1996’da piyanist Ayşegül Sarıca, Ankara’da Bilkent Orkestrası eşliğinde Schumann’ın konçertosunu yorumlar. Konserden etkilenen müzik yazarı Ahmet Say, ertesi gün sanatçıyla yaşamı ve yarım yüzyıllık müzik serüveni üzerine konuşur.
Sanat serüveninizi dikkatle izleyenlerin kafasından hep şu soru geçmiştir: derler ki Ayşegül Sarıca, piyanist olarak uluslararası kariyerini geliştirirken, bir yandan da “örnek aile”nin bireyidir, örnek bir anne, örnek bir eş olmuştur… Bütün bunları nasıl gerçekleştirmiştir Sarıca?
– Karşılıklı anlayış sayesinde. Eşimden ve çocuklarımdan hep anlayış, saygı, özveri gördüm. Birbirimize daima yardımcı olduk…
Yaşama sanatını çocukluğumda kavramıştım
Eşiniz Nejat Diyarbakırlı bir sanat tarihi profesörü… Bu yönüyle sizi daha iyi anlamıştır…
– Önce insan olarak saygı ve desteğini gördüm. Çocuklarım Osman ve Zeynep de özverili davrandı. Aslında ben yaşam disiplinini annemden öğrendim. Annemin disiplin anlayışı, mekanik, kuru bir yaklaşım değildi. Yol gösterirdi. Doğruyu kendimce bulabileceğim bir özgürlük içinde gerçekleşti her şey. Çocukken ağaçların tepesinde gezinirdim ama yaşama sanatını, zamanın değerlendirilmesini, insan ilişkilerini kavramıştım.
Eski yıllara dönersek, Nejat Diyarbekirli dönemin ünlü basketbolcusuydu çocukluğumda. Milli takımda oynardı. Hayranlarındandım ve kendisiyle tanışmıştım. Bana sporculuk üzerine dersler verirdi.
Öyle mi? Spora meraklısınız demek. Hangi takımı tutuyorsunuz şimdi?
– Kadıköylü olduğum için Fenerbahçe’yi.
Efesli Ufuk Sarıca’yla akrabalığınız olmadığını bildiğim için, onu sormayacağım size. İstanbul’daki konservatuvar yıllarınızdan başlayalım…
– Fransa’ya gidene kadar beni Ferdi Statzer yetiştirdi. Türkiye için bir kazançtı Statzer. Teoriyi, armoniyi, gelişkin bir piyano edebiyatını ondan öğrendim.
Harika çocuk efsanesine inanmıyorum
Ve bir “harika çocuk” olarak hızla geliştiniz…
– “Harika çocuk” efsanesine inanmam. Paris Konservatuvarı’na her yıl yüzlerce harika çocuk geldiği söylenir. Kimin “harika”lığı sürdürdüğü, kimin “çocuk” kaldığı süreç içinde belli olur.
Dün Bilkent’teki konserinizde harikaydınız. “Kötü gününde” bir Ayşegül Sarıca‘ya hiç rastlamadım. Harika bir Schumann konçertosu ve dinmek bilmeyen alkışlar üzerine iki Schubert Impromtü…
– Birincisi Schubert değildi…
Pardon?
– Schubert de aynı temayı işlemiştir. Benzerlik vardır ama Beethoven‘dı o. Yanılmanız çok normal…
Sağolun… Peki, Bilkent Senfoni’yi nasıl buluyorsunuz?
– Türkiye için önemli. Ersin Onay’ı kutluyorum. Bu orkestranın daha da gelişeceğini umuyorum. Aksayan taraf pek yok. Yalnız, viyolonsellerin ortaya alınmasını biraz yadırgadım.
Ama yine doruktaydınız dün. Uzun yıllar dorukta kalacaksınız…
– Daha uzun yıllar piyano çalmak istediğimi biliyorum. İçimden gelen en güçlü istek bu…
Ders verirken kusurlarımı da öğrenirim
Bilkent’te piyano dersleri de veriyorsunuz. Sizin hocalığınızı çok överler. Biraz bu yönünüz üzerine konuşalım.
– Ders verirken kendi kusurlarımı da öğrenirim: Öğrencinin kusurları ortaya çıktıkça “acaba bu kusurlar bende de var mı” diye düşünürüm.
Ders verirken sinirlenmez misiniz? Öğrenci hazırlıksız gelirse?
– Sinirlenirim ama belli etmem, içime atarım.
Nelere önem veririniz derste?
– Her şeye. Öğrencinin oturuşundan tekniğine, yoruma kadar her şeye…
İstanbul’da sıkça resital veriyorsunuz. Sizi Ankara’da da görmek istiyoruz.
– Resital kültürü galiba İstanbul’da daha gelişkin. Size sormalı: Ankara’da resitaller çoğaldı mı?
Son yıllarda gelişmeler var. Tabii ki dinleyicinin gözünde, orkestra eşlikli bir piyano yapıtı, bir konçerto daha parlak… Oysa geniş ilgi gören resitaller de gerçekleşiyor. Hatta, oda müziğine ilgi arttı. Oda müziğine ne dersiniz?
– Oda müziği kadar güzel bir şey yok. Türkiye’de nedense yeterinci ilgi görmüyor. Bir çalgı solistinin oda müziğine istekli davranması gerektiğini düşünüyorum.
Bu konuda yeni projeleriniz var mı?
– Var. Ayla Erduran’la keman-piyano resitalleri düşünüyoruz…
Ne güzel! Schubert’ler, Brahms’lar, Beethoven…
– Evet, program kesinleşmedi ama birlikte müzik yapmaya kararlıyız.
Ayla Erduran ve İdil Biret’le çocukluk arkadaşıyız
Ayla Erduran hem müzikçi olarak size çok yakın hem de galiba arkadaşsınız onunla?
– Yakın arkadaşım. Bu yaz onunla ve İdillerle ailece Mavi Yolculuk yapmayı planlıyoruz.
Erduran–İdil Biret-Sarıca… Bir araya geldiğinizde neler konuşursunuz?
– Her şeyi. Yaşamda ne varsa, aklımıza neler gelirse, her konuda konuşuruz.
Herhalde sadece müzik değil.
-En az konuştuğumuz müzik. Sinema, spor, magazin, dünyada olup bitenler… Aslında, biz üçümüz uzun süre birlikte olamadık. Ben İdil’le ve Ayla’yla çocukluktan beri arkadaşlığı sürdürürüm ama bu kez üçümüz bir araya gelmeyi planlıyoruz.
Piyanist olarak sizin, baroktan başlayarak klasik, romantik ve sonraki dönemleri kapsayan geniş bir repertuvarınız var. Ama sanıyorum Fransız empresyonistlere daha yakınsınız.
– Faure, Debussy, Ravel… Onları da zevkle seslendiririm. Oysa Alman romantiklerine daha yakın olduğum söylenebilir.
Peki çağdaş müzik?
– Oooo, geçenlerde İstanbul’da renkli bir yeni müzik programı sunuldu. Anton Webern üzerine… Leyla Pamir, o araştırmacı kimliğiyle Webern’i tanıtan bir konuşma yaptı. Birçok sanatçının katıldığı programda, Ayla Erduran, Judith Uluğ ve ben besteciden örnekler seslendirdik. Böyle bir etkinliğe ilginin pek yüksek olmayacağını düşünüyorduk. Oysa salon tıklım tıklımdı.
Belli ki özgünlük taşıyan ve değişik nitelikteki etkinlikler artık “aykırı” karşılanmıyor bizde. Çeşit zenginliği, kültürel yaşamı canlandırıyor. Ne dersiniz?
– Doğru. Bu yeni açılımı iyi değerlendirmek gerek.
Nasıl? Ne gibi değişik renklerle?
– Bakın, İstanbul’da Cemal Reşit Rey’in Saray Sineması’nda başlattığı konser geleneği, günümüzde özellikle İstanbul Müzik Festivali’nin sunduğu etkinliklerle geniş kitlelere seslenmeye başladı. Ankara’daki hipodrom konserlerine 60 bin kişinin geldiği, beş bin kişilik spor salonlarında yapılan yılbaşı ve bahar konserlerinin büyük ilgi gördüğü, İzmir’de Efes Antik Tiyatrosu’nun ve Aspendos’ta gerçekleştirilen opera-bale temsillerinin hıncahınç dolduğu gözden kaçmamalı. Bu birikimi, bu ilgiyi iyi değerlendirmeliyiz. Dinleyiciyle bütünleşmek için yeni kanallar açılabilir ve bu etkinlikler süreklilik kazanabilir. Birincisi bu…
Daha çok CD, daha çok yarışma
Başka?
– Konserler yeterli değil. Gelişen teknolojiyi de iyi değerlendirmeliyiz. Halkla bütünleşmenin başka bir yolu CD’lerdir. Tanıtımı iyi yapılan CD’lerle daha geniş çevrelere ulaşılabilir. Ayrıca CO’ler insanların her zaman elinin altındadır, kalıcıdır. Bu üretimi başarabildiğimiz de ortada.
Geçen yıl Ömer Umar dostumuzun çabalarıyla bir dizi CD üretildi. Başarılı yapımlar. Bu diziden dört tanesinde sizin de imzanız var: Beethoven’ın 3-4’üncü konçertolarını Ankara Oda Orkestrası’yla Mozart Si bemol majör ve La bemol majör konçertolarını CSO’yla seslendirdiniz. Ayrıca Schubert ve Rahmaninov‘un Moment Musicaux’larıyla resital CD’si kaydettiniz. Ayla Erduran’la Franck, Debussy, Grieg sonatlarını kaydettiniz. Daha önce de Cemal Reşit Rey‘in Katibim Çeşitlemeleri’ni plak yapmıştınız. Çok yönlü yararları oldu bu albümlerin. Özellikle dış tanıtım açısından..
– Dış tanıtım ve yurtiçinde dinleyici tabanının yaygınlaşması açılarından… Önemli ama asıl sorun müzikçilerin desteklenmesi, özendirilmesidir. Bestecilerimiz, solistlerimiz, oda müziği toplulukları ve orkestralarımız desteklenmelidir. Bunun yollarından biri de yarışmalar açmaktır. Biliyorsunuz geçen yıl başarılı bir yarışma düzenlendi: Leyla Gencer Şan Yarışması. Peki neden kompozisyon,solo çalgı ve oda müziği yarışmaları açılmasın?
Kim düzenleyebilir yarışmaları?
– Kim daha “müziksever”se, kim daha inançlıysa. Bence sorun, parasal kaynak değildir. Bazı büyük kuruluşların kutlama adı altında devetleri oluyor. İnanılmaz derecede harcamalar yapılıyor buralarda. Ve kutlamalar gelip geçici.
(Ahmet Say / 2 Nisan 1996 / Cumhuriyet)