Woody Allen / Woody çalar, klarnet şaşar

0

Enstrümanların hercai menekşesidir klarnet. Orkestradan çıkıp sokaklarda halkın arasına karıştığında keman gibi muzipleşir, serserileşir. Klezmerci Giora Feidman gibileri içine ruhunu üflediğinde coşkuyla hayatı kutsar, Sidney Bechet ya da George Lewis gibi nota okumasını bile bilmeyen dahi cazcılar dokunduğunda gökyüzünü maviye boyayacak dev bir badana fırçası oluverir. Böylesine nadide bir enstrümanın, komedyen, yönetmen, senarist, gizli romancı Woody Allen’ın elinde yeryüzünün en oyuncu çalgısına dönüşmesi beklenirdi. 15’inden bu yana nota bilmeden Dixilend çalan Allen, 55 yıl sonra şu noktada: “Yeniden doğsam bir virtüöz olmak isterdim. Tamamen amatör klarnetçi, müzikte umutsuz bir vakayım. Neden beni dinlemeye geliyorlar, anlamıyorum.” Yine de konserleri tüm dünyada kapalı gişe. 2006’da İstanbul’da vereceği konserinin biletleri 1,5 önce satışa çıkmış, altı saatte tükenmişti. Biz de bu izdiham atmosferini değerlendirip Allen’ın klarnet macerasına göz attık.

Tam 30 yıldır, hiç sektirmeden, her pazartesi akşamı saat 20.30’da Manhattan’da grubuyla sahneye çıkıp, Dixieland çalıyor Woody Allen. Bir zamanlar Michael’s Pub, onun sayesinde, Özgürlük Anıtı kadar meşhurdu; şimdilerde Carlyle Oteli’nin kafesi. 1978’de, Annie Hall’un dört Oscar aldığı akşam tören yerine, klarnetinin başındaydı. 1992’de, 12 yıllık hayat arkadaşı, 13 filminin başrol oyuncusu Mia Farrow tarafından sübyancılıkla suçlanıp dünya basının manşetlerine yerleştiği günlerde de.
90 kişinin sığabildiği küçük kafeyi, 85 dolar ödeyip ağzına kadar dolduran binbir milletten meraklının müzik dinlemekten çok onu seyretmeye geldiğini bilse de Allen klarnetini hep keyifle üfledi. Tek kural koydu: “Fotoğraf, imza yok!” Mahcubiyeti nedeniyle gözlüklerinin arkasına saklanıp, çoğunlukla da gözünü kapayıp, zamanı geçen yüzyılın ilk çeyreğine, mekanı New Orleans’a ayarladı, dinleyicilerini geçmişe ışınladı.
“Devekuşu gibiyim. Gazete okumam, TV haberlerini izlemem. Güncel hafızamda boşluklar vardır hep. Dolayısıyla ödüller, skandallar beni etkilemez. Tek konuya odaklanırım: Çekeceğim yeni bir film, konserde çalacağım yeni bir eser. Hayatım sıkıcı denebilecek kadar tekdüze. Sabah kalkarım, en az bir saat klarnet egzersizi yaparım. Eşimle yürüyüşe çıkarım. Sonra 16 yaşından beri kullandığım Olympia daktilonun başına oturup çalışırım. Cep telefonu gibi, bilgisayarın da faydasını görmedim; kullanmıyorum. Hollywood filmlerine gitmem, zamanıma yazık. Yalnız, haftada bir konser veririm.”

Alaturkacıların klarnetiyle çalıyor

Allen’ın caz tutkusu, sinema ve sihirbazlık merakından eski: “Swing çağında, Benny Goodman’ın müziğiyle büyüdüm. New Orleans cazına radyoda ilk duyduğumda vuruldum. Harçlığımı plaklara yatırıyordum. 15’imde klarnet aldım. Ardından soprano saksofon. Charlie Parker ve John Coltrane’in müziğini keşfettiğimde çok etkilendin. Yine de hep Dixieland çağında kaldım. Çünkü Parker çalmak teknik maharet gerektirir. New Orleanslı kunduracılar, hamallar nasıl akşamları evde keyif için basit blues ezgileri çalarsa, ben de hayatım boyunca böyle klarnet çaldım.”
Klarneti kendi çabasıyla çözdü. Solfej öğrenmeyi bir yana bırakıp, duyduğunu çalmayı tercih etti. Örnek aldığı klarnetçi Sidney Bechet ve George Lewis de nota okumayı bilmezdi zaten. Toplulukla çalmak bir tür sohbetti onlar için. Emprovizasyon ustasıydılar. Kıymetlerini Avrupa anladı sadece. Lewis, 1920’lerde New Orleans stiliyle parlamış, 1930’larda caz beyazların egemenliğine girdiğinde geri çekilmişti. “Herkes saksofon manyağı oldu” deyip New Orleans limanında hamallığa başlamıştı. 1940’larda yeniden keşfedildi, özellikle İngiltere’de çok sevildi. Dixieland misyonerlerinden Bechet ise altı enstrümanı virtüözite düzeyinde çalan bir dahiydi. Ömrünün son yıllarında Paris’e yerleşmiş, Hermann Hesse’nin roman kahramanları arasına girmişti. Etkisi kuşaklar boyunca sürdü.
İki büyük ustanının plaklarını gece gündüz dinleyerek geliştirdi kendini Woody Allen. Seçtiği klarnet türü de kendine özgüydü. Tüm dünyada yaygın kullanılan Boehm stili klarneti sevemedi. Amerika’da neredeyse bilinmeyen, dünyada kullanıcısı çok az kalan Albert stilini seçti. Tıpkı bizim alaturkacılar ya da eski klezmerciler gibi. Diğerine oranla perde sayısı az olan bu klarnetin, sonoritesi de farklı.

Madonna’yı filmde oynattım ama şarkılarını hiç dinlemedim

Klarnetin pırıltılı yüzü, neşeli sesi yerine hüzünlü yönünü kendine yakın bulmasında hayat felsefesinin payı olmalı: “Beş yaşına kadar çok mutluydum. Ölümü öğrendim, travma hayata bakışımı değiştirdi. Dünyaya benim gerçekçilik, başkalarının teslimiyetçilik, alaycılık, kötümserlik ismini verdiği bir prizmadan bakmaya başladım.”
Söz Allen’ın ölüm takıntısından açılmışken, genetik yapısının çok güçlü olduğunu belirtmekte yarar var. Babası emekli muhasebeci Martin Konigsberg 2001’de öldüğünde 100 yaşındaydı. “Son gününe kadar pirzola ve dondurma yedi. 80 yıl fosur fosur sigara içti. Hastaneye adım atmadan, uyurken öldü” diyor Allen. Annesi ise 98 yaşına kadar yaşadı. Kulakları biraz ağır işitse de çiftin oğulları, maşallah çakı gibi. Sporu ihmal etmiyor. Kilosuna dikkat ediyor. Depresyonuyla, yılda bir film çekerek mücadele ediyor. Yine de ölüm takıntısı yerli yerinde: “Eserlerimle ölümsüzleşmek istemiyorum, ölmeme yoluyla ölümsüzleşmeyi tercih ederim.”
Issız adaya düştüğünde yanına Savaş ve Barış yerine bir caz plağı almayı seçecek kadar müziğe tutkuyla bağlı Woody Allen, ama sadece 1950 öncesindekilere: “Klasik ve caz seviyorum, opera dinliyorum, 1900-1950 arasının Amerikan şarkılarına çılgınca tutkunum. Cole Porter, Gershwin deyince akan sular durur. Ama benim için tarih 1955’te durdu. Çağdaş, popüler Amerikan müziğine uyum sağlayamadım hiç. Bakmayın Madonna’nın Gölgeler ve Sis’te rol almasına. Sadece kişiliğinin yansımaları ilgimi çekiyor. Müziği değil.”
Müzik sevgisini geçmişteki üvey kızı, 1997’den bu yana eşi Soon Yi ile evlatlık edindiği iki oğluna da aşıladı. Klarnetçi Sidney Bechet ve Lorenzo Tio’dan ilhamla birinin adını Bechet, diğerininkini Manze Tio koydu.

Cazcının komik sorusu

1999’da çektiği “Sweet and Lowdown”dan bu yana birçok filminde caz sevgisi açıkça görülüyor. “Dünyanın ikinci en iyi gitarcısı Ray”i oynayan Sean Penn bu film boyunca Django Reinhardt’la yarışıp izleyiciyi kahkahaya boğmuştu. Allen, film müziklerinde çoğunlukla eski caz kayıtlarını kullanıyor. Evindeki montaj masasına oturduğunda, bir eli hep yan odadaki geniş plak arşivinde. “Çok plağım var. Montajcıyla çalışırken, sahneye bakıyorum. Arşivden bir plak alıyorum. Görüntüyle karşılaştırıyorum. Uyuyorsa, kullanıyorum. Olmazsa başkasını deniyorum.”
Kimi röportajlarda söylediğine bakalırsa, klarnet çalmayı film çekmeye tercih ediyor: “Doğrusu, bazı açılardan, müziği daha çok seviyorum. Daha zevkli, çünkü çok daha ilkel, duygusal, sezgilere açık.”
Kimi zaman kendi yorumlarını kullanıyor filmlerinde. Mesela “Sleeper”ın müziklerini ustası George Lewis’in memleketi New Orleans’ta, onun sık konser verdiği salonda kaydetmişti. Kayıt sırasında yanına Lewis’in tromboncusu Jim Robinson geldi, omzuna dokundu: “Söylediler mi bilmiyorum, üslubunuz eski dostum George Lewis’inkine benziyor. Pardon, adınız neydi?”

Amatör golfçü gibiyim

Konser verme aşkını, Hollywood yıldızlarının hafta sonlarında yarı amatör golf turnuvalarına katılmasına benzetiyor: “Sadece bir hobi. Yeterince tutkulu olmadığımdan değil bu düzeyde kalması. Kötü bir müzikçi olduğumdan. Klarnete tutkuyla bağlıyım, her gün egzersiz yapıyorum, müthiş istekle çalıyorum. Gelin görün ki yetenek yok. Gözlerimi kapıyorum ya da Rönesans resimlerindeki melekler gibi gökyüzüne dikiyorum, beynimi patlatıyorum çalarken, ayağımla ritm tutuyorum. Kamışa şiddetle üflüyorum. Her nota için savaşıyorum. Cennete yükselmek için virtüözlerde gördüğüm her şeyi yapıyorum. Yine de boşa gayret.”
Konserlerinde izdiham yaratan dinleyicisinin sabrına hayran, gösterilen ilgiden mahcup: “Dinleyiciler müthiş toleranslı. Yıllardır çalıştığım, epeyce yol katettiğim halde hâlâ berbat çalıyorum. Konsere film izleyicileri geliyor. Yoksa kimse kuruş vermezdi bilete, hatta duyunca kaçarlardı. Tek zamancım müzik olsa açlıktan ölürdüm. Konserlerde elimden geleni yapıyorum, gerçeği konuşmak gerekirse bir amatörden ötede değil yeteneğim. Zaten bugüne kadar hiçbir işi izleyici çekmek için yapmadım, ama hep aksiyle suçlandım.”

Brrr, yine sahneye çıkıyorum

Stig Bjorkman’ın Allen röportajlarından oluşan kitabına bakılırsa, ünlü yönetmen sinemada özgün, müzikte etkilere açık: “Duygu sahibi iki yönetmen var, Bergman ve Fellini. Eminim etkileri olmuştur, yine de sinemamı onlar şekillendirmedi. Fakat, Charlie Parker gibi bir cazcıyı yıllarca severek dinler, ardından müziğe başlarsan onun gibi çalmak kaçınılmazdır. Kendi sesini sonraları bulsan da etki kaybolmaz, çünkü kanına işlemiştir.”
Allen’ın müzik anlayışına gelince: “Louis Armstrong, bir röportajda trompet öğretmeninin öğüdünü aktarmıştı: Az nota üfle, en güzelleri çıksın ortaya. İşte size müzik yaklaşımım.”
30 yıllık konser, 15 yıllık turne tecrübesine karşın henüz sahne korkusundan tam kurtulamadı. 1997 Avrupa turnesinde çekilen Wild Man Blues belgeselinde, kuliste bembeyaz bir yüzle sahneye çıkmayı beklerken görüyoruz Allen’ı. Kameraya dönüp titrek sesle konuşuyor: “Teorik olarak bu işi yaparken eğlenmem lazım, öyle değil mi?” Geçen hafta The Times muhabiri John Bungey’ye verdiği demeç ise tam bir cesaret abidesi örneği: “Hayır, heyecanlanmıyorum. Sahnede yanlız değilim ki, terslik olursa düşük sesle çalarım. Burnumu silip, hapşırmam gerekse çevremde diğer müzikçiler var.”
Peki neden turneye çıkıyor? Cevabı basit. Filmlerini tanıtımını yapmanın en kibar yolu konserler. 2001’de “The Curse Of The Jade Scorpion” vizyona girdiğinde, NBC News ekranlarında açıkça söylemişti: “Klarnet çalmayı, topluluğumla konser vermeyi seviyorum. Ama filmlerimin tanıtım kampanyasına katılmaktan hiç hoşlanmam. Filmin yapımcısı Dreamworks, madem öyle konser turnesine çıkın, dedi. İyi fikir.” Bu yıl, yaz başında yeni filmi Melinda&Melinda vizyona girdi, aralıkta 6 ülke ve 9 konserlik turne açıklandı.
Allen ve New Orleans Jazz Band iki yıl önce İstanbul Caz Festivali’ne davet edilmişti. “Uzun uçuştan çok korkar” cevabını veren menajerleri, bu yıl Avrupa turnesi gündeme geldiğinde hemen Türkiye’yle bağlantı kurdu. Zemheri mevsimindeki konsere şans eseri Ak Emeklilik sponsor oldu. Kesinleşince, Allen’ın istek listesi geldi: “Havaalanında karşılama komitesi istemem, limuzine sadece ailemle ben binerim. Fotoğrafımız çekilirse küserim. Araç yolda kesinlikle tünelden geçmesin. Otele arka kapıdan girmem. Konser afişinde sadece benim fotoğrafım olacaksa asmayın daha iyi!”
Şaka sandıysanız yanıldınız; konserde daha ne espriler bekliyor sizi! Biletiniz yoksa, esprilerden mahrum kalmayın. www.woodyallenband.com’u deneyin…

BELGESELİNİ PSİKOLOG ÇEKTİ

Müzikçi Woody Allen’la ilgili tek belgesel 1997 Avrupa turnesi sırasında çekildi. “Wild Man Blues,” ismini Louis Armstrong-Jelly Roll Morton‘un bestesinden alıyor. Yönetmeni Barbara Kopple bir klinik psikolog. İlk belgeseli lobotomili hastalar üzerine. Tecavüzden hapse giren şampiyon Mike Tyson, Rolling Stones üzerine filmler yapan Kopple 1991’de “Amerikan Rüyası”yla ikinci Oscar’ını aldı. Film ekibi Allen’ın hiç istemeden çıktığı Avrupa turnesi boyunca grubunu ve ailesini dakika dakika izledi. Toplam 50 saatlik çekim yaptı. 10 dakikalık film 1998 başında vizyona girdiğinde tüm dünyada ilgiyle karşılandı. Fox News’taki röportajda Kopple, en çok sahnede ve yönetmen koltuğunda çelik iradeli kahraman gibi duran Allen’ın sokağa çıktığındaki ürkekliğine şaşırdığını anlattı. Filmin müziği “Wild Man” ismiyle albüme dönüştürüldü. CD şu anda Türkiye’de de satışta.

(Serhan Yedig / 18 Aralık 2005, Hürriyet)

Linkler

Kişisel web sitesi

Wikipedia biyografisi

Share.

Leave A Reply

three × five =

error: Content is protected !!