Almanya’da doğan, yaşayan Cemil Koçgün, Tunceli’nin dağ köylerindeki pirlerden, dedelerden derlediği mistik türküleri söylüyor. Zazaca, Kırmançe, Türkçe bu ezgiler Kürt Alevilerin, yani Kızılbaşların dinsel müziği. Albümüne arınmak anlamında Heya adını vermiş. Kristal berraklığında kaydedilen cura, bağlama, gitar, duduk ve insan sesini, etkileyici bir sadelikle kullanıyor. “Heya gönlü açık herkese hitap ediyor. Kızılbaş kültürüne önyargıyla yaklaşanların da dinleyip kendilerinin karar vermesini arzu ediyorum” diyor.
İnanç ve kültür çeşitliliği açısından, yaşayan müze görünümündeki Anadolu’nun az bilinen ögelerinden biri Kızılbaş kültürü. Tunceli’den Sivas’a, Tokat’tan Çanakkale’ye uzanan geniş bir coğrafyada izleri görülse de kısıtlı bir topluluk içinde kalmış. Nedeni, tarih boyunca farklı olmanın bedelini çok ağır ödemesi. Günümüzde de tıpkı Yezidiler, Süryaniler gibi “ne mozaiği ulan” hoyratlıklarının, sünni fanatiklerin baskıcı “yüzde 99” böbürlenmelerinin baskısı altında kabuğuna çekilmiş, yok olmaya yüz tutmuş. Kürt Alevi mistik müziğinin ustaları dünyadan birer birer göçüp giderken, ezgilerin çok azı kayda alınabilmiş. “Yaklaşık yedi yıldır bu ezgileri derlemeye çalışıyorum, elimdeki türkü sayısı 30’a ulaşamadı daha” diyor Mainz kentinden telefonla konuştuğumuz Koçgün. “Yakın tarihte Dersim’in Yaşlıları gibi önemli derleme albümler yayımlandı. Ancak yine de repertuvar çok sınırlı, çünkü bu ustadan çırağa, ağızdan ağıza geçen bir gelenek.”
Belgesel hazırladı
Koçgün, Sivaslı bir cam fabrikası ustasının üç çocuğundan en büyüğü. 27 yaşında. 12 yaşında, babasının bağlamasını çalarak müziğe başlamış. Yeteneği sayesinde, ders almadan birçok enstrümanı kendi çabasıyla öğrenmiş. “Elime aldığım çalgıyı uğraşıp mutlaka çalarım. Bağlama, gitar, duduk, vurmalı çalgılar… Hepsini öncelikle kendi çabamla öğrendim. Sonra Mikail Aslan’dan bağlama, gitar, solfej dersleri aldım.”
Bir yandan liseyi bitirip, Mainz Üniversitesi’nde inşaat meslek yüksek okulunda okurken türkülere merakı yoğunlaşmış, dördüncü sınıftan okulu terk edip tamamen müziğe adamış kendini. Aleviler, Kürtler, İranlılar, Almanların bulunduğu gruplarda çalmış. 2004’te gönlündeki türküleri seslendirdiği Aşk-ı Pervaz’ı (Aşkla İlk Kanat Çırpış) Almanya’da kendi imkanlarıyla kaydetmiş. Üç aylık çabayla hazırladığı bu albümden şaşırtıcı sonuçlar aldığını söylüyor:
“Kanada’dan elektronik postayla mesajlar aldım. 2 bin adet basılan albümdeki müzik oraya kadar ulaşmış. Şaşırdım doğrusu.”
2005’te derleme çalışmalarına yönelmiş. Tunceli, Elazığ, Sıvas’ı kapsayacak bir projenin ilk adımı olarak Tunceli köylerinde aşıklar, dedeler, pirlerle görüşmüş, görüntü ve ses kayıtları yapmış. Geçen yıl 100 yaşında hayattan ayrılan, Kızılbaş kültürünün önemli ozanlarından Firik Dede’yle son görüşenlerden biri Koçgün. Koçgün’ün Hakan Akay’la yaptığı kayıtlar, 2005’te belgesele dönüştürüldü, “Dersim Halk Aşıkları / Sarraf” adıyla Almanya ve Türkiye’de VCD olarak yayımlandı.
Pirlerimizden böyle gördük
Koçgün, geçen hafta Kalan Müzik’in yayımladığı son albümü Heya’da yedi Türkçe, dört Kırmançe ve bir Zazaca ezgiye yerveriyor. Kendi derlediği ezgilerin arasına 1940’larda Muzaffer Sarısözen’in derlediği Pir Nesimi deyişini, Ali İlgün’ün ve Firik Dede’nin çalıp, söylediği ezgiyi, ayrıca öğretmeni Mikail Aslan’ın bestesini de eklemiş. Bağlama, divan sazı, cura, gitar, duduk ve vurma çalgılar kullanarak çok sade bir üslupla hazırladığı düzenlemeler, Almanya’da kristal berraklığında kaydedilmiş. Unkapanı piyasasında ya da Almanya’da hazırlanan halk müziği albümlerinde sık rastladığımız kitch düzenlemelerin izi bile yok bu albümde. Koçgün, ezgileri ses gösterisi yapmadan, ilahi söyler gibi, kimi zaman mırıldanmayı çağrıştıracak şekilde, sesini anonimleştirerek yorumlamış. Akademik eğitim görmediği halde, bu işi nasıl başardığını sorduğumuzda sırrını açıklıyor Koçgün. “Avrupa’da yaşamanın avantajı bu… Akustik çalgıların nasıl kullanılması gerektiğini, diğer müzikçileri dinleyerek öğrendim. Bu ezgilerin mistik yönlerini vurgulamak için otantik yapılarını zedelemeyecek düzenlemeler yaptım. Zaten biz pirlerimizden, dervişlerden, dedelerden, Frik Dede’den, Zeynel (Kahraman) Amca’dan böyle gördük, öğrendik. Bu ezgiler vecd halinde okunur, ruh yolculuğu yaşanır söylerken. Kızılbaşlar yoksul köylülerdir. Cemevi gibi mekanlarda toplanmak yerine, halka açık ayinlerde köyün bir evinde bir araya gelir, bu ezgileri söylerler. Kimi zaman da sadece dedeler bir evde toplanır, tembur (bağlama) çalıp söyleşirler.”
Turneye çıkacak
Sünni Müslümanların Kürt kökenli Alevilere taktıkları, rencide etmeye yönelik Kızılbaş adını albüm başlığında
özellikle kullanmış Cemil Koçgün. “Doğayla iç içe bir yaşam biçimi bu. Ne yazık ki dünyanın dört bir yanında farklı dinlerden bireyler tanımadan, incelemeden birbirinin inancını aşağılıyor. Bu albüm Kızılbaş kültürünü tanıtmayı amaçlıyor. Merak eden dinlesin. İçinde ilahi duygu, sufilik var mıdır, kendisi karar versin.”
Araştırmacı Süleyman Şahin de Ari Mazın mahlasıyla albüme yazdığı sunum yazısında, vahdeti vücut felsefesini anlatıyor. “Eğer Hak mekansız ve sıfatsızsa ıspatı da mümkün değildir. Dünyanın varlığı Hakkın varlığana, mekan ve sıfatının bulunduğuna işarettir. Tersini söylemek gerçeğe isyan, kendini inkardır. Bizzat senin varlığın Hakkın ispatıdır” diyor.
Cemil Koçgün, önümüzdeki günlerde albüm ekibiyle Amsterdam, Berlin, Viyana, Münih’i kapsayacak yedi konserlik bir turneye çıkmaya hazırlanıyor. Ardından Kızılbaş Ezgileri’nin ikincisini kaydedecek. Bu albümde Elazığ, Sivas yöresinden Kırmançe, Zazaca ezgilere yerverecek. Üç albümle geçmişini, kimliğini keşfedip, bu kültürü duyurma sorumluluğunu yerine getirdiğini, daha sonra gönlünde yatan müziği yapacağını söylüyor. “İranlı, Alman müzikçilerle çalışmalarımı sürdüreceğim. Akustik gitar, perküsyon ağırlıklı New Age türünde müzikler yapmak istiyorum.”
(Serhan Yedig / 23 Aralık 2007 / Hürriyet)
ERENLER VE KIRMIZI BAŞLIK: Abdülbaki Gölpınarlı, 100 Soruda Tasavvuf adlı kitabında ve İslam Ansiklopedisi’ne yazdığı maddelerde, Şii mezhebinin batıni kolundakilere Kızılbaş adını 15. yy’da Sünnilerin taktığını belirtiyor. Kızıl giysi ya da başlığın din adamlarınca kullanılışının Zerdüştlüğe kadar uzandığını, 11.yy’daki metinlerde batınilikle özdeşleştirildiğini yazıyor. Yemen’den Ortadoğu’ya yayılan kırmızı başlık Safeviler döneminde Erdebil sufilerinden Sayh Cunayd, Sayh Haydar tarafından Anadolu’ya getirilmiş. Batıni inançlara sahip toplulukların Safeviler’e, Şah İsmail’e bağlılıkları tarih boyunca Osmanlı’ya sorun olmuş. Bu nedenle Pir Sultan Abdal dahil birçok sufi öldürülmüş. “Sünniler Safeviler’e bağlananlara kızılbaş adını taktıktan sonra aleyhlerinde çok kötü isnadlar uyduruldu, bu ad daima tezyif maksadıyla kullanıldı. Tavşan yemezler, mum söndürenler adları takıldı” diyor Gölpınarlı. Buna karşın Pir Sultan’ın çağdaşı Pir Ali gibi ozanların yazdıkları nefeslerde Osmanlı Türkleri’ne sevgilerini ifade ettiklerini belirtiyor. İsteyen herkesin girebileceği bir tarikat olan Bektaşiliğin aksine, kızılbaşlık bir mezhep. Soy bağıyla kuşaktan kuşağa aktarılıyor. Kızılbaşlık sonradan kabul edilemiyor. Temel kuralları 16.yy’da Seyyid Abdülbaki’nin yazdığı 25 sayfalık Manakib’de özetleniyor.