Tolga Atalay Ün / Müzik başarı ve kendini kanıtlama alanı değildir; müzikçi güzeli ve heyecanı arar

0

21 yaşındaki Tolga Atalay Ün, 2016 Ankara Müzik Festivali’nin açılış konserinde Ankara Gençlik Senfoni Orkestrası’nın şefi ve solistiydi. Londra’daki Kraliyet Konservatuvarı’nda piyano, klavsen ve tarihsel icra öğrenimi gören Ün, gelecek yıl kompozisyon derslerine başlayacak. Ün “Çocukluğumda, Harry Potter hayranlığımdan gelen etkiyle olsa gerek, şeflerin bagetleri benim için son derece önemli bir obje haline gelmişti” diyor.

 

Çocukluğunuz nasıl bir aile ortamında geçti; beş yaşında piyanoya başlamak sizin arzunuz muydu?
– Çok şanslı bir çocukluk yaşadım. Sevgi dolu aile ortamında günlük yaşantımızı oluşturan dinamikleri deneyimleme fırsatı da sunuldu. Çocukluğumdan itibaren birçok dalda eğitim almak üzere yönlendirildim. Annem bankacı, babam da devlet memuru. Gündüzleri çalıştıkları için anneannem ve babaannemin desteğiyle büyütüldüm. Gereken yaşa geldiğimde kreş ve etütlere gönderildim. Burada müzik, satranç, çeşitli spor dalları, bale ve halk oyunları, tiyatro gibi çok çeşitli dallarda eğitim aldım. Babaannem “çocuk bu kadar çok şeye koşturuyor, çok yorulacak” derdi. Geriye baktığımda hayatı tanımak ve günlük yaşamımızdaki değişkenleri analiz etmek konusunda bana ne kadar büyük katkı sağladıklarını anlıyorum. Sürekli konser, opera, bale ve tiyatroya gitme alışkanlığı kazandırdılar.
Ailenin tek çocuğuyum, ancak kardeşim gibi gördüğüm kuzenlerim var. Büyük dedem, büyükannem dahil amatörce enstrüman çalan akrabalarım olmasına karşın, müziğe profesyonelce tek yönelen benim. Etütlerdeki müzik dersi hocalarımın tavsiyesini dinleyen annemin kararıyla müziğe yöneldim. Çocukluğunda annem de sanata ilgi duymuş, çeşitli sebeplerden bunu sürdürememiş. Lise yıllarında “ileride bir oğlum olacak, adını Tolga koyacağım ve piyanist olacak” diyormuş. Neticede küçük yaşta özel derslerle piyanoya yönlendirmiş beni. Hiç zorlamadı. Çocukluğumda piyano çalışmak yerine oyun için sokağa çıkmak, hatta piyanoyu bırakmak istediğimde beni hep ikna etmesi büyük şans. Yoksa piyanoyu bırakmış olabilirdim. Neticede piyano da çalıştım, bahçeye çıkıp oyun da oynadım. Konservatuvar çağına geldiğimde ise ‘sınava gireceğim, kazanırsam gideceğim’ dedim, karar benimdi ve ailem destekledi.
Bu arada, Ekrem Zeki Ün ile bir yakınlığımın olup olmadığı sorusu bana çok kez yöneltildi, akrabalığımız yok.
Piyanonun yanı sıra çocuk korosu ile müziğe başlamanızın ne gibi avantajları oldu?
– Özel piyano ve solfej dersi aldığım hocalarımdan birinin tavsiyesiyle, son gün, son dakikada Kültür ve Turizm Bakanlığı Devlet Çoksesli Çocuk Korosu’nun sınavına girmem hayatımın en önemli dönüm noktalarından biriydi. Öncelikle şunu belirtmeliyim: Müzisyen olsun, olmasın her birey koro eğitimi almalı. Çünkü koro sadece beraber şarkı söylemeyi değil, toplumda ‘beraber yaşamayı’ da öğretiyor. Birbirini dinlemeyi, ortak oluşum içinde hep beraber bir amaca yönelik hareket etmeyi, dayanışmayı öğretiyor. Bu nedenle erken yaşlarda başlayan koro eğitimi bence genel eğitimin ayrılmaz parçası olmalı. Koro eğitimime, sonraki yıllarda konservatuvarda da hocam olan Atilla Çağdaş Değer ve Çiğdem Aytepe ile başladım. Sonra Ahter Destan’la devam ettik. Uluslararası düzeyde bir koro ve aynı zamanda çok iyi bir müzik eğitimi yuvasıydı. Sadece şarkı söylemedik, aynı zamanda solfej, teori ve müzik tarihi gibi konularda eğitim gördük. Korodan sonra konservatuvara giren arkadaşlarım hâlâ korodaki eğitimin kalitesinden bahseder. Bu koro bende de çok sağlam bir müzikal altyapı oluşturdu.
Orkestra şefliği çocukluğunuzda size neden enstrüman çalmaktan daha cazip gelmişti?
– Nedenini ben de tam olarak bilmiyorum. Ne zaman opera veya baleye gitsek her zaman sahnede olanlardan çok orkestra çukurundakiler ilgimi çekmişti. Çaykovski’nin Fındıkkıran Balesi’nde çocuk korosuyla söylerken orkestra şefine çok özeniyordum. Ayrıca koro şeflerimizin etkileri oldu. Öncesinde TV’de izlediğim Gürer Aykal’a hayrandım. Yeterli müzik bilgim olmadığı için orkestra şeflerinin el hareketleriyle enstrümancılara hangi notaları ve nasıl çalacaklarını tarif ettiklerini sanıyordum. Bu bana çok ilginç gelmişti o zamanlar. Sonraları belki Harry Potter hayranlığımdan gelen etkiyle şeflerin bagetleri benim için son derece önemli bir obje haline gelmişti. Hatta birkaç kez müzik mağazalarına gidip baget fiyatlarını sormuştum. Benimle dalga geçmesinler diye “kendime değil, ağabeyim için soruyorum” gibi bahaneler üretiyordum. İlk bagetimi satın aldığımdaki mutluluğumu hâlâ unutamam…
Ankara’daki konservatuvar yıllarınızın şans ve şanssızlıkları nelerdi?
– Hacettepe Üniversitesi Ankara Devlet Konservatuvarı, Türkiye’nin müzik yaşantısı kadar benimkinde de önemli etken oldu. Yedi yıl geçirdim, birincilikle mezuniyet gururunu yaşadım. Hocalarım ve arkadaşlarımdan pek çok dost kazandım. Kimi zaman zorluklarla karşılaşsam da her zaman istediklerim konusunda gereken ortamı yaratabildim. İyi bir eğitim aldım, farklı deneyimler edindim. Gönüllülerle bir orkestra kurabildim örneğin. En büyük şansım piyano hocam Sibel Özgün’dü. Örnek bir öğrenci-öğretmen ilişkisi oluşturdu. Hâlâ “ikinci annem” diyebileceğim kadar yakın bana; birlikte konsere gidip, yemeğe çıkıp sohbet ettiğim, müzik tartıştığım kişidir. Müzik öğrenimi fizik öğrenimine benzemez. Okulda öğrendiğini evde çalışarak ilerlemez genç müzikçi. Hocasıyla vakit geçirmeli, tartışmalı, fikir alışverişi yapmalıdır. Yakın, sürekli bir etkileşim olmalıdır. Konservatuvardaki en önemli şans, aileye, müzik yuvasına dönüşmüş olmasıydı. Eksiklik olarak gördüğüm tek unsur eğitimin okulda düzenlenen konserler, festivallerle desteklenememesiydi. İngiltere Kraliyet Müzik Koleji’ndeki durum buna örnektir: Okulda sürekli etkinlik düzenlenir. Her gün, tümü halka açık, bir kısmı biletli oda müziği, orkestra konserleri, seminerler yapılır. Festivaller organize edilir. Etkinliklere uluslararası düzeyde sanatçılar da katılır. Yani okul sadece kendi içinde olan bitenlerle yetinmek yerine dünyadaki gelişmeleri de öğrencilerine taşır. Farklı ülkelerden okullar, sanatçılarla iletişim kurmalarını sağlar. Ankara’ya Erasmus Programı’yla pek çok hoca gelmiş, ustalık sınıfı düzenlemiş, biz de yararlanmıştık. Ancak uluslararası platformdaki gelişmelerde öğrencilerinin aktif yer alması için konservatuvarlar daha fazla etkinlik düzenlemeli. Türkiye’de zor olabilir, fakat imkansız değil.
Çocukluğunuzda sizi en çok hangi müzikçiler etkiledi; sevdiğiniz, örnek aldığınız müzikçiler zaman içinde nasıl, hangi yönde değişti?
– Çocukluğumda TV’de izlediğim Gürer Aykal, Rengim Gökmen gibi şefler ve korolarında yer aldığım Atilla Çağdaş Değer, Ahter Destan gibi değerli şeflerimiz beni çok etkileyen müzisyenlerdi. Bunun yanında, yine çocukluğumda hediye edilen Herbert von Karajan kayıtları da şeflik motivasyonu vermişti. Uzun süre Karajan’ı örnek aldım. Konservatuvara girip farklı yorumcuları tanımaya başladıktan sonra başka kişiler ve yaklaşımlar daha ağır basmaya başladı. Hâlâ Karajan’ı önemserim. Fakat müzik dışı fikirleri ve kişilik özellikleri açısından hayranlığım azaldı. Zamanla şunu gördüm ki favori şefler, solistler hakkında genelleme yapmam zorlaşıyor. Çünkü müzik ‘an’da yapılan bir sanat dalı. O ‘an’ birçok etkenin bir araya gelmesiyle ortaya çok büyülü bir şey çıkabiliyor. Elbette bazı müzisyenler hep belirli bir kaliteyi koruyor. Ama eskiden olduğu gibi, ‘şu benim favorim’ diyemiyorum. İcradan icraya değişen bir durum bu. Bazen hiç tanımadığınız kişilerden muhteşem icralar duyabiliyorsunuz. Benim için önemli olan, bir icranın söyleyecek sözü, kişiliği olması, dinleyicide etki bırakması.
Hayatınızı değiştiren önemli karşılaşmalar hangileriydi?
– Cevaplamak gerçekten zor, seçim yapmakta zorlanıyorum. Çünkü her deneyimin, tanışmanın, olumsuz sonuçlansa bile kişisel gelişimde önem taşıdığı kanısındayım.  Ailem, tüm hocalarım, arkadaşlarım bu açıdan önemli. Piyano hocam Sibel Özgün’ün hayatımdaki yerinden bahsettim. Orkestra şefliği ve beraber müzik yapma konusunda örnek aldığım diğer harika müzisyen Orhun Orhon. Tanıştığımız günden beri fikir ve manevi açıdan beni destekliyor. Sayesinde, paha biçilmez deneyimler edindim. Konservatuvarda, gönüllü arkadaşlarımla kurduğumuz Hitit Filarmoni Orkestrası’nın bir provasını izledikten sonra “sana yardımcı olacağım” demişti. Kurduğu Ankara Gençlik Senfoni Orkestrası’nda bana görev verdi, provaları, kimi zaman konserleri yönettirdi. Deneyim kazanmamı sağladı. Yeni yazılan eserlerin prömiyerlerinin yapıldığı, kendi içinden solist ve şef çıkaran, kendi yönetim kuruluna sahip dev bir aile olan Ankara Gençlik Senfoni Orkestrası, benim için de bir akademi oldu.
Piyanistlik açısından önemli dönüm noktalarından biri 2011 yazında ilk kez Mozarteum Yaz Akademisi’ne gidişimdi. Yüksek seviyeli bir ortamdaki çok sayıda müzisyenle bir araya geldim. İzlediklerim ve hocalarla bireysel çalışmalardan edindiklerimle en yüksek ve hızlı gelişimi gösterdiğim süreçlerden birine dönüştü. İki sene sonra bir kez daha gittim. Geçen yaz Yunanistan’da olağanüstü piyanist ve pedagog Janina Fialkowska’yla tanışıp çalışmam da büyük şanstı. Arthur Rubinstein’ın öğrencilerinden, birlikte epeyce vakit geçirmiş. Hem olağanüstü bir piyanist, hem de olağanüstü bir insan. Beni daha sonra Almanya’da, Marktoberdorf’da düzenlediği festivale çağırdı. Festival tarihindeki en genç müzisyen olmanın gururuyla bir resital verdim. Hâlâ ona danışıyorum, beni destekliyor. Rubinstein’ın ona verdiği destek gibi.

Amaç başarı değil, güçlü ifadeye ulaşmak

Başarınızı yeteneklerinize mi yoksa çok çalışmaya mı borçlusunuz?
– Hedefim hiçbir zaman ‘başarılı olmak’ değildi. Bir müzisyen ürettiği eserlerle ve paylaştıklarıyla dinleyicisine özel bir an yaşatmalıdır. Performansın gerçekleştiği o ‘anda’ söyleyecek bir sözü, ifadesi olmalı. Dinleyicim keyif alıyorsa, onlara farklı bir duygu yaşatabiliyorsam veya yaşantılarında özel bir sürece ortak oluyorsam, o zaman emeğim amacına ulaşmış demektir. Bir eseri icra ederken amaç ‘başarıyla’ seslendirmekten çok, ‘bir şeyler ifade etmek, bir şeyler anlatmak’ olmalıdır.
Amaç bu olunca, ulaşılacak yol yetenek ve çalışma gerektiriyor. Elbette yeteneklerimin boyutunu benim için dışarıdan birinin değerlendirmesi daha uygun olur, ancak en azından gerekli müzikal yeteneğe sahip olduğumu varsayarsak, sadece bununla yetinmeyip, insanlara özel bir an yaşatmak için elimden gelen çabayı gösterip, çalışmalarımı yapıyorum. Eğer bu konuda başarıya giden bir yol çiziyorsam bunu şu şekilde yapıyorum: İyi analiz, yapmak istediklerime ulaşmamı sağlayacak teknik gerekliliklerin iyi tahlili ve ulaşılacak amaca yönelik gerekli tüm çalışmalar. Yani tek başına yetenek veya çalışma yeterli değil. Önemli olan iyi analiz ve doğru çalışmadır. Bir konserde bütün bunların ötesinde özel bir durum gereklidir. Açıkçası bizi gözyaşlarına boğan icraların hangi dinamiklerin bir araya gelmesiyle ortaya çıktığını açıklamak çok zor. Örneğin Horowitz’i bu kadar özel kılan tüm özellikler alt alta sıralansa ve taklit edilmeye çalışılsa bile ortaya bir başka Horowitz çıkması garantilenemez. İşin güzelliği burada. O ‘an’ öyle büyülü ki, kimse açıklayamıyor, sadece tadını çıkarıyor. Amaç başarı elde etmek değil, “ne kadar da güzeldi” dedirtebilmek seyirciye…
‘Çalışmak’ sadece ‘enstrümanı çalarak çalışmak’ değildir. Her türlü deneyimin müzik icrasına katkısı var. Uyku dışındaki tüm zamanım çalışmadır. Parkta yürümek, okumak, dinlemek, sohbet etmek… Neticede bunlar da tıpkı müzikal bir performans gibi hayattan bazı ‘an’lar.
İlhan Baran’ın öğrenciliği size ne kazandırdı; onunla karşılaşmamış olsaydınız neler eksik kalırdı?
– Hayatımdaki en önemli karşılaşmalara verilecek örneklerden biri de İlhan Hoca’dır. Hoca ile geçirdiğim yaklaşık dört sene içinde ne kadar çok şey öğrendiğimi ve ne kadar çok şeyi de öğrenmem gerektiğini anlatamam. ‘Hocaların Hocası’nın bize kattığı en önemli şey cevaplanması gereken sorulardı. Bir derste fizikten biyolojiye, tarihten felsefeye o kadar farklı konulardan sohbet ederdik ki hem tonlarca bilgi edinirdik hem de kendimizin gidip araştırması ve cevaplaması gereken sorular belirirdi kafamızda. Bize düşünsel ve duyuşsal anlamda çok sayıda kapı açmıştır İlhan Baran. Hem literatürü tanıttı, hem dünyada neler olup bittiğine yönelik farklı bakış açıları sundu, hem de bizlere aslında daha yolun ne kadar başında olduğumuzu gösterdi. Kesinlikle çok şanslıyız ki onunla erken denilebilecek bir yaşta karşılaştık. Hocanın derslerindeki atmosferler tıpkı Nadia Boulanger’inki gibiydi. Sadece teknik değil, felsefe, teori, tarih, her şey… Eğer onunla karşılaşmamış olsaydım çok daha dar bir müzikal görüşüm olabilirdi belki.
Üniversite öğrenimi için İngiltere’ye gitmeniz sınavlara bağlı bir rastlantı mıydı, yoksa kişisel seçiminiz mi?
– Sınavlar sonucunda tam bursla kabul edilmemin hem de zaten tercihlerim arasında yer almasının bileşimi. Lise 2’de okurken RCM’de bir yaz okuluna katılmıştım. Buradaki hocalar beni mümkün olsaydı okulun lisesine almaya karar vermişlerdi. Ancak okulun lise devresinde verdiği eğitim yarı zamanlıydı, üstelik başka bir lisede öğrenci olmak gerekiyordu. ‘O halde üniversiteye bekliyoruz’ dediler. İki sene sonra sınava girdiğimde de tam burs teklif ettiler. Ben de hem geleneği, mezunları hem de kendimi geliştirmek istediğim farklı konularda sağlayabilecekleri imkanları nedeniyle burayı tercih ettim.

Gelişigüzel yaklaşımlardan uzak duruyorum

Türkiye’deki eğitimle ekol farkı nedeniyle İngiltere’de sorun yaşadınız mı, sorunlara nasıl çözüm buldunuz?
– Aslında alışma sürecini oldukça kolay atlattığımı söylemeliyim. İki ülke arasındaki fark ekol değil, sistemle ilgili. İngiltere’de başka konular ve dersler ön planda tutuluyor, çünkü ‘mesleğe’ ve gerekliliklerine yaklaşımları daha farklı. Örneğin okulda ‘Genel Dünya Tarihi’ dersi yok. Belki başka yerde görmeyeceğiniz kadar ayrıntılı ‘Modern Müzik Tarihi’ görüyorsunuz. Bunun gibi çok sayıda örnek var yaklaşım farkını gösteren. Farklılıklar tam da aradığım şeylerdi. Çünkü öğrenciyken ne kadar farklı konularda bilgi sahibi olursam, hayata dair söyleyecek ve yapacak o kadar işim olduğuna inanıyorum.
Bir genç müzikçi olarak günümüzün müzik dünyasına baktığınızda size hangi akımlar, ekoller, kurumlar yakın geliyor, nelerden uzak durmak istiyorsunuz?
– Aslına bakarsanız günümüzde ülkeler kültürel anlamda ve bilgi alışverişi bakımından o kadar iç içe geçmiş durumda ki başka ekollerin veya akımların etkisinden uzak kalmak veya haberdar olmamak artık çok zor. İstediğiniz her an, istediğiniz konuda bilgiye erişebileceğiniz ‘internet’ var. Karşılaştırma yapamayacak kadar genç olsam da sanırım geçmişte ekoller arasındaki fark daha rahat gözlemlenebiliyordu. Günümüzün kilit kavramı ise ‘interdisipliner’ olmak. Yani ‘ben bu akıma veya bu ekole mensubum, ben bu şekilde çalarım/yönetirim’ gibi cümleler duymak zorlaştı. Artık herkes, başka akımların, ekollerin çalışmalarını takip edip inceleyip, kendi gelenekleriyle bir araya getirerek var olma mücadelesini sürdürmekte. Örnek vermek gerekirse: Barok müzik, özellikle de J.S.Bach gibi bestecilerin eserleri ‘nasıl’ çalınmalıdır sorusu yıllardır müzik çevrelerinin cevaplamaya çalıştığı bir sorudur. Karajan’ın Mahler gibi tınlayan Bach kayıtları da var, J.E.Gardiner’ın Bach’ın zamanlarına yaklaştırılmaya çalışılan kayıtları da mevcut. Ben de Kraliyet Müzik Koleji’nde (RCM) iki senedir klavsen eğitimim nedeniyle okulun Tarihsel İcra bölümüyle iletişim halindeyim. Klasik Çağ öncesi eserleri dönem çalgıları ve icra teknikleriyle çalmaya odaklanmış bu bölüm. Ben mevcut bütün akımların yaklaşımlarını inceleyip kendi duyuşuma göre uygun icrayı yaratmaya çalışıyorum. Önemli olan tüm bu ekol ve akımlardan haberdar olup, bunları öğrenmek. Sonrasında ise ‘doğru yol budur’ diye bir şey yok. Tamamen kişisel bir tercih. Ben ne kadar tarihsel icradan etkilensem de, “tek yol o” demiyorum. Bu nedenle öğrenip inceleyebildiğim bütün ekollere yakınım. Uzak durmak istediğim bir ekol varsa bu ancak iyi incelenmemiş, gelişigüzel yaklaşımların benimsendiği bir akım olabilir ki bu da günümüzde tutunması çok zor bir konum olurdu.
İnternet / YouTube çağında yetişmenin avantajını ne kadar ve nasıl kullanıyorsunuz?
– Hem avantajı hem de dezavantajı var. En önemli avantajı, belki de hiçbir zaman ülkemize gelmeyecek sanatçıları dinleme olanağı. Stüdyo teknolojisindeki gelişme, kes-yapıştır imkanı ‘mükemmel’ olarak nitelendirilen icraları doğurdu. Artık icradaki yanlışı şıp diye silip düzeltebiliyor, hatta makineler yardımıyla tuşenizi bile değiştirebiliyorsunuz. Bu hem icracıların bireysel gelişimi hem de dinleyiciyi koşullaması açısından problem yaratıyor. Çünkü dinleyici, alıştırıldıkları ‘mükemmel’e yakın kayıtlar yüzünden artık bir konserde hatalı nota duymaya tahammülsüz hale geldi. Kusursuz teknik ve kulağa hoş gelen bir tuşe beklentisine sokuldu. Bu maalesef aynı zamanda yarışmaların da sebep olduğu bir problem. Her zaman bu örneği veririm: Horowitz bir yarışmaya girse kesin ilk turda elenirdi. Yarışmalarda en az sayıda yanlış nota basan ve ‘kulakların alışmış olduğu’ yoruma en yakın Çaykovski konçertosunu çalanların kazanmaya başlaması dinleyicilerin de beklentisini değiştirdi. İcracıların yarattıkları atmosfer ve ifade ettikleri karakterden çok ne kadar temiz çaldığına bakılıyor. Tüm bu etkenlerin konser ruhunu gittikçe yok ettiğini düşünüyorum. Evet, elbette kayıtlar bizim için büyük bir kaynak, ama ben şahsen her müziksevere imkan elverdikçe kayıt dinlemekten çok konsere gitmesini tavsiye ederim. Çünkü o sesleri canlı bir ortamda, salondaki doğal titreşimlerini duyarak ve tüm hatalara rağmen, insan olunduğunu unutmadan dinlemek paha biçilemez deneyimdir.

Klavsen çalmak piyano icramı geliştirdi

Barok müziğe sizi çeken neydi; bu ilginiz size günümüz müziğini anlama, geleceği hissetme konusunda neler kazandırdı?
– Barok Çağ müziğini her zaman çok sevdim. Bestecilerin kullandığı teknikler ve dil her zaman benim için son derece büyülüydü. Ancak barok müziği dönemin uygulamalarıyla öğrenme konusundaki ilgim Ankara Konservatuvarı’ndaki lise yıllarımda J.S.Bach’ın eserlerini çalışırken, özellikle de 2. Klavsen Partita’sını çalıştığım zamanlarda iyice arttı. O dönemlerde bu eserin çeşitli klavsenistlerden kayıtlarını dinliyor, dönemin yazı teknikleri ve notasyonuyla ilgili makaleler okuyor, bu eseri stil ve dönem gerekliliklerine en yakın şekilde piyanoda nasıl çalacağımla ilgili bir fikir geliştirmeye çalışıyordum. Ancak elimin altında gidip çalışabileceğim bir klavsen olsaydı bile bana bu çalgıyı öğretecek birisi olmadığından; bu ancak benim kendi çabam olarak kalıyordu. İngiltere’ye gelmeye karar verdiğimde ise burada bu konulardaki eğitimlerin çok iyi olduğunu biliyordum ve planım, Barok eserler çalışacak olduğumda klavsenistlerden fikir almaktı. Ancak olaylar beklentilerimden çok daha iyi yönde gelişti. Piyano hocamla tanıştığımda gelecek planlarımı sormuş ve barok müziğe ilgimi duyduğunda beni yan dal olarak klavsene yönlendirmişti. Yeniden bir sınava girdim ve normalde birinci sınıfta mümkün olmadığı halde klavseni yan dal olarak okumaya hak kazandım.
Klavsen sizi özgün ses rengiyle sadece bir enstrüman olarak mı, yoksa bir çağın anahtarı olması itibariyle mi çekti? Piyano icranıza derinlik kazandırdı mı?
– Klavsen hem ses rengi ve ifade kalitesi nedeniyle bir çalgı olarak hem de karakteristik özelliklerini ve yapısını öğrendiğinizde size bambaşka bir barok müzik anlayışı kazandıracak bir anahtar oluşu nedeniyle ilgimi çekti. Bence klavsen muhteşem ses rengine sahip. Bunun ötesinde fiilen çalmak, size enstrümanın olanaklarını tanıma ve bu olanaklara sahip bir enstrüman için yazılan eserin nasıl çalınması gerektiğine dair muhteşem ipuçları veriyor.  Mekanizma bakımından piyanodan çok farklı. Ses üretimi farklı gerçekleştiği için piyano tekniklerinin çoğu işe yaramıyor. Çok başka şekilde yaklaşmanız gerekiyor enstrümana da eserlere de. Farka rağmen klavsen deneyimi piyano çalışımı iyi yönde değiştiriyor. En önemli katkısı şu oldu: klavsen ses rengi ve dinamik farklılıklar bakımından piyanodan daha kısıtlı bir enstrüman. Çaldığınız eseri yorumlarken farklı unsurları göz önünde bulundurmanız gerek. Yapacaklarınız daha çok artikülasyon, zamanlama, tempo ve süslemelerle ilgili. Eseri ilginç ve dinlenebilir kılmanız için kendinizi çok iyi dinlemeniz gerekiyor. Klavsen çalmaya başladıktan sonra, çalgıdan çıkardığım sesi çok daha dikkatli dinler oldum. Bu da  piyano çalışımı olumlu etkiledi.
Repertuvarınızda hangi dönemlerin eserleri ağırlıkta? Kısa hazırlıkla icra edebileceğiniz kaç konçerto var?
– İsteğim doğrultusunda barok ve klasik dönem eserleri ağırlıkta. Romantik repertuvardan çoğunlukla Chopin ve Liszt’in eserlerini çalıştım. İsteğim biraz Schumann ve Brahms gibi bestecilere yönelmek. Ancak şunu belirtmeliyim ki modern piyanoda çalarken en keyif aldığım ve kendimi müziklerine yakın hissettiğim besteciler Mozart ve Beethoven. Bu besteciler benim için hem kahramanlar, hem de müziklerini çalarken kendimi en mutlu ve rahat hissettiğim besteciler. Repertuvarımda kısa hazırlıkla çalabileceğim 5 civarında konçerto var. Bu yaz iki konçerto daha eklemeyi planlıyorum.

RCM’deki konserinde Thelonious Monk çaldı!

Caz ve emprovizasyon hayatınızda ne kadar yer tutuyor? Bu konuda ne gibi çalışmalar yapıyorsunuz?
– Caz, dinlemekten çok keyif alıyorum. Cazcıların emprovizasyon kabiliyetlerine hayranım. İlhan Hoca ile bir dönem sadece caz çalışmıştık ve o zamanlar bu stilin ne kadar ileri bir armoni bilgisi ve yaratıcılık gerektirdiğini fark ettiğimde hayran kalmıştım. Bu tarz müziğin en güzel tarafı da, tüm bu karmaşık armonik yapısına rağmen son derece ‘doğal’ ve ‘içten’ oluşu. Caz icracılarını düşünün, hepsi çalarken dans eden, keyif alan insanlardır. Hiç biri ‘aman şurada ezberim gitmesin’ demez, ‘aman burada tuşem bozulmasın’ derdi yoktur. Elbette müthiş bir armonik analiz süreci vardır icra esnasında ama müzik doğal bir şekilde akar. Bu husus, benim cazla ilgili en çok sevdiğim konu. Şu ana kadar sadece bir konserimde caz eseri seslendirdim. Bu konser, RCM’deki ilk senemde okulda düzenlenen bir festival kapsamında çaldığım T. Monk’un meşhur eseri ‘Round Midnight’ın O. Peterson tarafından solo piyano için düzenlenmiş haliydi. Ben de çalarken önemli değişiklikler yaptım. Aslında caz böyledir, eser her icrada farklı duyulur, çünkü işin içinde hep empovizasyon vardır. Maalesef bu konserde ben henüz emprovizasyon riskini göze alacak kadar caz bilgisine sahip değildim, dolayısıyla çoğunu kendim de eklemiş olsam aldığım her şey önceden planlanmıştı. Ancak elbette o fikirleri bulmak için de kendim çalışma odamda çok sayıda emprovizasyon denemesinde bulundum.
Gelecekte kendimi cazda da geliştirmek isterim. Çünkü barokla arasında yaklaşımsal bağ görüyorum. Şöyle açıklayayım: Her ikisinde de icracıdan beklenen neredeyse taslak halinde yazılmış partitürü olabildiğince süslemek. Esas unsur emprovizasyon. Besteci genel çerçeveyi sunuyor ve sizden yazılanları süsleyerek eseri ilginç kılmanız bekleniyor. Besteci performansınıza karışmıyor. Örneğin Romantik Dönem’de veya Fransız empresyonistlerinde durum tam zıttıdır. Besteciler kullandıkları müzikal terimler ve ifadelerle size tam olarak ne istediklerini söylerler. Ama barok ve cazda siz eserin armonik yapısı, karakterine göre atmosferi yaratmaya çalışırsınız. İşte bu nedenle caz ve barok, serbestlik, emprovizasyon kültürü bakımından birbirine çok yakın. Bu nedenle caz çalışmanın hem armonik algılayışımı, hem de icra kabiliyetlerimi geliştireceğine inanıyorum.
Ürünlerinizi şimdilik ortaya çıkarmayı düşünmeseniz bile bestelemeyi sürdürüyor musunuz? Hedefleriniz, hayalleriniz?
– Şu anda düzenli olarak besteleme işini sürdürmesem de okuldaki bir teori dersimiz gereği barok stilde bir envansiyon ve bir kısa piyano parçası yazdım. Ancak önümüzdeki sene okulda kompozisyon dersleri almaya başlayacağım. Besteciliğin öğretilemeyeceğini düşünsem de benim için iyi bir başlangıç olacak. İleride kesinlikle müzik yazmayı istiyorum. Ancak besteciliği ulaşılacak en son nokta olarak görüyorum. Bunun için tüm stiller ve dilleri tanıyıp, bestecilerin müziklerini ve stillerini tanıyıp kendi dilimi buluncaya kadar bekleyeceğim. Yeterince olgunlaştığımı ve yeterince müzik kültürüne sahip olduğumu düşündüğüm bir anda bestelemeye başlayacağım. Gelecekle ilgili hayallerimden biri bu, çok zor olduğunun da farkındayım. Özellikle de şu ana kadar tonlarca güzel müzik ve bir o kadar da kötü müzik yazılmışken…
Müziğin dışında zihninizi besleyen ne gibi ilgi alanlarınız, hobileriniz, alışkanlıklarınız var?
– Yaptığım her şeyin, edindiğim her deneyimin müzik çabama katkısı var, hiçbir eylemimi ‘müzik dışı’ kabul etmiyorum. Aktif icra veya çalışmanın dışındaki zamanımı okuma, yürüyüş, spor, satranç, film seyretmeye ayırıyorum. Arkadaşlarımla vakit geçirmek, yaşamdan zevk almak da hobilerim arasında. Ancak bunların hepsi bir şekilde müzikle bağlantılı. Yaşamak aslında en önemli hobimiz olmalı.
Ankara Festivali’nin açılışı için neden bu eseri seçmiştiniz; bu deneyim size neler kazandırdı?
– Aslında uzun bir zaman önce hocam Orhun Orhon bana bu konser teklifinde bulunduğunda planımız Şostakoviç’in 1. Piyano Konçertosu’ydu. Fransız trompetçiyle çalacaktık. Konsere iki ay kala trompetçi gelemeyeceğini bildirdi. Orhun Orhon kısa sürede hangi eseri hazırlayabileceğimi sordu. Çalmaktan çok keyif alacağım, yetiştirebileceğim Mozart’ın 21. Konçerto’sunu seçtim. Büyük bir mutluluk ve onurdu Mozart çalmak. Ayrıca bu konserin bir başka önemi vardı: Çok sayıda konser yönetmiştim. İlk kez şef ve solist olacaktım. Fikir Orhun Hoca’nındı. Kesinlikle çok sayıda ilklerin yaşandığı, hayatımdaki en önemli, en büyük mutluluğa eriştiğim konserlerden biriydi. Hem AGSO gibi dünya çapında bir orkestra ile çalmış olmak hem de çok sevdiğim bir eseri çalmış olmak kesinlikle hayatım boyunca unutamayacağım en özel anlardan biriydi.

Şeflik ve barok icrasına odaklanabilirim

Repertuvarınızı hangi yönde geliştirmeyi hedefliyorsunuz?
– Repertuvarım Alman romantikleri ve Fransız müziği açısından maalesef kısıtlı. Bu konuya odaklanmalıyım. Neticede repertuvarın temel taşlarından bahsediyoruz.
İngiltere’de müzik öğrenimi görmenizin diğer ülkelere oranla bir avantajı var mı, bunu nasıl kullanacaksınız?
– Bu konuya İngiltere’deki eğitim sisteminden bahsederken değinmiştim. Buradaki en büyük avantajım ve ayrıcalığım Tarihsel İcra bölümüyle bağlantım. Özellikle de klavsen hocam Terence Charlston sayesinde kendimi kısa sürede çok geliştirdim. Edindiğim deneyimin hayatımda çok büyük önem taşıdığını, taşıyacağını düşünüyorum. İleride hem şeflik hem de klavye çalışı bakımından barok ve Klasik Çağ icrasına yoğunlaşabilirim.
Yarışmalara katılmayı düşünüyor musunuz?
– ‘Yarışma’ sözcüğünü duymak bile zihnimde rahatsız edici çanların çalmasına yetiyor. Yarışmalara hiçbir zaman ilgi duymadım ve katılmayı da istemedim. Çoğu genç sorguluyor, karşı çıkıyor, fakat sistem dayattığı için uymak zorunda kalıyor. Çok sayıda iyi müzikçinin bulunduğu ortamda ödülle diğerlerinden sıyrılıp öne çıkmaya çalışıyorlar. Benim açımdan sorun burada başlıyor. Müzik yapmak için tek yolun yarışmadan geçmesi başlı başına sıkıntılı bir durum. Bu işe gönül verenlerin bunu zorunlu kabul etmesi, şirketlerin para dökmesi rahatsız edici. Yarışmalara önem verildikçe, onlar da kendilerini tek kurtuluş yolu gibi sundukça geleceğinden emin olmayan müzisyen ordusu genişliyor. Sorunuza sosyolojik cevap vermem konuyu uzatacak. Özetlemem gerekirse: Tüm getirilerine, cazibesine rağmen ‘yarışma’ mantığı sanatın doğasına aykırı. Müziğin keyfini yaşamak, yaşatmak yerine birbiriyle yarışan icracı kitlesi yaratıyor. Daha önce de belirttiğim gibi müzik başarılı olmak isteyenlere göre değildir, güzeli ve heyecanı arar; ifadeyle ilgilidir; kendini kanıtlama ve başarı elde etme yeri değildir. Bizler sadece müziği dinleyiciyle buluşturan aracıyız. ‘Ben çalıyorum, ben yaptım, daha güzel çaldım’ gibi yaklaşımların müzikte yeri olmamalı.
2016 sezonunun önemli konserleri neler?
– Haziran sonu, temmuz başında İngiltere’de iki farklı konserde klavsen ile J. S. Bach’ın 5. Brandenburg Konçertosu’nu çalacağım. Ekimde Londra’da solo resitalim var. Bunlar haricinde de henüz tam kesinleşmemiş, proje aşamasında birkaç konser daha var.
Yakın gelecekte kayıt yapmayı düşünüyor musunuz, nasıl bir repertuvar gönlünüzden geçiyor?
– Elbette isterim, geçmişte TRT Radyosu’nda kayıtlar yapmıştım. Yakın gelecekte fırsat çıkarsa tematik program seçmeyi isterim. Örneğin: ‘Çocuk Sahneleri’. Repertuvarın içeriği seçilen temaya göre belirlenecektir. Şu anda teklif alsam Schumann’ın ‘Kinderszenen’iyle başlayıp diğer bestecilerden çocuk parçalarıyla devam eden bir program oluştururdum örneğin. Ama yine de bu durum teklifi getireceklerin tercihlerine göre de şekillenecek bir durum elbette. Umuyorum yakında böyle bir imkanım olur…
(Serhan Yedig / Nisan 2016 / Opus Dergisi)

(C) Tüm hakları saklıdır

Share.

Leave A Reply

seventeen + 8 =

error: Content is protected !!