Fora Baltacıgil / Kontrbas güzel bir yelkenliye benzer, ikisi de emek ister

0

Kontrbas öğretmeni görmeden 2002’de İÜ Devlet Konservatuvarı’ndan mezun olan Fora Baltacıgil, ABD’deki Curtis Enstitüsü’ndeki iki yıllık yüksek lisansın ardından baş döndürücü hızla yükseldi. Minnesota Orkestrası’nda 23 yaşında grup şefliğine getirildi. Tutti çaldığı Berlin Filarmoni’de solistlik fırsatını yakaladı. New York Filarmoni’den sonra şimdi Valery Gergiyev’in yönettiği Münih Filarmoni’de kontrbas grubunun şefliğini yürütüyor. 35 yaşındaki Baltacıgil “Berlin Filarmoni’nin kontrbasları gökgürültüsü, New York Filarmoni’nin sivri sinek gibiydi” diyor.

Kontrbas neredeyse aile geleneğiniz, fakat bu geleneği sürdürmek üç kardeşten sadece size nasip oldu. Seçtiniz mi, seçildiniz mi?

– Halam Pınar Baltacıgil İDOB’da, babam Yaz Baltacıgil ise İDSO’da çalışıyordu. Beş yaş büyük ağabeyim Efe konservatuvarda öğrenciydi. Çellodan müthiş sesler çıkarırdı, çocukluğum bu sesler içinde geçti. Okula gitmediğimde senfoni orkestrasının provasına babamla katılıyordum, kontrbasların ortasında oturup dinliyordum. Bu sesleri duyarak, enstrümanları görerek müziğin içinde piştim. Dokuz yaşına geldiğimde babam “Herhangi bir enstrüman çalmak ister misin” diye sordu. Babam ve ağabeyimi görerek en sevdiğim enstrümanı, yani kontrbası seçtim. Çalgıdan iyi ses çıkarmak amacıyla çaba gösterdim. Çevremdekiler yetenekli olduğumu, çalgıdan iyi ses elde ettiğimi söylese de, 9 yaşında konservatuvarın yarım zamanlı bölümüne kabul edilmiş olsam da, 16 yaşına kadar müzisyenliği seçme konusunda kesin karar vermemiştim. Herhangi bir ısrarda bulunulmadı. Konservatuvara tam zamanlı başlamamla birlikte kararım kesinleşti.

2012’de İstanbul’da, Berlin Filarmoni eşliğinde vereceğiniz konserden önce konuştuğumuzda “Kontrbas öğretmeni görmeden konservatuvardan mezun oldum” demiştiniz. Yaz Baltacıgil gibi yaratıcı, ufku geniş bir kontrbasçının oğlu olmak herkese nasip olmaz, bununla birlikte tek kaynaktan beslenmenin, akademik eğitimin yetersizliğinin dezavantajlarını yaşadınız mı?

– Halam da 30 yıl önce kadrolu kontrbas öğretmeniyle karşılaşmadan aynı okuldan mezun olmuştu. İstanbul Üniversitesi gibi köklü bir eğitim kurumunun, Türkiye’nin ilk konservatuvarının bunca yıl kontrbas öğrencisi kabul ettiği halde öğretmen ihtiyacı hissetmemesini anlamak zor. Nihayet geçen yıl konservatuvarın yaylı sazlar bölümünün başkanı telefonla arayıp bana öğretmenlik teklif etti. Sevinerek yardımcı olacağımı söyledim. Fakat aynı zamanda öğrenci orkestrasında da çalmamın gerektiğini belirtince, Münih’teki görevimi bırakamayacağımı, ustalık sınıfları düzenleyebileceğimi söyledim. Yani sorun devam ediyor. İşte ben bu koşullarda yetiştim. Sınavlarıma piyanistler, çellistler girdi. Şanslıydım, evdeki öğretmenim babamdı. Aynı dönemdeki kontrbasçı arkadaşlarımla birbirimize kenetlenmiştik, öğrendiklerimizi birbirimize öğretiyorduk. Ne yazık ki önemli bölümü sazını bıraktı ya da iş bulamadı. Pek çok şeyi öğrenmekte geç kaldım. Metronomu önüme koyup günde 3-4 saat çalışma disiplinini 2003’de ABD’ye gidip, Curtis Müzik Enstitüsü’ne başladığımda kazandım.

14 yaşında İdil Biret’e eşlik etmiştim

Öğretmenle karşılaşmadan mezun olup Curtis’te burs kazanacak deneyimi nasıl edindiniz?

Yaz Baltacıgil (sağda) oğlu Fora’nın gönüllü kontrbas öğretmeni oldu. Müziğin yanı sıra deniz sevgisini de aşıladı.

– 14 yaşından itibaren kontrbas çalarak harçlığımı çıkardım. İlk konserimde Gürer Aykal yönetimindeki Milli Reasürans Orkestrası’yla İdil Biret’e eşlik etmiştim. Mozart’ın do majör konçertosunu seslendirmiştik. Akbank Oda Orkestrası’nda 16-19 yaş arasında düzenli çalıştım. Ayrıca BİFO’da babamın yanında çalıyordum. Notaya ve orkestraya saygı göstermeyi, disiplinli çalışmayı babamdan öğrendim. Popüler müzik gruplarına eşlik ediyordum. Beni babam yerine konservatuvarda bir öğretmen yetiştirseydi, büyük ihtimalle orkestralarda çalmamı engelleyecekti ve bugünkü başarıma ulaşamayacaktım.

Curtis sizde şok etkisi yaratmadı mı?

– Yuja Wang, Lang Lang, Hilary Hahn gibi isimlerle aynı dönemlerde okuduk. Müziğin düzeyi çok yüksekti. Bu ortam beni öylesine etkiledi ki, Türkiye’de orkestralarda çalışırken körelen solistlik şevkimi yeniden kazandım. Arşe tekniğimi geliştirdim. Etkili çalışma yöntemlerini öğrendim. Curtis’teki kontrbas eğitimi öğrenciyi en iyi şekilde yetiştirip, en kısa zamanda bir orkestrada iş bulmasını sağlamaya odaklanmış. Bu nedenle orkestra eğitimine çok önem veriliyor. Öğretmenim Harold Robinson beni bu hedefe yönelik yetiştirdi ve orkestraların giriş sınavlarına katılmam amacıyla teşvik etti. Yüksek lisans programı üç yıldı. Askerlik görevimi tamamlamam gerektiği için bir yıl izin almam gerekti. Eğitim sistemi öylesine müthişti ki, ara vermeme rağmen ikinci sınıfta, ABD’nin en iyi beş orkestrası arasındaki Minnesota Orkestrası’nda kontrbas grup şefi olarak çalışmaya başladım. Bu durum Amerikan basının da ilgisini çekti, gazetelerde haber oldu.

Piyanist Yuja Wang okul arkadaşları arasındaydı

Böylece solistlik hayaliniz rafa mı kalktı?

– Kontrbas evrimi sürecinde sahneye solo çalgı olarak en son çıkan enstrümanlardan. Bu nedenle solo rolünü veren besteci sayısı çok sınırlı. Brahms, Mahler gibi besteciler güzel bölümler yazmakla birlikte, çağlarında muhtemelen Dragonetti ve Bottesini’den başka virtüöz icracı olmadığı için, kontrbası solo çalgı olarak düşünmemiş. 15 yaşından itibaren keman, çello, piyano gibi enstrümanlar için yazılmış eserleri uyarlayıp kontrbasla çalardım. Curtis’teki öğretmenim beni konser vermeye, yarışmaya katılmaya teşvik ediyordu sürekli. Bu vesileyle üç yarışma kazandım. Beni solist olmaya yönlendirdiler. Fakat hayatımı enstrümanımla kazanmam gerekiyordu, bu nedenle yaşam beni orkestracılığa yönlendirdi. Solistlik ruhumu yitirmedim. Her yıl büyük orkestralarla solo birkaç konser vermeye çalışıyorum. Ocak ayında İzmir’de KODA eşliğinde konçerto çaldım. Bu sayede çalışma şevkim de artıyor.

Babamın deneyimi bana yol gösterdi

Orkestra hayatınız başladığında, babanızın deneyiminden, müzikal mirasından ne gibi sonuçlar çıkartmıştınız?

– BİFO’da yedi yıl birlikte çalışırken orkestra adabından icra tekniklerine pek çok şey öğrenmiştim babamdan. Minnesota Orkestrası’na girdiğimde grubun tüm üyeleri Curtis mezunuydu ve aramızda büyük yaş farkı vardı. Önce ilgiyle izlediler. Babamdan öğrendiklerim sayesinde beni sevdiler, onlarla kaynaşmakta zorlanmadım. Babamın müzikal deneyiminden bahsederken mutlaka evde dinlediğimiz müziklerden de söz etmeliyim. Klasiğin yanı sıra cazın çok iyi örneklerini dinlerdik. Kardeşlerimle birlikte bu sayede çok güçlü bir ritm duygusu kazandık. Gördüğüm kadarıyla caz dinleyen kontrbasçılar klasik müzikte daha esnek davranabiliyor, daha yumuşak çalabiliyor. Bu deneyimin de orkestra hayatımda önemli kazanım olduğunu söylemeliyim.

Minnesota tecrübesi size neler kazandırdı, ne gibi dersler çıkardınız, hangi konularda zorlandınız?

– 2006-2009 arasında ABD’nin en iyi beş orkestrası arasındaydı. Diğer orkestralara oranla yüksek maaş ödendiği için çok rağbet görüyordu. 23 yaşında bu orkestraya girip grup şefi olmak zorlu bir süreç ve sorumluluğu ağır. Bununla birlikte neredeyse tüm kontrbasçılar Curtis mezunu, dolayısıyla aile gibi. Riccardo Muti, Claudio Abbado, Lorin Maazel gibi şeflerle, ünlü solistlerle konser yapıyor. Beni en mutlu eden özelliği, müthiş bir enstrüman koleksiyonuna sahip olmasıydı. Guarneri, Testore gibi İtalyan ustaların elinden çıkmış 8 antik kontrbasımız vardı. Bunlarla çalarken tekniğim gelişti, çok daha uzun cümleler kurmayı başardım. Bu harika orkestrayla ABD turnesinde John Harbison’un konçertosunu seslendirmek önemli bir deneyimdi.

Berlin Filarmoni zorlu bir zirveydi, başardım

2009’da Berlin Filarmoni’ye girişiniz rastlantı mıydı, yoksa uzun ve zorlu bir mücadelenin sonucu mu?

– Mehtaplı bir gecede gökyüzüne baktığınızda binlerce yıldızın arasında tüm görkemiyle Ay’ı görürsünüz, diğer gezegenler, yıldızlar sönük kalır. Berlin Filarmoni Orkestrası benim için oradaki Ay’dır. Amerikan orkestralarına girmek için sınavda neredeyse hatasız çalmak gerekir. Avrupa’da ise müzikaliteye önem veriliyor. Sıradışı olanlar seçiliyor. Minnesota’da üç yıl çalıştıktan sonra, beni daha önce Curtis’te dinleyen Simon Rattle’ın davetiyle 2009’da sınava girdim. Kazanınca çok mutlu oldum. İki yıllık deneme döneminin sonunda tüm orkestra üyelerinin oyuyla kadroya kabul edildim. Bunun tarihi bir oylama olduğunu söylediler, tüm üyelerin olumlu oyunu alan ilk müzisyenmişim. Daimi kadroya giren ilk Türk müzikçi oldum.

Berlin Filarmoni’nin İstanbul’daki provasında Sir Simon Rattle ile (İKSV Arşivi)

Gençlerin orkestrada kendilerini kanıtlamaları için zorlu deneyimlerden geçmeleri gerekiyor mu?

– Ben herhangi bir zorlukla karşılaşmadım, fakat gençlerin başına gelen tuhaf olaylara tanık oldum. Örneğin benden sonra orkestraya katılan genç bir viyolacıyı sınamak amacıyla grubun diğer üyeleri yanlış girermiş gibi yapıp, tepkisini, müziği yeterince dikkatli takip edip etmediğini, eseri özümseme becerisini ölçtü. Bu sınavdan geçen gençleri severlerse sahipleniyorlar, aileye kabul ediyorlar. Lisan konusunda da sorun yaşamadım. 28 ulustan müzikçi çalışıyordu, çoğunlukla İngilizce konuşuluyordu. 3,5 sene boyunca yaşadığım tek sorun vize konusuydu. Üç ya da altı aylık vizelerle Berlin’de kalıyordum. İstanbul’daki vize sürecinde çok zorlanıyordum. Berlin’de lokantada karşılaştığım dönerci ülkede nasıl kaçak çalışıp para biriktirdiğini, her yıl Türkiye’ye gidip sorunsuz döndüğünü anlatıyordu. Ben ise eşimi Almanya’ya getirememiştim. Nihayet bir gün orkestraya gidip “Ben ayrılıyorum” dedim. Neyse ki yardım ettiler, sorun çözüldü.

BFO’da müzik su gibi akar

Amerikan ve Avrupa orkestraları arasında üslup açısından ne gibi farklar var, orkestranın içinden neler gözlemlediniz?

– Amerikalılar vurguları önemsiyor, ritmleri belirginleşiyor, kısa çalıyorlar. Oysa Berlin Filarmoni’de akan, uzayan, hiç bitmeyen bir müzik duyuyorsunuz. Avrupa stili benim kulağıma daha yakın geliyor. Berlin Filarmoni’nin diğer orkestralardan farkı tüm üyelerin sahnede enerji ve yeteneğini sonuna kadar kullanması. Açık havada bile dinlediğinizde orkestranın enerjisi rüzgar gibi yüzünüze çarpar. Forte çaldıklarında tokat yemiş gibi olursunuz. İlk konserlerden birinde kontrbas grubu forte çalmaya başladığında ayaklarımın yerden kesildiğini hissettim. “Herhalde bizi yukarıya kaldırıyorlar” diye düşündüm. Çıkan ses öylesine güçlü, etkileyiciydi… Simon Rattle, Christian Thielemann, Zubin Mehta, Daniel Barenboim, Herbert Blaumstedt, Gustavo Dudamel, Bernard Haiting, Ricardo Muti, Seiji Ozawa gibi şeflerle çalışmak bana önemli deneyim kazandırdı. Hepsini yakından tanıdım, tercihlerini öğrendim. Berlin Filarmoni’nin başka orkestralarca yakalanamayacak özgün sesi içime işledi.

Bir adım daha ileriye geçip İstanbul’da Berlin Filarmoni’nin solisti olmuştunuz, konçerto çalmıştınız. Bunun öncesi ve sonrası var mı?

– 2012 hayatımın en parlak yılıydı. Hala inanmakta güçlük çekiyorum: Kontrbas öğretmeniyle karşılaşmadan konservatuvardan mezun olup Curtis’te sadece iki yıl yüksek lisans yapan ben, İstanbul konserinden beş ay önce New York Filarmoni’nin sınavını kazanmıştım. Ardından İstanbul Müzik Festivali’nin yöneticisi ve benim konservatuvardan müzik tarihi öğretmenim Yeşim Gürer Oymak’ın çabasıyla Berlin Filarmoni’nin İstanbul konseri gündeme geldi. Orkestra öneriyi mutlulukla kabul etti. Solistlik önerisi de Yeşim Hanım’a aitti. Ağabeyimle İstanbul ve İzmir’de solist olarak konsere çıktık. Bottesini’nin keman ve kontrbas için yazdığı, bizim çello ve kontrbasa uyarladığımız “Grand Duo”sunu çaldık. Bu benim Berlin Filarmoni’deki son konserimdi, o tarihte orkestradan ayrılıyordum. Aslında orkestra üyeleri çok çok nadiren Berlin Filarmoni’nin solisti olur. Ayrıca ben grup şefi değildim, tutti çalıyordum. Solistliğe değer bulmaları mutluluk vericiydi.

Orkestra dünyasının Everest’ine tırmandıktan sonra New York Filarmoni’yi denemek risk değil miydi?

– Kendimi dinamik tutmak için kendime hep yeni hedefler belirlerim. Çalışma şevkimi artırır bu. Aslında bu olay rastlantıyla başladı. Amerika yıllarında tanıştığım Alan Gilbert orkestrayı yönetmek üzere Berlin’e gelmişti. Bir gün provaya giderken yaya geçidinde karşılaştık. Ayaküstü sohbet ederken New York Filarmoni’nin solo kontrbasçı aradığını, sınav açacağını söyledi. “Denemek ister misin” diye sordu. O söylemese, benim bu işe ilgi duyma ihtimalim zayıftı. Sınavı jüri yapıyor, son kararı orkestranın şefi veriyordu. New York Üniversitesi ve Juilliard’da öğretmenlik yapma imkanını da kazanacaktım. Ayrıca dilbilimci olan ve Almanya’da iş bulmakta zorlanan eşim açısından yeni fırsatlar çıkabilirdi. 29 yaşındaydım ve denemeye değerdi.

New York Filarmoni’nin kontrbasları sivrisinek gibiydi

Berlin’den sonra New York’ta nasıl bir orkestrayla karşılaştınız?

– Tüm yakın arkadaşlarım, tanıdığım kişiler Berlin’den sonra New York’ta yaşamanın kolay olmayacağını söylemişti. Çok kalabalık ve temiz olmayan Manhattan’da yaşamanın pek öyle turistik gezilerdeki gibi olmayacağını birkaç hafta içinde anladık. Tabii NYP çok ünlü bir orkestra ve onun genç bir müzikçiye sunduğu harika olanaklar var. Orkestradaki ilk gözlemim müzisyenlerin birçoğunun birbirinden kopuk oluşuydu. Bunun çalışa da yansıdığını gözümle gördüm. Kontrbas grubunun geçmişten gelen sorunları henüz çözümlenememişti. Grup lideri sıfatıyla bunları çözmem gerekiyordu. Emekliliğin olmadığı bir orkestrada yenilenme imkanının bulunmaması, orkestra enstrümanlarının eskiliği bu sorunların başında geliyordu. Birkaç ay önce Berlin’de kontrbas grubu çalarken oturduğum taburenin uçacağını hissederken, New York’ta sivri sinek gibi vızıldayan bir grubun içine düşmüştüm. Pek mutlu olamayacağım belliydi. Berlin’deki candan ilişkileri, aile atmosferini New York’ta göremedim. Kurtlar sofrası gibiydi. Kontrbas grubu üyeleriyle tanıştığımız gün elimi uzattığımda elim havada kaldı, “Bizde el sıkışılmaz” dediler. Oysa çalıştığım tüm orkestralarda, iyi bir konserden sonra el sıkışıp birbirimizi tebrik ederiz. Alan Gilbert ve orkestrayla diyaloğumuzun iyi olmasına karşın kontrbas grubundaki sorunlarla 35 yıl geçiremeyeceğimi anladım. 2,5 yıl sonra Münih’teki sınava arkama bakmadan gittim.

2014 Mayısı’nda The New York Times’ta orkestrayla ilgili yayımlanan kapsamlı yazıda İkinci Dünya Savaşı’ndan bu yana görülen en büyük dönüşümün yaşandığı anlatılıyor. Konser salonunun değişmesi, bütçedeki 6 milyon dolarlık açık gibi sorunlarla birlikte Gilbert’in 17 yeni üye almasından, kadroyu gençleştirme çabasından bahsediliyor. Gilbert’in Şikago Senfoni’den transfer ettiği birinci klarnetçi Stephen Williamson ile sizin kısa süre içinde ayrılışınız “sürpriz” olarak niteleniyor. Sebebini size sormuşlar. “Geçmişte çalıştığım orkestralardaki uyum ve huzuru New York Filarmoni’de bulamadığım için ayrılıyorum” demişsiniz. Yerinize Metropolitan’dan Timothy Cobb’ın atandığı belirtilmiş. Anladığım kadarıyla Gilbert’ın yeni kan kazandırma çabası orkestrada tepkiyle karşılanmış, bedelini grup şefi olarak gelenler ödemiş…

– Amerikan orkestraları kısmen özeldir. Bütçelerini zengin kurum ve kişilerin bağışlarıyla oluştururlar. Ben orkestraya katılmadan önce, çok büyük kredi borçları ve yönetimin getirdiği kısıtlamalarla ilgili halerler dünya basınına yansımıştı. Avery Fisher salonunda çalmak kadar konser dinlemek de tatsızdır. Sorunların çözümü için bütçe bulmak Alan Gilbert’in işiydi. Başarılı olamayınca kriz derinleşti. Yanılmıyorsam bu tatsız ve şanssız ortamda ilk tepkiyi ben gösterdim ve ayrılacağımı söyledim. Sonrası çorap söküğü gibi geldi. Keman ve viyolacılardan ayrılanlar oldu. Solo klarnetçi ve kornocu ayrıldı. Bu olay Gilbert’in başarısızlığı olarak değerlendirildi. Nitekim 2017’de süresi dolunca sözleşmesi uzatılmadı. Müzik direktörlüğünden ayrıldı. Benden önce bir yıl grup liderliği yapan, 2012’de birlikte sınava girdiğimiz Tim Cobb kontrbas grup liderliğine getirildi.

Zor ya da istenmedik koşullarda çalışmak bile genç müzikçiye pek çok tecrübe kazandırır. Size neler kazandırdı?

– Ünlü orkestraların, çok para kazanmanın daha iyi müzik yapmanın ön koşulu olmadığını gördüm. Zor koşullarda, gergin ortamlarda bile hatasız müzik yapma deneyimini edindim. Çeliğe su verildi yani… Repertuvarım genişledi. İyi şeflerle ve solistlerle tanıştım. Ayrıca üç kıtada çalmanın deneyimi zenginleşti.

Juilliard’daki gözlemleriniz nasıldı?

– Yüksek lisansımı yaptığım Curtis’le karşılaştırarak cevaplayacağım bu soruyu. Curtis, yetenek sınavıyla öğrenci kabul ediyor, her yıl mezun ettiği kadar öğrenci alıyor ve kadrosunu şişirmiyor. Juilliard’ın kapısı bedelini ödeyene açık, eğer burs istiyorsanız zorlu bir sınavdan geçmeniz gerekiyor. Curtis’in bazı öğretmenleri Juilliard’da ders verse de iki kurumun eğitim seviyeleri farklı. Juilliard’da master kurslar verirken aradaki farkı da görmüş oldum.

Simon Rattle, Londra’ya davet etti

Münih Filarmoni’nin kontrbas kadrosunda Türklerin özel bir yeri var galiba. Şu anda iki Türk çalıyor…

– Berlin Filarmoni’de çalışırken Münih Filarmoni’nin methini çok duyardım. New York Filarmoni ile turneye çıktığımızda şehre yolumuz düştü. Lorin Maazel orkestrayı yönetiyordu. Janine Jansen, Prokofiyef çalacaktı. Provayı izlemeye gittim, kontrbasçıları o gece konserimize davet ettim. Konserimizin sonrasında akşam yemeğinde Münih Filarmoni’nin kontrbasçılarıyla sohbet ettik. Bana New York’u, orkestrayı, Avrupa’ya dönmeyi düşünüp düşünmediğimi sordular. Gelecekte düşünebileceğimi söylemiştim. Birkaç ay sonra Münih Filarmoni ekibinden mesaj aldım, sınav açıldığını yazmışlardı. Sınava girip kazandım, 2014’te orkestranın ilk Türk üyesi oldum. Bu yıl aramıza beni çok gururlandıran bir Türk üye daha katıldı: Umur Koçan.

Lorin Maazel’den Simon Rattle’a pek çok şefle çalıştınız. Hangileriyle kişisel diyalog kurabildiniz, izlenimleriniz neler?

Londra Senfoni’nin kontrbas grubuyla

– Berlin Filarmoni’de birlikte konser verdikten birkaç ay sonra New York Filarmoni’de Lorin Maazel’le karşılaştığımızda çok şaşırmış, “Sen Berlin Filarmoni’deydin, burada ne arıyorsun” diye sormuştu. Zubin Mehta ile, New York’tan sonra Münih’te karşılaştığımızda aynı tepkiyi vermişti. Gezginliğime en çok hayret edenlerden biri ise beni dört orkestrada birden gören Yo-Yo Ma’ydı. “Bir sonraki karşılaşmamız nerede olacak, merak ediyorum” demişti. Birlikte çalıştığım şefler içinde en sevdiğim, kendime en yakın bulduğum kişi Sir Simon Rattle. Müzikalitesinin ötesinde iyi bir insan. Yollarımız Berlin’de ayrıldıktan sonra da iletişimimiz devam etti. Hatta Münih’e yerleştikten bir süre sonra telefon etti. Sanat yönetmenliğini üstlendiği Londra Senfoni Orkestrası’na davet etti, grup şefliği önerdi. Eşim ve çocuklarımla Münih’te zorlukla kurduğumuz yaşam düzenimizi bozmayı göze alamadım.

Münih Filarmoni’nin şefi Valery Gergiyev sert bir şef olarak tanınıyor. Ne sıklıkla birlikte konser veriyorsunuz, diyaloğunuz nasıl?

– Yaklaşık 1,5 yıl Lorin Maazel ve Christian Thielemann’la çalıştım. Daha sonra Gergiyev sanat yönetmenliğini üstlendi. Yılda ortalama 40 konserde birlikteyiz. Çoğunlukla turnelerde şeflik yapıyor. Orkestra üyelerine karşı çok saygılı. Politik davranıyor, kimseyi kırmıyor. Münih Filarmoni’yi 1979’dan 1996’daki ölümüne kadar Sergiu Celibidache yönetmiş. Celibidache, zamanı yavaşlatmayı, yayarak çalmayı tercih ediyordu. Üslubu orkestrada derin iz bırakmış. Gergiyev bunu yavaş yavaş değiştirmeyi düşünüyor. Sık sık turnelere çıkıyoruz. Geçen kasım ayında uzun bir turneye çıktık, Güney Kore, Çin, Japonya’da konserler verdik. Mahler’in Titan Senfonisi repertuvardaydı. Burada kontrbas solosu var. Bu vesileyle daha yakından tanıdı beni.

Bugüne kadar çalıştığınız orkestralardan özel bir orkestra kurmanız gerekse hangisinden neleri alırdınız?

– Minnesota’nın kontrbasları, Berlin Filarmoni’nin müzisyenleri, New York’un maaşı, Münih’in havası… Şaka bir yana New York’un çok güçlü bir bakır üflemeli grubu var. Minnesota’nın yaylıları çok dolgun sesli, harika… Orkestra ritmi de harika. Berlin Filarmoni’nin üyeleri adeta canını verirmişçesine çalıyor. Sınırsız bir özveri var. Münih Filarmoni ise çok uyumlu. Geleneksel anlayışa bağlı olmakla birlikte iyi günlerinde hafızalardan silinmeyecek yorumlar çıkaran bir orkestra.

Çalmayı hayal ettiğiniz orkestra ve şef kaldı mı?

– Her ne kadar Berlin’de 3,5 yıl çalışsam da tekrar çağırsalar giderdim. Çalışmak istediğim şef ise Simon Rattle…

Kapımı çalan besteci olmadı

Oda müziğini seviyor musunuz, zaman bulabiliyor musunuz?

– Oda müziği yapmak orkestra müzisyeninin kalitesini artırır. Minnesota Orkestrası’ndan itibaren, orkestradan arkadaşlarımla Mozart, Schubert, Beethoven, Spohr, Prokofiyef’in beşli, altılı, yedililerini seslendirdim. Daha sonra Berlin Filarmoni Dörtlüsü ile konserler verdim, hatta DVD kaydı yapıldı. New York döneminde fırsat bulamadım. Şimdi Münih Oda Orkestrası’yla ve bu grubun oluşturduğu oda müziği topluluklarıyla konser veriyorum. Yaz aylarında Türkiye’ye geldiğimde de oda müziği yapıyorum. Ayrıca İKSV’nin davetiyle festivallerde oda müziği konserleri verdik. Oda müziği, kontrbası tanıtmak konusunda da etkili oluyor. Müzikseverler, orkestra müziğinde tüm armonilerin sesi üzerine kurulduğu dev çalgıyı yakından, net olarak duyuyor. Bu konudaki hayalim ağabeyim Efe Baltacıgil, kardeşim Poyraz Baltacıgil ve Berlin Filarmoni solistleriyle konser vermek.

19 yıl önce İstanbul’da solo resital veren İtalyan kontrbasçı Corrado Canonici, kontrbasın çağdaş müzikte diğerlerinden çok daha yetenekli bir enstrüman olduğunu söylemişti. “Sahnede bir insan bedeni gibi durabilecek kadar büyük cüsseye sahip, ayrıca teatral özellikleri var. Bunu kemanla yapamazsınız. Dinleyici kemancıdan her zaman duyduğu gibi çalmasını isteyebilir. Üzerinizde geleneksel yaklaşımın baskısını hissedersiniz. Kontrbas sürprizlere açıktır. Cazda kullanıldığı için dinleyici önyargılı yaklaşmaz, daha önce fark etmediği yeteneklerini görünce şaşırır, adeta çalgıyla yeniden tanışır” demişti. Siz çağdaş müziğe ne kadar yakınsınız, bestecilerle çalışma yapıyor musunuz, yeni eserler seslendiriyor musunuz?

– Bahsettiğiniz konseri ben de izlemiştim, şaşırmıştım. 1999’da, 16 yaşında aynı sahneye çıkıp çocukluk dönemindeki ilk solo resitalimi vermiştim. Babamın çektiği videoyu izleyince kendi yeteneğime olan şüphem ortadan kalkmış, başarılı olduğuma inanmıştım. Çağdaş ya da barok, her türden iyi yazılmış, sorunsuz akan müziğe ilgi duyuyorum. Bilinmedik coğrafyalarda dolaşmak müzisyeni geliştirir. Henüz kapımı çalan çağdaş besteci olmadı. Bu tür önerilere açığım. Gürer Aykal, bir bestecinin benim için konçerto yazmayı planladığını söylemişti. Fakat herhangi bir gelişme olmadı.

Genç kontrbasçılarımızı takdirle izliyorum

Birkaç yıl önce Onur Özkaya ile konuştuğumda “Türk kontrbas ekolünü kurmanın zamanı geldi” demişti. Sizce böyle bir potansiyel var mı?

– Açık konuşmak gerekirse şimdiye kadar hiç kimse bana “hangi milletin ekolünden geliyorsun” diye sormadı. İletişimin bu kadar geliştiği bir çağda kendimi tanımlarken “bu gezegenden” diyebilirim sadece. Kontrbasın Türkiye’deki genel durumu hakkında ise gelişmelerin mutluluk verici olduğunu söyleyebilirim. Son yıllarda sürpriz denebilecek sayıda ve kalitede kontrbasçı yetişti. Neredeyse kemancılarla yarışacak hale geldiler. Avrupa’nın önde gelen orkestralarındaki Türk kontrbasçıların sayıları artıyor. Münih Filarmoni’nin önceki yıl düzenlediği sınavda iki Türk birden finale kaldı, biri orkestraya alındı. Bunu iyi öğretmenlere borçluyuz. 1960’larda, Ankara Devlet Konservatuvarı’nda Heinz Fromme, İzmir Konservatuvarı’nda Curt Wallner kontrbas eğitimini başlatmıştı. Şu anda Prof. Alper Müfettişoğlu harika öğrenciler yetiştiriyor, Gümüşlük Akademisi’nde düzenlenen ustalık sınıflarında çok yetenekli öğrencileriyle tanıştım. Öğrenci sünger gibi olmalı, eğer bu arzu yoksa gelişmesi zor. Karşılaştığım gençlerde bu arzuyu ve yeteneği görmek beni sevindirdi.

You Tube’de birkaç yıl önce bir emprovizasyon videonuz yayımlanmıştı, fakat arkası gelmedi…

– Eşim çekmiş ve yayımlamıştı… Zamanım olmadığı için devam edemedik. Sanırım öğretmensiz yetişmenin de etkisiyle çocukluğumdan bu yana emprovizasyon yapmayı seviyorum. Güzel melodiler çıkıyor. Fakat bestecilik konusunda kendime güvenmiyorum. Deneyimli bir besteciyle çalışıp bu melodileri değerlendirmek istiyorum.

Cazla aranız nasıl?

– İyi bir caz dinleyicisi olduğumu söyleyebilirim. Zaman zaman caz da çalıyorum, fakat kendimi cazcı olarak görmüyorum, bu alanda yeterli bulmuyorum.

Arzu ettiğiniz enstrümana sahip olabildiniz mi?

– Ne yazık ki henüz bir enstrüman sahibi olamadım. Ailemde “çingene gibidir, en kötü sazla da çalar” derler. Bugüne kadar çalıştığım orkestraların enstrümanlarıyla konsere çıktım. Türkiye’ye geldiğimde babamın kontrbaslarını kullanıyorum. Enstrüman müzisyenin sesidir, kendisini en iyi şekilde ifade etmesi, ilham olması için iyi bir enstrüman gerekir. Yeteneği böyle katmerlenir. Eğer benim de iyi bir sazım olursa daha çok konser kabul etme şansım, kayıt yapmak için bir nedenim olacak.

Müziğin dışında entelektüel açıdan hangi kaynaklardan beslenirsiniz?

Baltacıgil yelken tutkusundan vazgeçmedi

– Atatürk’ün yolunu izleyerek çağdaşlaşmak, kendimi geliştirmek amacıyla ilgili kitapları okur ve merak ederim. Halikarnas Balıkçısı’nın (Cevat Şakir Kabaağaçlı) kitapları da ruhuma iyi geliyor. Her ikisinin de beni en iyi şekilde beslediğine inanıyorum.

Baba mirasınız deniz tutkusu hayata, müziğe, enstrümanınıza yaklaşımınızı etkiledi mi?

– Münih’te beni en zorlayan konu dağ havasının hakim olması. Denizi çok özlüyorum. Müzik benim için C vitaminiyse, deniz de D vitamini. İnsanın ruhunu güzel müzikle besleyip, masmavi gökyüzünde Akdeniz’in sularında dolaşması lazım. Küçük yaşta dalarak balık avlamakta başarılıydım. Başka sazları bilmem ama kontrbasın güzel bir yelkenliden farkı yoktur, ikisi de emek ister.

Mutfak sanatlarında da iddialı mısınız?

Fora Baltacıgil eşi Derya, kızları Oya ve Maya ile Münih’te yaşıyor

– Evimizde mutfağın kaptanı genellikle benim. İddialı değilim ama lezzetli yemekler pişiririm. Babam yemek yaparken müzik dinlerdi. Ben kendi evimde yalnızlığı ve sessizliği tercih ediyorum. Böyle dinleniyorum. Zor tarifleri babaanneme sorar, beceremezsem sonunda doğaçlamaya giderim.

İkiz kız çocuğu sahibi olmak müzik ve gelecek planlarınızı nasıl etkiledi?

– ABD’ye oranla Avrupa’da yaşamanın bizim için daha kolay olduğunu gördük. Öncelikle memlekete yakın. Dahası Almanya’da çocukların okul çağına kadar gidebileceği, devlet destekli ve çok iyi eğitim sistemine sahip yuvalar var. Daha kendime enstrüman alamazken kızlarıma piyano aldım ki üç beş doğru sesi şimdiden tanısınlar… İlk birkaç yıl solo ve oda müziği konserlerinden ayrı kalmam gerekti ama sağlık olsun…

Hedefim öğretmenlik

Bundan sonra ne gibi hedefleriniz var?

– Öğretmenlik… Öğretmensiz yetiştiğim için olsa gerek bunu çok önemsiyorum. Curtis’teki öğrencilik günlerimden, Minnesota, Berlin, New York, Münih orkestralarından edindiğim deneyimi gençlere aktarmak istiyorum… 16 yıldır orkestracılık yapıyorum. Bu yoğun tempo solo çalışmalara odaklanmamı neredeyse imkansız hale getiriyor. Öğretmenlik kendi çalışmalarıma zaman ayırma fırsatı sunacak. Curtis’teki ilk yılımda öğretmenim olan Edgar Meyer, bu konuda bana örnek oldu. Bir yandan öğrenci yetiştiriyor, diğer yandan kendi müziğini yapıyor ve ABD’nin saygın ödüllerini kazanıyor. Münih’te girişimde bulundum, sonucunu bekliyorum. Türkiye’de de ders vermek istiyorum.

Bu sezonda orkestra dışında ne gibi planlarınız var?

– 2019 yazında Norveç’in Oslo kentinde düzenlenecek Kon- Tiki Oda Müziği Festivali’nde ağabeyim Efe Baltacıgil ve Atlanta Senfoni’nin baş kemancısı David Coucheron ile ikili, dörtlü gruplarda konser vereceğiz. Konser TV’den canlı yayımlanacak. Ayrıca kaydedilecek. Yaz aylarında Bodrum’da Gümüşlük Festivali‘nde üçüncü kez ustalık sınıfı düzenleyeceğiz. Münih Filarmoni’yle Paris’in en yeni ve en sevdiğim salonunda konser vereceğiz.

(Serhan Yedig / Mart 2019 / Andante)

Bilimle, sanatla iç içe olmak aydınlık yarınları özleyenlerin görevi

Geçirmekte olduğumuz zor dönemde hayatımıza sağlıklı devam edebilmek için tek şansımız var: Bilimle, sanatla iç içe olmak. Bu, aydınlık yarınları özleyenlerin görevi…

Yaşam damarlarından, hayata tutunma araçlarından biridir sanat. İnsanoğlu uygarlık sürecinde ilkel mağara resimlerinden bugün müzeleri dolduran çağdaş yapıtlara kadar önemli bir yol katetmiştir. Sanatla iç içe yaşayan toplumlar daima medeniyeti temsil eder. Demek ki sanatı toplumdan esirgediğinizde, çağdaşlaşmanın önünü kestiğinizde toplum mağara çağının da gerisine düşebilir.

Sanatın gelişmesi ve yaygınlaşması için devletin kültür politikaları önemlidir. Şu anda yaşadığım 3,5 milyon nüfuslu Münih’te 8-9 orkestra var. Hükümetler, belediyeler konserlerlerde maliyet, kazanç hesabı yapmıyor. Çocukları, yani geleceğin nesillerini konserlere, provalara ücretsiz götürüp sanatla yaşamayı öğretiyor. Bir zamanlar Türkiye’de de benzer uygulamalar vardı ki benim gibi müzikçiler yetişebildi. Bir an önce bu yola dönülmesi gerekiyor. Gerçek sanatçılarla toplumu harmanlamak sanatı geliştirir, yaygınlaştırır ve toplumu zenginleştirir.

Fora Baltacıgil’in kazandığı yarışmalar

* Delawere Senfoni Orkestrası Konçerto Yarışması’nda birincilik (2004)

* Riverside Senfoni Orkestrası’nın The Caprio Genç Yetenekler Yarışması’nda birincilik (2006)

* Minnesota Sanat Girişimi’nin McKnight Vakfı Bursu Yarışması (2009)

Linkler

Fora Baltacıgil’in Facebook hesabı

 

Share.

Leave A Reply

two × two =

error: Content is protected !!