok saçma geliyor bana. İki iyi müzikçi bir eseri farklı çalabilir. Entonasyonu, şunu, bunu için ayrı değerlendirme yapıp puan vermen gerekiyor. Böyle bakınca müziğin organik yapısı tamamen ortadan kalkıyor. Birilerini oyun dışına atıveriyorsun. Gerçek sanatçılar zayıflıklarını güce dönüştürebilir. Sen bu şansı yok ediyorsun. Prodüktörler, plak firmaları, TV ve radyolar, basın yeni isimler bekliyor, biliyorum. Yarışmalar onlar için önemli. 15 ila 20 yaş arası sanatçı için çok önemli. Ömrün boyunca gerekecek birikimi ediniyorsun bu sürede. Müzik yapmanın farklı yollarını aramak, deney yapmak, kendini aşmak için uğraşmalısın. Bunun yerine yarışmadan yarışmaya koşunca insan daha sonraki yıllarda kaybolup gidiyor.
Linkler
Yo-Yo Ma ile yapılan özel röportaj