1935 Nisanı’nda Tophane rıhtımına yanaşan Sovyet gemisinden 13 sanatçı indi. Efsanevi piyanistler Lev Oborin, Nikita Magarof’un bulunduğu ekipte gencecik bir besteci vardı: 28 yaşındaki Dmitri Şostakoviç. 37 günlük konser turnesi için gelmişlerdi. Cemal Reşit’in karşıladığı ekip hemen Ankara’ya hareket etti, ardından İzmir’e geçti. Dönüş için İstanbul’a geldiklerinde Cumhuriyet gazetesinin düzenlediği klasik müzik yarışmasında Hindemith ile jüri oldular ve ardından konser verdiler. Ertesi gün soruları cevaplayan Şostakoviç, Cemal Reşit ve Hasan Ferit’in eserlerini takdirle dinlediğini belirtip “Eserlerine halk motiflerini almaları çok hoşuma gitti” diyordu.
Aslında bu gezi çok daha önceden planlanmıştı. İki genç cumhuriyet, Sovyetler Birliği ile Türkiye arasında kültürel bağ kurmayı amaçlayan bir dizi etkinliğin parçasıydı. 5 Eylül 1933’te Cumhuriyet gazetesinde yayımlanan haberde M. Zarhi’nin senaryosunu yazacağı. M. Yutkeviç’in çekeceği, Türk devrimini anlatacak “Katletmiyen Adam” adlı filmin çekimine başlanacağı belirtiliyordu. Senaryo Milli Eğitim Bakanı Refik Bey’e sunulmuştu. Kabul edilirse Yutkeviç, 1933 Cumhuriyet Bayramı’nda Türkiye’ye gelececek, konferanslar verecek, törenler sırasında çekim yapacaktı. Bu çekim de filme eklenecekti. Bu arada Şostakoviç’in de konser vereceği belirtiliyordu.
Sanatçı grubu 13 Nisan 1935’te Franz Mering vapuruyla Odessa’dan İstanbul’a geldi. Karşılama heyetinde Cemal Reşit, Halkevi Başkanı Refi Bayar, Konservatuvar Müdürü Ziya yer alıyordu. Haberlere göre David Oyştrah da birkaç gün sonra gelip ekibe katılacaktı.
Sovyet sanatçı ekibi aynı akşam trenle Ankara’ya hareket etti. Moskova Tiyatro Akademisi İkinci Başkanı M. Akranosof başkanlığındaki heyette orkestra şefi ve devlet sanatçısı Lev Şteynberg, Dimitri Şostakoviç, piyanist Lev Oborin ve Nikita Magarof, opera sanatçıları Valeriya Barsova, Maria Maksakova, bas Aleksandr Pirogof, Ivan Jadan, tenor Panteleymon Nortsof, Leningrad Balesi’nden Natalya Dudinskaya, balet Asaf Messerer yer alıyordu. Ekip ilk konserini 15 Nisan’da Ankara’daki Sovyet Büyükelçiliği’nde verdi. Konsere Başbakan İsmet İnönü dahil üst düzey yetkililer katıldı.
Cumhuriyet’in beste yarışmasında jüri üyesiydi
Ankara ve İzmir’i gezen dört Sovyet sanatçı, İstanbul’e gelip 14 Mayıs’ta konser verdi. Ertesi gün Cumhuriyet Gazetesi’nin birinci sayfasında üç şancının fotoğrafıyla birlikte, verdikleri konser duyuruluyordu. Ayrıca gazetenin düzenlediği müzik yarışmasının jürisinde fahri üye olarak yer aldıkları belirtiliyordu. O gece Saray Sineması’nda düzenlenen finalde jüri olarak sahneye çıkacakları belirtilmişti. Jüride Bay Hindemith, Bay Şostakoviç, Bay Vlach, Yusuf Ziya, Mimet Vahid, Necil Kazım, Muhittin Sadak yer alıyordu.
O gece yarışma Mesud Cemil’in konuşmasıyla açıldı. 57 başvuru arasından finale kalan 7 eserin seslendirilmesine başlandı. Yarışmacılardan konservatuvar öğrencisi Nuri Sami’nin Efe ve Yörük türküleri piyano çello ikilisince çalındı. Balıkesir ortaokulu müzik öğretmeni Halid Ozan’ın “Ayşem”
adlı eserini piyano eşliğinde iki şancı seslendirdi. Amerika’da eğitimini sürdüren Vecdi Moralı’nın “Zeybek”i yedi kişilik grup tarafından yorumlandı. A. Samim’in türkü uyarlamalarıyla final tamamlandı.
Sonra salona Rus grup girdi. 20 günde 25 konser veren sanatçılar çok yorgundu. Şancılar sahneye çıkmadı. Şostakoviç çıktı, ertesi gün Ulus gazetesinde yayımlanan haberden öğrendiğimize göre, eserlerinden “adagio” ve “polka” adlı iki bölümü piyanoyla seslendirdi. Ardından oylama yapıldı. Münir Nurettin’in okuduğu bir türkü ile gece noktalandı. Yarışmanın birinciliğini Faik kazandı. Vecdi Moralı ikinci, Halid Ozan üçüncü oldu.
Konserin ertesi günü, Cumhuriyet gazetesinden bir muhabir sanatçılarla mülakat yapmak üzere Pera Palas Oteli’ne gitti.
Muhtemelen bu muhabir Nadir Nadi’ydi. Gazetede birinci sayfadan spotu verilen imzasız röportajında önce 36 yaşındaki bas Aleksandr Stepanoviç Progov’la görüşmesini aktarıyordu. Metinde sanatçının soyadı Pirogofi olarak yazılmıştı:
“Bu musiki heyetinin koyu ve derin sesli bası uzun boylu, iri ve yakışıklı genç bir erkek.
Bilhassa konuştuğu zaman yüzü öyle içten manalanıyor ve bu yüzün çizgileri öyle çok konuşuyor ki. Kendisine soruyorum:
İnkılab Rusyası’nın artistisiniz değil mi, herhalde eski devrelere yetişmemişsinizdir.
– Evet. 1918 senesinde şarkı söylemeye başladım. Tamamamen inkılabın artistiyim ve bu devrin artisti olduğum için çok bahtiyarım. Çünkü bu devirde sanatkar için ufuklar çok açıldı ve daha geniş inkişaf ümidleri var. Musiki sahasında memleketimizde büyük bir faaliyet mevcut. Büyük merkezlerde opera ve operet sahneleri olduğu gibi halkta ve köylülerde musiki kültürünü yükseltmek için dolaşan seyyar operalar da var ki mıntıkayı geziyorlar. Memlekette yapılan bu çalışmalarla halk arasında musiki kültürü seviyesi çok yükseldi. Artistler iyi dinleyiciler bulmaktan fevkalade bahtiyar. Bizde musiki aletleri yapan birçok fabrika var. Fakat musiki aleti o kadar çok kullanılmakta ki bu fabrikaların çıkarttığı aletler ihtiyaca kafi gelmiyor.
Tabii sanatın ve sanatkarın rağbet bulduğu bu muhitte istidadların inkişafı çok daha kolaylaşıyor.
– İnkilaptan sonra yetişen birçok kompozitör var. Biz Türkiye’de verdiğimiz konserlerde bilhassa onları tanıtmaya gayret ettik. Yeni Sovyet operaları arasında çok güzel olan bir Genüş Oğlu var. Ankara ve İstanbul’da kompozitör Basilenko’nun bir bestesini okudum. Çok beğenildi. Bestenin güftesi bir Türkmen şiiri. Balsizd isminde bir halk şarkısı…
Memleketiniz sanatkarları menfaatlerinin haricinde, politika ve ictimaiyat gibi memleketinizi işgal eden diğer mevzulara da alakadar mıdırlar?
– Evet bizim artislerimiz yalnız musiki ve tiyatro hayatında kapanıp kalmıyor. Ben kendi hesabıma başka aktif vazifeler de yapmaktayım. Mesela Moskova artislerinin mebusu olarak Moskova şurasında azayım.
Bizim musikimizi işittiniz mi, eski ve yenisini?
– İzmir’de sizin eski halk musikisini dinledim. Bir köylü okudu. Elerini dizine koymuş, gözlerini kapamıştı. Harikulade iyi okuyordu. Ne hançeresi vardı?… O kadar mütehassis oldum ki… Hâlâ bu sesin tesiri altındayım…
Ankara’da Musiki Mektebi’nde modern musikinizi de işittim… Fakat bu sesler arasında İzmir’de işittiğim ses gibi gür ve heyecan vericisini duymadım. Bu demek değildir ki Türklerin şarkı söylemek için hançereleri yok. Yalnız musiki ve bilhassa musikide şarkı çok çalışmak ve çalıştırabilmek işidir.
Büyük muganni benimle konuşu rken mütemadiyen mesajlar geliyor ve kapıda beklendiği söyleniyordu. Nihayet onu daha fazla sıkmamak için suallerimin ardını kestim o da yerini genç kompozitör Şostakoviç Yoldaş’a bırakarak gitti.
Müziğiniz bestelerime yansıyacak
Şostakoviç, sekiz yıl sonra ikinci yurtdışı yolculuğundaydı. Polonya gibi, Türkiye izlenimlerini de bir kenara not alıyordu. Bestecilik yaşamının sorunlu dönemlerinden birindeydi. Bir yıl önce prömiyeri yapılan, büyük başarı kazanan Leydi Macbeth operası ansızın eleştiri tahtası haline gelmişti. Stalin’in sosyalist gerçekçi sanat politikasına karşı ve biçimçi olmakla suçlanıyordu. Ülkede muhaliflere karşı büyük bir sindirme kampanyası başlatılmış, yazar Maksim Gorki bile ülkesini terk edecek duruma gelmişti.
Cumhuriyet muhabiri İstanbul’da karşılaştığı genç besteciyi yazısında önce tasvir ediyor, ardından sorularını yöneltiyordu…
Şostakoviç sarışın ve nazlı yüzlü bir delikanlı. Kulaktan takma gözlüklerinin ardındaki gözlerinin iyi ve tatlı ifadesi mi, yoksa sadece bu kulaktan takma gözlükler mi Schubert’i hatırlattı bilmiyorum. O da 28 yaşında olduğunu ve yeni devrin ve inkılabın bir sanatkarı olduğunu bana söyledikten sonra doğrudan doğruya bizim musikimiz hakkındaki fikirlerini sordum:
Eski musikimizi dinlediniz mi?
– Evet dinledim. Arap ve Acem musikisinden aldığınız değil, fakat sizin halk şarkılarınızı çok beğendim. Çok enteresan buldum. Ankara musikişinasları bana büyük bir koleksiyon hediye etti! Onu tetkik ve tetebbu edeceğim. Bundan sonra yaratacağım yeni bir musiki parçasında eminim bunların tesiri görülecektir.
Bizim musikimizin tam bir dönüm devrinde olduğu zaman buraya geldiniz. Sizin gibi çok değerli bir kompozitörün bizim bu musiki inkılabımızda kullandığımız yollar ve metodlar hakkında elbette vereceği nasihatlar vardır. Bu işi kolaylaştırmak için ne yapalım?
– Musiki propagandası yapınız. Musiki kültürünü daha yayınız, musiki mekteblerine ve orkestalarınızın mükemmeliyetine daha itina ediniz. Halkın musiki kültürünü yükseltmek için umumi konserler verilsin, her tarafta böyle yapılsın. Esasen böyle yapılması da sizde musiki istidadlarının inkişafına yardım edecektir.
Yeni musikimiz hakkında ne düşünüyorsunuz. Onu işittiniz mi?
– İşittim. Cemal Reşid ve Hasan Ferid’i dinledim. İkisini de çok takdir ettim. İkisinde de fıtri istidat ve kuvvet var. Ve ayrıca musiki kültürünü noktai nazarından ikisinin çok ileri bir teknikleri vardır. Hele onların eserinden en hoşuma giden taraf eserlerine halk motiflerini almış olmalarıdır.
Sovyet Rusya’daki musikileri tekamül etmemiş olan küçük cumhuriyetlerde musiki ilerlemesi için ne yapılıyor?
– Sovyet cumhuriyetlerinin hepsinde musiki teşkilatı vardır. Opera, konservatuvar, musiki mektepleri ve filarmoniler mevcut. Mesela Azerbaycan hükümeti milli opera yaratmaya uğraşıyor. Leyla ile Mecnun, Kerem ile Aslı gibi milli operaları var. Bunların birçoğunu Türkiye için verdik.
15 Mayıs 1935’te Cumhuriyet gazetesinde yayımlanan metin Şostakoviç’in Türk gazetelerine yansıyan yegane mülakatıydı. Besteci gezi dönüşü izlenimlerini kaleme aldı. “Yeni Türkiye” başlıklı yazısı 23 Mayıs’ta Süovetskoye Iskusstvo gazetesinde yayımlandı. Bu yazıda da Rey, Alnar ve Ankara’da karşılaştığı 15 yaşındaki genç besteci Sabahattin’den (Kalender) ve Atatürk’ten övgüyle bahsediyordu.
Dimitri Şostakoviç’in Türkiye gezisinin detaylarını Azeri müzikolog Fehar Tahirova’nın Pan Yayınları’nca 2010’da yayımlanan “Şostakoviç Türkiye’de” başlıklı kitabında bulabilirsiniz.
(Serhan Yedig / Mart 2016 / Opus)