Cazın bilge kontrbasçısı Ron Carter’ın madalyaları saymakla bitmez: İki onursal doktora, iki Grammy, klasik müzikte efsanevi şef Leopold Stokowski’den, cazda ise Coleman Hawkins, Canonnball Adderley gibi ustalardan kucak dolusu övgü… 1963-68 arasında Miles Davis’in unutulmaz dörtlüsünde bas çalan Ron Carter, o tarihten bu yana 40 civarında albüm kaydetti, yaklaşık 2500 albümde çaldı. Uzun yıllar Miles Davis anısına hazırlanan projelerden uzak durmuştu. 2006’da, 70 yaşının eşiğinde, “Sevgili Miles” albümünü hazırladı. O günlerden hafızasında kalanları piyanolu dörtlüsüyle yeniden şekillendirdi. Japonya’dan Latin Amerika’ya konserlerini sürdüren Carter, 2008 Ekimi’nde tam 12 yıl sonra bir kez daha İstanbul’a uğruyor.
Ron Carter, elinden düşürmediği piposu, jilet gibi ütülenmiş takım elbiseleri, mesafeli üslubuyla cazda nadir rastlanan türden bir şahsiyet. Üslubuyla aristokratları, 1,92’lik boyuyla basketçileri andırıyor. Her zaman sırım gibi, formunda. Sahneye her akşam farklı bir takım elbiseyle çıkıyor, kravat takmayı ihmal etmiyor. Alkol kullanmıyor. “Profesyonelliğin adabını ustam Milt Hinton’dan öğrendim” diyor soranlara. “Giyimime itina etmeyi, konsere zamanında gelmeyi, yeterince çalışıp hazır şekilde sahneye çıkmayı, çaldığım her notaya özen göstermeyi…” Heyecanlanıp, sesini yükselttiğini duyan olmamış hiç. Kısık sesle, sözcükleri yutmadan, adeta her birini tartarak konuşuyor. İlk tanışmada soğuk bir kişiymiş izlenimi yaratmasına karşın, gerçek müzik dostlarıyla karşılaştığında son derece müşvik, paylaşımcı.
Carter, bu özellikleriyle cazcıdan çok klasik müzikçilere benziyor. Aslında, klasikçi olmaması tarihin utancı. 1959’da, Amerika’nın önde gelen konservatuvarlarından Eastman’dan mezun olup, Eastman Rochestter Filarmoni Orkestrası’nın ilk zenci kontrbasçısı sıfatıyla Leopold Stokowski’nin karşısına çıktığında, efsanevi şef “Seni çok beğendim genç adam, Houston Senfoni’de birlikte çalışmak isterdim” demişti. Ardından eklemişti “Fakat zenci üye kabul etmeye henüz hazır değil bu orkestra…”
Oysa, çello eğitimi alan Carter, orkestraların göz önündeki çello grubuna alınmayacağını bildiğinden okulun son sınıfında kontrbas öğrenmeye başlamıştı. Manhattan Müzik Akademisi’nde yüksek lisans bile yapmıştı. Ancak klasik müzik dünyasındaki ırkçı önyargıların duvarını aşamamıştı. Geçen ay New York’taki evinden sorularımızı cevaplarken “Tek dileğim, solist düzeyinde bir kontrbasçı olmaktı” diyordu. Kontrbas için yazılan konçerto sayısının iki elin parmaklarını geçmediğini hatırlattığımızda ise “Hiç önemli değil, önemli olan orkestrada olabilmekti” diye ekliyordu. (*)
Caz kazançlı çıktı bu durumdan. Ron Carter, 1960’larda New York’a taşınıp, davulcu Chico Hamilton, trompetçi Art Farmer, saksofoncu Eric Dolphy’le çalışmaya başladığında, caz dünyası konservatuvar mezunu ilk müzikçilerinden birini kazanmıştı. Müzik teorisi, kompozisyon bilgisi bir yana, enstrümanlar konusunda da geniş bilgiye sahipti. Keman, klarnet ve trombon çalıyor, bu deneyimini ton zenginliği olarak kontrbasa uyarlıyordu. 1960’ların başında free jazz denilen, doğaçlamaya dayalı müzik yaparken de, sonrasında hard bop akımının önde gelen isimleriyle çalışırken de, enstrümanını hakkıyla çaldı. Kuramsal müzik bilgisini kullanma alışkanlığını hiç yitirmedi.
“Daha yolun başında karar vermiştim: Cecil Payne nasıl bariton saksofonda yepyeni bir ses yarattıysa, ben de kontrbasta hiç kimseye benzemeyen bir tını yaratacaktım. J.J. Johnson’ın trombonda yakaladığı işlekliği aynı şekilde kontrbasta, perdeler arasında aşağı yukarı gitmeden çıkarmanın yolu olmalıydı, bunu aradım. Tel kullanımı, enstrümanın ergonomisi dahil birçok değişiklik yapıp kendi tınımı oluşturdum.”
Diplomasını ve egosunu rafa kaldırdı
Her alanda ego patlaması yaşanan bir çağda, sahnede marifet gösterip alkış toplamak yerine geri çekilmeyi, oyun kurucu konumunda kalmayı tercih etti Ron Carter. Kendi grubunda bile çalarken hayranlıkla anılan sololarını dizginledi. Son yıllarda farklı ülkelerin gazetecileri bu konuyu defalarca sordu Carter’a. “Bence kontrbasçı bir grupta müziğin eksenidir, solo yapmam gerekmez, müziği nasıl yönlendirdiğimin fark edilmesi yeterli” diyordu her seferinde. “Akorlar değişirken, ritmler aşağı yukarı gidip gelirken, basçı tüm bu gelişmeleri kontrol edebilmeli. En sevdiğim şeylerden biri, kim olursa olsun, hangi enstrümanı çalırsa çalsın, solocuya evde planladığını sahnede çalma fırsatı vermek yerine, yepyeni düşüncelerle besleyip, farklı şeyler çalmasını sağlamak. Her solo bir yolculuktur. Solo yapan bir saksofoncuyu hiç beklemediği noktalara ulaştırmaktan daha zevkli ne olabilir ki?”
Carter için caz, nota yarıştırmak, ritm çarpıştırmaktan öte bir anlam taşıyor. Birlikte çaldığı müzikçilerle, dinleyicileriyle ruhi temas kurma çabasında hep. Öyküler anlattığını söylüyor: “Uzun bir hayatım oldu, anlatacak epeyce öykü biriktirdim…”
Detroitli bir otobüs şoförüydü Ron Carter’ın babası. Sekiz kardeştiler. Babasına ve mesleğine, her fırsatta “Emeğin, ustalığın önemini ondan öğrendik” diyecek kadar saygı duydu. 10 yaşında çelloyla müziğe başladı. Yeteneği sayesinde, bursla okudu Eastman’da. Saksofoncu Anthony Braxton kadar olmasa da politikaya yakın durdu. Radikal zenci örgütlerinden C.O.R.E ve SNCC’yi yakından izledi. 21 yaşındaydı evlendiğinde. Janet plastik sanatlara meraklıydı. Harlem’deki Stüdyo Museum’un kurucusuydu, aynı zamanda New York’ta uzun yıllar Afro Amerikan sanatına odaklanmış bir özel galeri işletmişti. Çiftin iki oğlu oldu. Biri annesinin yolundan yürüdü, ressamlığı seçti. Diğeri babası gibi basçı. Ancak funk gruplarında çalıyor. Janet’in ölümünün üzerinden sekiz yıl geçse de New York’taki evleri bugün de sanat galerisi gibi. Carter’ın konser sonrası huzur bulduğu sığınağı evi: “Bütün gece, bir kulüpte çalıp saat 02.00’de evime girdiğimde huzur buluyorum. Yemeğe, müziğe, sohbete ihtiyacım olmuyor. Salonda, odalarda dolaşıyorum, sanatı içime çekiyorum.”
Thelonious Monk’tan Bill Evans’a, Cannonball Adderley’den Dexter Gordon’a cazda gezegenler ötesi keşif uçuşuna çıktığı eski dostları birer birer ölüp gitti zaman içinde. O günlerden geriye sadece, Sonny Rollins , Wayne Shorter gibi birkaç eski tüfek ve bir de 1959’dan bu yana elinden düşürmediği 1910 Jusek yapımı kontrbası kaldı. Ne serüvenler yaşadılar birlikte… İşte tüm bunlar birer öykü. Ron Carter’ın müziğinden bizlere yansıyan…
Duvarları hiç sevmem
Derisinin rengi nedeniyle dışlandığı klasik müziğe, 1970’lerde yenilikçi çalışmalarla döndü Carter. Avusturyalı piyanist Friedrich Gulda’yla çalıştı. 1993’te Rahmaninof ve Chopin’in eserlerini yorumladı. Ertesi yıl “Ron Carter Meets Bach” albümü yayımlandı. Bunu Bach’a nazire yaptığı “Brandenburg Concerto” albümü izledi. Bu albümde Bartok, Ravel, Handel’in eserlerini yenilikçi yaklaşımla seslendirdi. Carter, müziği kategorize etmeyi sevmeyenlerden. “Klasikle caz arasına duvar örmek gerekmiyor, geçmişte de gerekmezdi” diyor.
“Aslında besteci olmak istemiştim hep. Kağıdı önüne koy, bir fikrin nüvesini yaz. Sonra üzerinde düşün. Hangi akorların kullanılması gerektiğini bul, uygun bir form araştır. Çello dörtlüsü ve viyola için, yaylı çalgılar eşliğinde trompet için eserler yazdım. İstediğim sesi yakalama konusundaki yargılarıma güvenmeyi yavaş yavaş öğrendim. Solist bölümünü tüm ayrıntılarıyla yazdığında, besteci olarak müziğin kaderini elinde tutuyorsun. Oysa cazda ilişkiler farklı işler. Aynı beste, her akşam farklı çalınır. Piyano kötü çıkabilir, davulcu geç kalabilir, yüksek tempoyla girilmiştir esere ya da tam tersi, saksofoncunun morali bozuktur, piyanist çok havasındadır. Kısacası eseri cazcıların insafına terk edersiniz. Evet, melodi, armoni her müzikçinin katılımıyla zenginleşir, fakat ben diğer yaklaşımı da (klasiği) seviyorum…”
Ünlü Kronos Dörtlüsü’yle çalışmalar yapan Carter, öte yandan hip-hop grubu A Tribe Called Quest’in albümünde yer almaktan da çekinmedi. “Telefon edip Charles Mingus’u severek dinlediklerini söylediler, beni yeni albümleri için stüdyoya davet ettiler, oğluma sordum, iyi gruptur dedi, gidip stüdyoda çaldım, gayet meraklı gençlerdi, onlarla tanışmaktan çok memnunum.”
Solistliğin yanı sıra eğitimci olarak da önemli roller üstlendi. New England Konservatuvarı’ndaki Thelonious Monk Enstitüsü’nün sanat yönetmenliğini yaptı uzun yıllar. New York’ta City College’da ders verdi. 2004’te emekli oldu. Yine de her gün düzenli olarak basıyla çalışıyor. “Haftada 20 saatten az çalışırsam rahatsız oluyorum” diyor.
Yaklaşık 15 yıldır, aynı müzikçilerden oluşan dörtlüsüyle çalan Ron Carter, “Sevgili Miles” albümünü de bu ekiple kaydetti. İstanbul’a da piyanist Stephen Scott, davulcu Payton Crossley ile geliyor. Ancak perküsyoncusu farklı: Rolanda Morales. Nefesli çalgı yok grubunda. 1996’da, yağmurlu bir yaz akşamında Açıkhava Tiyatrosu’nda yaklaşık 200 kişiyle, Betty Carter’ın orkestrasında dinlemiştik Ron Carter’ı. Bu kez CRR’nin yenilenmiş atmosferinde karşımıza çıkacak. Ve Miles’lı yıllara selam gönderecek. Bizden uyarması, sakın konsere Miles Davis müziğini dinleme beklentisiyle gelmeyin. Dinleyeceğiniz, Ron Carter’ın aynasından yansıyan Miles. “Eski kayıtları dinlemeyi hiç sevmem. Bu proje gündeme geldiğinde, eski kayıtları çıkarıp incelemek yerine, bende kalan izlerini yansıtmayı tercih ettim” diyor Ron Carter…
(Ron Carter, 40 dakika geç başlayıp, görüşme süresini 15 dakikaya indirdiği için bu röportajı iptal ettik, Carter’la İstanbul’da Türk kahvesi eşliğinde sohbet için anlaştık. Okuduğunuz metin, Carter’ın son 10 yılda Bass Player, Down Beat, Jazziz, NPR, NYT, LA Times, Innerviews, WSJ’da yayımlanan röportajlarından derlenmiş, 28 Eylül 2008’de Hürriyet’te yayımlanmıştır. Serhan Yedig)
RON CARTER, MİLES DAVİS MACERASINI ANLATIYOR
1963’te Miles Davis topluluğuna yeni bir şekil vermeye çalışıyordu. Bir akşam Half Note kulübüne geldi. Art Farmer ve Jim Hall’la iki haftalık anlaşma yapmıştık, daha ikinci akşamımdı. Arada beni çağırdı. Topluluğuma katılmak ister misin, diye sordu. Topluluğu dağılıyormuş ve yeni ekibi kurarken öncelikle beni almak istiyormuş. Gelecek hafta altı haftalık bir tura çıkıyorum, Kaliforniya’dan başlayacağız, sen de geliyorsun, dedi. Art’la yaptığımız anlaşmayı anlattım, eğer o onay verirse senin grubuna katılırım, dedim. Eğer Art, hayır, derse tercihimi ondan yana kullanırım, diye ekledim. Akşamın sonunda Miles, Art’la konuştu. İsteğini Art anlayışla karşıladı. Bu olay Art’a ona ne kadar saygı duyduğumu, Miles’a ise prensiplerime ne kadar önem verdiğimi gösterdi. Miles beni grubunun eksenine yerleştirdi. Yanıbaşımda çalıyordu, çünkü o dönemde sahnede hoperlor kullanılmıyordu. Arkada durunca, kontrbasın sesi örtülüyordu. Bir kez bile bana müdahale edip, şöyle çal, demedi. En küçük değişimi bile fark ederdi. Bir hafta uzaklaşıp, geri döndüğümde “Ellerin bu akşam çok hassas” derdi mesela. Çok aykırı gelen bir şey yaptığımda “Bu nota burada ne arıyor” diye sorardı. İzah edince ikna olurdu. Tercihlerime saygı gösterir, bana çok güvenirdi. Aynı şekilde davulcumuz Tony Williams’a, piyanistimiz Herbie Hancock’a , saksofoncumuz Wayne Shorter’a inisiyatif vermişti. Asla bizi küçük düşürecek, özgüvenimizi zedeleyecek eleştiri getirmezdi. Bununla birlikte kişisel çıkışlara odaklanmak yerine müziğin bütününe dikkat etme alışkanlığını kazandırdı bize. Konser veriyorsak ilk parçadan sonuncusuna, kulüpte çalıyorsak ilk akşamdan son akşama aynı standartı korumamız kuraldı. Grupta anlık değişimler yaşanırdı. Bir anda dalga gibi kabaran coşkuya yakalanıverirdik hepimiz. Miles, ezgiyi, tempoyu yakalar, yoluna devam ederdi. Kimseyi kesmezdi. Bu melodiyi yeterince çaldık, haydi başka tarafa geçelim, derdi yalnızca. Hepimizi grup lideri gibi yetiştirdi.
Başarımızın nedeni, 15-20 besteye odaklanmamızdı. Oysa hepimiz yüzlerce eser biliyorduk. Beş yıl boyunca bu besteleri çalınca gayet iyi tanıdık. Hangi bölümlerini geliştirebileceğimizi, hangi yöne gidebileceğimizi gördük. O dönemde Ahmad Jamal’ın etkisiyle My Fanny Valentine gibi harika baladlar yorumladık. Ardından grupta bas gitar çalmaya başladım. Fakat bas gitarın tonu bana hiç yakın değildi, bu enstrümanla kendimi aşmam mümkün değildi. Miles’a, bu senin grubun, istiyorsan en iyi şekilde çalarım ama bas gitar benim tercihim değil, dedim. Beş yıldır Miles’ın grubunda çalıyordum. Turnelerden yorulmuştum. İki çocuğum vardı ve onları göremiyordum. New York’da stüdyo işleri artmıştı, turneler yüzünden bu işlerden uzak kalıyordum. Sonunda gruptan ayrılmaya karar verdim.